Ana Sayfa Kritik İNSAN HAKLARININ PSİKANALİTİK OKUMASI

İNSAN HAKLARININ PSİKANALİTİK OKUMASI

İNSAN HAKLARININ PSİKANALİTİK OKUMASI

Bu çalışma, Costas Douzinas’ın İnsan Haklarının Sonu adlı kitabının bölümlerinden birini oluşturan Psikanaliz Hukuk Oluyor: Haklar ve Arzu başlıklı metnini kendisine çerçeve edinerek, insan haklarının tarihsel gelişimine yönelik psikanalitik yaklaşımı incelemeye çalışacaktır. Douzinas, metinde ilk olarak Freud’un Oedipus söylencesinden faydalanarak hukukun türeyişine dair öne sürmüş olduğu tezi ele alır. Bu tez, hukukun ve hak kavramının tarihini cinsellik ve şiddet güdülerinin etkisiyle muktedir olan babanın öldürüldüğü ilkel sürüye kadar geri götürmektedir. Ancak Freud’un buraya dayandırdığı hukuk anlayışı çeşitli eleştiriler alır ve içinde taşıdığı tutarsızlıklar da Lacan’ı, Freud’un kullandığı hikâyeyi, arzunun işleyişine ve özne olmanın yapısına anlatı biçiminde epik bir form verme çabasıyla mitsel bir yapıya dönüştürmeye sürekler. Lacan’ın versiyonunda, hukuk, egonun var oluşuna olanak sağlamasıyla öne çıkar. Nihayetinde arzuların hukuki formları olarak görülmeye başlanan haklar ise insanlığı bitmez tükenmez bir hak talebi sarmalının ortasında bırakmaktadır.

 

  1. Giriş

Douzinas, İnsan Haklarının Sonu adlı eserinin ilk kısmında, alternatif bir doğal hukuk tarihi sunarak, doğal hakların adil ve eşitlikçi bir dünya idealine giden yolda taşıdığı önemi vurgulamaya çalışmaktadır. “Psikanaliz Hukuk Oluyor: Haklar ve Arzu” bölümünün de yer aldığı ikinci bölümde ise, insan haklarının arkasında yatan felsefi mantık ele alınır. Douzinas, bu bölümde hem görelikçi post-modern yaklaşımın, hem de aydınlanmacıların metafizik özcülüklerini yapı-bozuma uğratmak üzere Heidegger’e, Sartre’a ve psikanalize başvurur. Onun deyimiyle, hukuk, öznenin temeli ve toplumsallığın çimentosuyken; hem bireyler hem de toplumlar üzerinde işini görmekte olan psikanaliz de bu noktada hukukla kesişim yaşamaktadır.[1] Douzinas, psikanalizi bir hukuk teorisi olarak ya da en azından hukukun biçimlendirmiş olduğu bir teori olarak görme eğilimindedir. Bu doğrultuda da psikanalizin hukukla ilgisinin kurulabildiği yerlere değinerek psikanalizin “hak” anlayışına yaptığı katkıyı eleştirel olarak incelemeye çalışmıştır. Haklar hem toplumsal belirlenimin hem de kişisel arzunun en belirgin hukuki ifadesini temsil etmektedir. Ona göre psikanaliz de hakların modern hukuktaki merkezi konumunu, kişisel farklılıkları göz önünde bulunduran somut bir yöntemle açıklama konusunda yardımcı olabilir.[2]

 

  1. Freud: Hukukun Yaratılması Teorisi

Freudyen psikanalizde hukukun ortaya çıkışı bir suç öyküsüyle birlikte ortaya konulur. Freud’un Oedipus söylencesinden faydalandığı hukukun yaratılması teorisi, grubun dişilerine karşı muktedir konumda bulunan ilksel babanın oğlu tarafından öldürülmesini başlangıç noktası olarak alır. Bu noktada Freud bir alegoriyle, totem hayvanın ilk Ödipal babanın yerine geçtiğini göstermek için, şenlik havası ve aşırı mutluluğun ardından yas ve matem tutma ritüelinin geldiği hayvan kurban etmeyi içeren totem yemeklerine yönelik kabile ikircikliliğinden bahseder.[3] Freud’un bu eklektik tezi Darwin’in “ilkel sürü” teorilerini ve ilk antropolojik kanıtı bir araya getirirken, onlara psikanalizin yöntemiyle yaklaşarak hukuk ile toplumun kökenlerine dair modern bir mit yaratma girişiminde bulunur.

İnsan örgütlenmesinin ilk biçimi olarak ele alınan ilkel sürü, tüm dişileri kendisi için ayıran ve oğullarını onlardan uzakta tutan “zalim ve kıskanç” bir baba imgesinin egemen olduğu göçebe erkekler topluluğundan oluşur.[4] Oğullar, zamanla güce ve cinsel tatmine ulaşmalarının önündeki engel olarak gördükleri babalarından nefret etmeye başlarlar ve bir araya gelerek kararlı ve planlı bir şekilde babalarını ortadan kaldırırlar. Bununla birlikte nefret duygularını tatmin etseler de bir süre sonra pişmanlık ve suçluluk duygusu onları esir alır ve böylelikle totemciliğin bütün yasayı ve toplumsallığı oluşturan iki temel yasası ortaya çıkar: ensest ve öldürme yasağı.[5] Ensest yasağı ile anneye yönelik duyulan ve onunla birleşmeye yönelik gelişen arzunun önüne geçilir. Bu totemik yasaklar yerini daha sonra örgütlü topluluğun alacak olduğu ilkel sürüyü bir kardeşlik klanına dönüştürür. Freud, buradan hareketle Totem ve Tabu’da şunu dile getirir: “Ahlak kısmen bu toplumun zaruretlerine ve kısmen de suçluluk duygusunun gerektirdiği kefarete dayalı iken; toplum şimdi ortak bir suçtaki suç ortaklığına dayalıdır; din suçluluk duygusuna ve ona eklenen pişmanlığa dayalıdır.”[6] Bu öykü, Freud için insan neslinin tarihi üzerinde silinmez izler bırakmıştır. Buradan hareketle psikanalizin hukuka olan yatkınlığı belirleyen bir unsur ortaya çıkar: Şiddet ve suç, insanlığın başından itibaren vardır ve suç yasadan önce gelmektedir. Freud için medeniyetin başlangıcında hukuk vardır ve bu bağlamda yasa, medeniyetin öncülü ve kurucusudur.[7] Bu noktada psikanaliz de hukukun etkisini ve hukukun ihlal edilmesini inceleyen bir teori olarak ortaya çıkar.

Kaleme aldığı son makalelerinde psikanaliz ile hukukun kökeni arasında doğrudan bir bağ bulunduğunu öne süren Freud, Einstein ile mektuplarından oluşan ve ikilinin savaşın sebeplerini açıklamaya giriştikleri “Niçin Savaş?” adlı kitapta hukukun yine “ilkel sürü” ile başladığını kabul eder.[8] Çatışmaların şiddetle çözüldüğü ve en güçlü üyenin ya öldürüldüğü ya da kaba güç aracılığıyla boyun eğdirildiği bir hikâye burada başlangıç olarak esas alınır. Freud, bütün hukukun ve hak kavramının şiddetten kaynaklandığı konusunda ısrarcıdır. Ona göre topluluk içindeki en güçlü kişinin otoritesinden kurtulup hukuka giden yol en güçlünün tahakkümüne karşı gelinmesiyle mümkün olabilir. Freud, bu sebeple hukuku, bireysel şiddetin yerini topluluğun örgütlü şiddetinin aldığı ve bu şiddetin ona karşı direnene yöneldiği bir şey olarak görür.[9] Douzinas, Freud’un hikayesindeki Hobbesçu ögelere dikkat çeker. Öyle ki hukuk müdahale etmeden önce özgürlüğün daha geniş bir alana sahip olduğu görülmektedir. Bu bağlamda özgürlük, hukukun bir kazanımı olarak kabul edilmez. Bilakis hukuk ile birlikte daha sınırlı bir özgürlük ortaya çıkmış olur. Yasa da içgüdülerin ve arzuların tatminini sınırlandırmak için medeniyetin kullandığı ilk ve en güçlü silah olarak öne çıkmaktadır.

Toplulukları bir arada tutan şeyin ortak duygu bağları ve şiddet olduğu ileri sürülür.[10] Ancak yasanın yürürlüğü girdiği topluluk içinde ortaya çıkan bir çatışma, yasa ile çözülemediği takdirde yasal şiddetin kullanımına neden olmaktadır. Bir anlamda yasanın oluşumuna yol açan şey yasanın işleyişinin de tam merkezinde yer alır. Douzinas, bu duruma, anlaşmazlıkların yaşanmasının sonucu olarak dünya savaşlarının gerçekleşmesini bir örnek olarak gösterir.[11]

 

  • Lacan: Merkezsiz Özne

Douzinas, Freud’un hukuk anlayışının aldığı eleştirilerden ve kullandığı antropolojik kanıtın yetersizliğinden söz eder.[12] Akabinde Freud’un tezindeki tutarsızlıklar da Lacan’ı, Freud’un kullandığı hikâyeyi, arzunun işleyişine ve özne olmanın yapısına anlatı biçiminde epik bir form verme çabası olarak mitsel bir yapıya dönüştürmeye iter. Lacan’a göre Freud’un keşfettiği şey özne olmaklığın ve toplumsal bağın yapısını oluşturan ilkedir. Onun okumasına göre öldürülen ilksel baba, öznenin hukuku içselleştirmesindeki bir semboldür.[13] Lacan, her ne kadar babayı öldürme suçu ve bunun sonuçları kanıtlanamıyor olsa dahi, özne olmayı ve cinselliği anlamak için bu yapıyı bir hipotez olarak kabul etmenin gerektiğini öne sürer. Bu noktada Freud’dan farklı şekilde Lacan’ın asıl vurgulamak istediği şey hukukun insan kimliğinin inşasına olan katkısıdır. Freudyen psikanaliz, hukuku, toplumsallaşmış kişiliğin çeşitli ihtiyaçlara, arzulara ve içgüdülere cevabı olarak açıklamaya çalışırken; Lacancı teori, öznenin arzularını, ihtiyaçlarını ve kimliğini hukuka tabi olma bazında açıklamaktadır.[14]

Freud’un Oedipusçu entrikadan esinlenmesinde; babanın aracılığıyla, çocuğun anneye duyduğu arzunun yasaklanmasıyla birlikte “özne” ortaya çıkmaktaydı. Lacan babanın buradaki baskısını dilbilimsel terimlerle değerlendirir. Anne ve çocuk arasındaki birliğin parçalanmasıyla, özne, dil ve hukukun bileşimiyle ortaya çıkan sembolik düzene dahil olur. Annenin memesinden ayrılması çocuğun benliğinde bir eksiklik ve kayıp olarak tezahür eder. Bir sonraki kritik aşama ise ayna ile karşılaşıldığı anda gerçekleşir. Çocuk, aynada ya da annesinin gözünün yansımasında kendi imgesiyle ilk kez karşılaştığında bir coşku yaşar ve kendi bedeniyle tam anlamıyla özdeşleşmeye başlamış olur. Ancak bu imgenin bedene dışsal oluşu, ilk kimlik duygusunun egoya da dışsal olmasını beraberinde getirir. Bu bağlamda ego, imgeden önce gelmez fakat imgenin imgesinde yaratılır. Egonun bütünlüğü, her iki anlamda da görsel ve yanılsamalı olması bakımından düşseldir; umulan bütünlüğün sonucu ise koordinasyonsuz bedenin görsel bir öteki’ye yansıması aracılığıyla yaratılır. Bu aşamada kimlik ve bedensel bütünlük verili değildir ancak ayna aşamasıyla ve bir öteki tarafından tanınma sayesinde inşa edilir. Çocuğun dil ile tanışması da benzer bir sürece tanıklık etmektedir. Douzinas burada Lacan’dan iki alıntı yapar: “gösteren -bir diğer gösteren için … bir özneyi temsil eder … (bir gösterileni değil)”[15] ve “dil bir şeyi göstermeden önce birini gösterir”[16]. Özne, dil aracılığıyla konuşur ve dilin içinde konuşulur, bu da onun gösterenle gösterilenin soğuk işaret dünyasında soyutlanarak var olduğunu göstermektedir.

İşaret dünyasına girmiş olmanın nihayetinde özne anne rahmine geri dönmeyi ister, bu da annenin arzu nesnesi haline geldiğini gösterir. Hukukun buradaki işlevi de babayla rakip bir özdeşleşme aracılığıyla çocuğu anneden ayırmak olarak gözükür.[17] Ensestin yasaklanması ise babayı öldürmenin yolunu açmaktadır. Anneyle gerçekleşen bu kopuş ve yasaya boyun eğme ile birlikte Lacan’ın “sembolik kastrasyon” dediği şey gerçekleşir. Lacan’daki versiyonda egoyu yaratan şeyin hukuk olduğunu görürüz.[18] Sembolik kastrasyon da bir hukuk sorunu olarak ele alınır ve onunla birlikte her türlü mülkiyet meşrulaşmış olur. Freud’dan farklı olarak oğlan çocuğu “anneden yararlanan bir baba figürü” ile değil, fallus üzerinde anneye yönelik yasal bir mülkiyete sahip olan babayla özdeşleşir. Lacan, babanın kendi kastrasyonu aracılığıyla elde edilen bu hukuki yapıya “kral asası” der.[19] Bu yasanın boyunduruğu altında bulunmadığı sürece çocuğun anneden kopartılamayacağı ve özne olma sürecini gerçekleştiremeyeceği kabul edilir.

Burada üçlü farklı kopuşun gerçekleştiğini görürüz. Babanın Ödipal yasası aracılığıyla anne bedeninden sembolik kastrasyonla gerçekleşen kopuş, aynada yansıyan imgeyle narsistik özdeşleşmesi aracılığıyla kendi bedeninden kopuş, işaret içinde hiçleştirilmeleri ya da olumsuzlanmaları aracılığıyla da özne ve nesne olarak bir başkasından kopuş… Bu doğrultuda bir egoya sahip olmak için aynadaki imgeyle, parçalanmış varlıklarla ve ötekiliğin deneyimiyle özdeşleşmek gerekmektedir.[20] Bununla birlikte, beden, özneye dönüşmüş olur.

  1. Hukuk ve Psikanaliz

Hukuk kurumu, işlevsel anlamda yasanın babasına benzemektedir ve bu doğrultuda yasak olanı yorumlar ve uygular. Tıpkı babanın adının, özneyi boşluk ve eksiklik ile karşı karşıya getirmesi gibi dil ve hukuk kurumu da özneyi “bütün olma” gayesinden uzaklaştırır. İlkel toplumlarda bu işlev totemler, dinler ya da hukukun kökenine yapılan mitsel referanslarla yerine getirilirken; modern dönemde bu, devletin varlığı ile söz konusu olur.[21]

Her arzunun aynı zamanda potansiyel bir hak olarak ortaya çıkışı, hakların da sürekli genişlemesine yol açmaktadır. Douzinas bu durumu dil ile yasanın evrimleşmiş kombinasyonu olarak ifade eder.[22] Yasa, düzenleme yapıp sınırlandırırken, dil ise genişleme fonksiyonunu yerine getirir. Hukukun varlığı ile birlikte ötekinin varlığı da hakların işleyişinde görünür kılınmış olur. Öznenin dünya ile olan ilişkisinde kendi kimliğini tanımlamasına yardımcılık eden şey de haklardır. Hakların bu fonksiyonuyla birlikte insanlar dünyada var olmayı ve diğerleriyle olan ilişkilerini kurmayı öğrenirler. Douzinas’a göre her türlü rejimin ve ideolojinin, insan haklarının korunması adına gösterdikleri gayret ve uluslararası güçlerin haklar üzerinde giderek artan mobilizasyonu, hakların sosyal örgütlenme için de önemli bir yanının olduğunu göstermektedir.[23]

Haklar, arzuların hukukileşmiş formu olarak görülür. Douzinas’a göre psikanaliz de bu noktada bir arzu teorisi olarak öznenin psişik örgütlenmesinde hakların fonksiyonunu ve kurumlarla ilişkilerini açıklamaya yardımcı olabilmektedir. Arzu edilen sosyal bütünlüğün hatırlatıcısı ve eksikliğin ikameleri olarak haklar, arzunun nedeni ve nesnesi olarak kabul edilirler. Haklar, aynı zamanda eksikliğe işaret ederken diğer taraftan da bu eksikliğin giderilmesini engellerler. Özne ile toplumun bir bütün olabilirliği kanısını uyandırırlar. Özne de kendi şahsiyeti hukuken tanındığında arzusuna kavuşmuş olur. İnsan onuru ve eşitlik gibi talepler hukuk düzeni tarafından yürürlüğe girdiğinde de toplumun adil olacağına inanılmaktadır. Douzinas, bir arzu olarak hakların her zaman daha fazla hakkı kışkırtacak olduğunu kabul eder. Böylelikle de durmaksızın bir yetersizlik hissi oluşturan yeni talep ve yetki alanları yaratılmış olur. Öyleyse, arzunun doğası gereği, eksikliğin giderilmesine yönelik sonsuz teşebbüste yeni haklar talep edilecek demektir.

Douzinas, hakları özneye özgürlük veya bütünlük hissi veren hayali yapılar olarak hukuki tabiiyetin bedeli olarak görürken, yeni bir hak talebindeki her başarının da gerçekleştirilemez talepler sarmalında yeni ve başka bir hak iddiasına yol açacağını ileri sürer.[24] Haklar bir anlamda ihtiyacı gideriyor ve kişiye geniş bir tanınma sağlıyor gibi gözükse de psikanaliz açısından hakların asıl gayesi hukuki özneyi daima arzulayan bir konumda tutarak onun bir özne olarak kalmasına yardım etmektir. Douzinas, hiçbir hakkın bireyin bir başkası tarafından tam olarak tanınmasına ve ona sevgi duyulmasına yol açmayacağını söylerken; hiçbir hak bildirgesinin de adil toplum mücadelesini sonuca kavuşturmayacağını iddia eder.[25] Nitekim daha fazla hak iddiası, çok daha fazla yasa yapma ve daha iyi uygulama baskısıyla birlikte nihayeti olmayan bir arzu devamlılığını sağlamaktadır. Bununla birlikte Douzinas, her ne kadar insan hakları ideolojik olarak bir zafer elde etmiş gibi gözükse de en büyük insan hakları ihlallerinin de aynı çağda gerçekleşmiş olmasındaki paradoksu normal karşılamaktadır.[26]

 

KAYNAKÇA

Douzinas, Costas. İnsan Haklarının Sonu, Ankara: Dipnot Yayınları, 2018.

Freud, Sigmund. Totem ve Tabu, İstanbul: Kapra Yayıncılık, 2021.

Freud, Sigmund. & Einstein, Albert. Niçin Savaş, İstanbul: Ayraç Yayınları, 2009.

 

[1] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Kasım Akbaş ve Umre Deniz Tuna, Ankara: Dipnot Yayınları, 2018, s.325

[2] A.g.e s.326

[3] A.g.e s.327

[4] A.g.e s.327

[5] A.g.e s.327

[6] Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Zeynep Ünalan, İstanbul: Kapra Yayıncılık, 2021, s. 81

[7] A.g.e s.327

[8] Sigmund Freud ve Albert Einstein, Niçin Savaş, çev. Emre Ak, İstanbul: Ayraç Yayınları, 2009, s.32

[9] A.g.e s.328

[10] A.g.e s.328

[11] A.g.e s.328

[12] A.g.e s.329

[13] A.g.e s.330

[14] A.g.e s.330

[15] Jacques Lacan. “Radiophonie” 1970, s. 6

[16] Jacques Lacan, Ecrits, 1966, s. 82

[17] A.g.e s.331

[18] A.g.e s.332

[19] A.g.e s.332

[20] A.g.e s.333

[21] A.g.e s.339

[22] A.g.e s.340

[23] A.g.e s.340

[24] A.g.e s.345

[25] A.g.e s.346

[26] A.g.e s.346

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl