Ana Sayfa Dosya 1820’LERDEN 1850’LERE FRANSA’DA ROMANTİK ÇAĞ

1820’LERDEN 1850’LERE FRANSA’DA ROMANTİK ÇAĞ

1820’LERDEN 1850’LERE FRANSA’DA ROMANTİK ÇAĞ

DELACROIX, LAMARTINE, BERLIOZ VE DİĞERLERİ

Romantizmin, 18. yüzyılın son çeyreğinde Rousseau’nun eserleri aracılığıyla Fransa’da ilk kez dile geldiğini ve büyük ölçüde Klasisizm ve Neo-Klasisizmin sanat anlayışındaki mühendisliğe ve katı kurallara tepki olarak ortaya çıkan bir sanat akımı olduğunu bir önceki yazıda ifade etmiştik. 19. yüzyılın ilk bölümünde Chateaubriand, Lamartine ve Victor Hugo’nun eserlerinde en müstesna edebi örneklerine kavuşan Romantizmin, 1820’lerden itibaren resimde Eugéne Delacroix’nın tablolarında, 1830’lardan itibaren müzikte Hector Berlioz’un bestelerinde, 1840’lardan itibaren tarihçilikte Jules Michelet’nin anlatımında ve daha sonra da mimaride Charles Garnier’nin Gotik tasarımlarında en önemli temsillerini bulduğunu söyleyebiliriz.

Bu kısa yazıda, ağırlıkla edebiyatçılardan oluşan bir tür portreler galerisinde gezinerek Fransız Romantizminin Rousseau, Chateaubriand ve Madame de Staël gibi tekil başlangıçlarının sonraki dönemine, 1820’lerden Romantizmin kapanış devri olan 1850’lere uzanacağız.

***

Konumuza resim sanatıyla hızlı bir giriş yapalım. Fransız Romantik resminin ilk önemli sanatçısı olan Hubert Robert (1733-1808) muhtemelen Romantizmin görsel sanatlardaki en yaşlı temsilcisiydi. Roma ve Paris’te gördüğü ortaçağ kalıntılarından pitoresk yağlıboya tablolar çıkaran ve manzara resimlerinde enkaz estetiğini öne çıkaran Robert yıkımın görselliğiyle o kadar ilgilenmiştir ve monarşinin yıkımıyla ortaya çıkan taş yığınından o kadar etkilenmiştir ki, Louvre Müzesinin Büyük Galerisinin çöküşünün neye benzeyeceğini bile resmetmiştir. Napoléon Çağının büyük ressamı Théodore Géricault ise ilk olarak bir atlı süvari subayının hücuma geçme anını resmederek ün kazanmıştır. Ancak en ünlü eseri, gerçek bir olaya dayanan, bir gemi enkazından kurtulanları salda gösteren devasa Medusa Salı (1819) olmuş, çaresizlik ve umut bu resimde en dramatik biçimde ifadesini bulmuştur.

Fransız Romantizminin ikonik figürlerinden Eugène Delacroix, bu birikimin üzerine hayranı olduğu Shakespeare, Walter Scott, Goethe ve Lord Byron’da gördüğü trajedinin zirvelerini ekledi ve 1820’lerden itibaren güçlü, çarpıcı, canlı tasvirleriyle ün kazandı. Delacroix “yüce” hissini veren en özel anları resmedebilmekle bilhassa ilgilenmekteydi. Çılgın fırtınalar, şahlanmış atlar, vahşi kaplanlar, sert dalgalı denizler, ölümcül özgürlük kavgaları; hepsi tüm görkemiyle onun elinde canlanıyordu… Delacroix en çarpıcı anda en çarpıcı şiddeti, dikkat çekici bir çıplaklıkla bir arada vermekte; elde bir bayrak ya da belde bir hançerle dramatik dozu yükselten bir kontrast yaratmakta gerçekten dâhiydi.

Delacroix’nın 1820’li ve 30’lu yıllardaki eserleri –örneğin Halka Yol Gösteren Özgürlük– eğer monarşizme karşı devrimci heyecanı diriltmeye dönük değilse, genellikle Oryantalizmin en canlı renklerini vaat eden Mısırlı, Berberi ya da Türk tasvirleriyle süsleniyordu. Bunlar öyle heyecan verici bulunmuştur ki, Lamartine de, Gérard de Nerval de, başkaları da Şark diyarlarına seyahat arzusuyla yanıp tutuşmuş ve Ortadoğu’nun çamurlu sokaklarında, dilencilerle, dansözlerle, yılan oynatan çalgıcılarla iç içe maceralar yaşamayı düşleyerek yollara koyulmuştur.

Ne var ki, Delacroix’dan sonra Romantik resim büyük bir dehaya kavuşamadan sönümlenmiş ve sonraki dönemlerde Romantik resim çoğunlukla Devrimin ve Oryantalizmin temsili olarak yorumlanmıştır.[1]  

***

Fakat edebiyat, devrimci sanatın bayrağını yere düşürmemekte kararlıydı. Romantik şair ve yazarlar politik romantizmi edebiyat üzerinden tekrar tekrar okurların zihin dünyasına taşıdı. Bunun bir sebebi de Fransa’da edebiyatın bütünüyle Paris merkezli oluşuydu. Karşılaştırma yapmak gerekirse; Berlin ya da Viyana hiçbir zaman, sadece Romantizmde değil, hiçbir sanat ya da düşünce akımında böylesine bir üs olmamıştı; İngiliz Romantikleri ise Londra’dan kırsala gönüllü sürgüne gitmiş gibiydi. Fransa’daysa durum çok farklıydı. Arthur Mitzman’ın belirttiği gibi, “eski rejimin köhneliği, buna karşılık yeni rejimin zayıflığı ve otoriteden yoksun oluşu, entelektüel dünyada ve sanat alanında başka bir düzene duyulan özlemleri –önce egoist, sonra altruistik özlemler– serbest bıraktı. Bazen bu özlemler (ulusal devrimlerin hamasetiyle birlikte) yurtsever bir idealizm, bazen benliğin şeytansı bir coşkusu, bazen doğayla uyumlu (ortaçağcı) gizemli bir insan topluluğu ve bazen de bunlardan birinin diğerleriyle karışımının karakterize ettiği ideolojik kalıplara büründü.”[2] Fakat nihayetinde Fransız Romantizmi daima Parisli kaldı ve sokakların sesi oldu…

Az sonra bir panorama sunmak amacıyla bahsedeceğim birçok yazar ve şair Napoléon’un ölümünden 1835’e geçen süre içinde adeta sanatsal bir “big bang” yarattı. Fransız Romantizminin bütün halis temsilcileri, yerleşik edebi kültüre (Klasisizmin akademik kalelerine) başkaldırılarını yazdıkları önsözlerle, manifestolarla, risalelerle, makalelerle, polemiklerle dile getirdi. Coşku devrimi çığ gibi büyüdü ve 1830 Devrimine denk düşen bir kırılmayla beraber sahneyi ve söylemsel üstünlüğü ele geçirdi. Bu konuda Victor Hugo’nun Cromwell’inin önsözü kritik eşik sayılır. Fakat bu geçişte asıl önemli olan bizatihi Hugo’nun, Lamartine’in ya da daha gerçekçi üsluplarıyla ortaya çıkan Balzac ve Stendhal gibi nice genç yazarın edebiyat sahnesine büyük bir dinamizmle çıkışıydı. Buna bir de Goethe, Byron, Scott, Hoffmann gibi başka ülkelerin Romantiklerinin Fransızcaya tercüme edilmesi,[3] toplumsal çalkantılar ve ütopik toplumcu hareketler,[4] yükselen Amerika egzotizmi[5] ve Oryantalizm merakı[6] eklenince, Paris kafeleri, kütüphaneleri, okuma salonları, müzeler, tiyatro ve opera binaları adeta bir altın çağ yaşamaya başladı.

Bir kültürel devrim olarak Romantik hareket sonra da duraksamamıştır. 1830’lardan 1850’lere, istibdattan yeni devrimci dalgaya ve Temmuz Monarşisinden III. Napoléon’a uzanan döneme büyük bir şiirsel yaratım damga vurmuştur. Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Victor Hugo, Gérard de Nerval, Alfred de Musset, Charles Baudelaire, Theophile Gautier gibi isimler, sadece entelektüel değil, politik olarak da hareketlenen 40’lı yıllar boyunca hayli üretkendir. Ancak 1851’de Lamartine, 1855’te Nerval, 1857’de Musset peş peşe ölünce edebi Romantizmin dinamizmi büyük ölçüde kaybolur.

Dönemin sanat ve kanaat önderlerinden Lamartine, Temmuz Monarşisinin hararetli bir muhalifi ve Saint-Simoncu fikirlerin savunucusu olarak 1830’lardan ölümüne dek dikkat çeken bir siyasi kariyere sahiptir. Lamartine İkinci Cumhuriyetin kuruluşunda çok önemli bir rol oynarken, Fransız bayrağındaki üç rengin korunmasını sağlamasıyla da Fransız siyasi tarihi için çok önemli bir isimdir. Yurttaşlık vurgusu, cumhuriyetçiliği (hatta cumhurbaşkanlığına aday da olmuştur[7]), kölelik karşıtı tavrı ve idam cezasının kaldırılmasını talep etmesiyle, progressive bir siyasetçi olarak anılan Lamartine’e şair olarak şöhreti, bütün bunlardan çok önce, 1820’de kaleme aldığı ve Türkçeye en son Yaşar Nabi Nayır’ın çevirdiği “Göl” adlı eseriyle gelmiştir.[8] Rousseau ve Wordsworth’ü hatırlatan, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in mehtaplı, durgun sulu, zaman ve ölüm temalı şiirlerine ilham kaynağı olan bu eser yayınlandığında büyük ilgi uyandırmıştır. “Göl”ün de içinde yer aldığı 24 şiirlik Les Méditations Poétiques (Şairane Düşünceler), bir yılda yedi baskı yapıp,[9] dört yılda tam 45.000 kopya satarak[10] şiirde Romantik devrimi başlatmıştır.

Alphonse de Lamartine

İstanbul, Lübnan, Suriye gezilerini anlattığı ve Oryantalizmin başlıca kaynaklarından birine dönüşen Doğuya Seyahat’ine (1835) dek edebi eserleriyle parlayan Lamartine’in siyasetle geçirdiği sonraki yıllarda Cicero, Kolomb, Jeanne d’Arc, Cromwell biyografileriyle birlikte Fransız, Rus, hatta Türk ve İslam tarihi üzerine de kitapları vardır. Lamartine, Kırım Savaşı sırasında (1854) yayınladığı Türklerin Tarihi’nde Hz. Muhammed’i tarihin en büyük isimlerinden biri olarak selamlayarak “güleryüzlü Oryantalizm”in bir örneğini sunmuştur.

Romantizmin 1820’li ve 30’lu yıllarda parlayan bir diğer yıldızı, şövalye ruhlu bir asker olan Alfred de Vigny’dir. Fransız Devrimiyle gücünü yitirmiş, soylu bir aileden gelen Vigny, Éloa adlı felsefi-teolojik şiir kitabında bir meleğin düşüşünü konu edindiği eseriyle herkesçe okunan bir şaire dönüşmüş ve Shakespeare’i ustalıkla Fransızcaya kazandırmıştır (1827-31).

Ancak 1830’larda giderek daha halkçı bir çizgiye yönelen yakın dostları Hugo ve Lamartine’in aksine, Vigny monarşiden yanadır ve edebiyat çevrelerinden birçok kişiyle ilişkisini bir daha düzelmeyecek şekilde bozacağı kavgalara girer. Henüz on yedisindeyken intihar eden İngiliz şair Thomas Chatterton’ı anlattığı Chatterton ve Askerliğin Kulluğu ve Büyüklüğü (her ikisi de 1835’te yayınlanmış ve 1940’larda Türkçeye çevrilmiştir[11]) adlı eserlerinin yayınlanmasının ardından yazmaya ara verip Hıristiyanca duygularla tarihe yönelir. Fransa’nın geçmişinde bir “asr-ı saadet”, bir altın çağ arar. 1848’deki devrimci hareketlere karşı çıkan ve III. Napoléon’u savunan Vigny, zaman içinde, yıllarca savunduğu değerlerden uzaklaşıp çağdaşları gibi Doğuya merak salacaktır –fakat Hugo, Delacroix ya da Lamartine’in yaptığı gibi Yakındoğu’ya değil, Uzakdoğu’ya. Alfred de Vigny Katolik kozmolojiden uzaklaşıp Budizmle ilgilenen ilk Fransız yazar olacaktır.

Gérard de Nerval ve onun en önemli ardılı diyebileceğimiz Charles Baudelaire ise Romantiklerin sıkça başına geldiği üzere “melankolinin kara güneşi”ne tutulmuş ve Paris sıkıntısından, modern dünyanın mutsuzluğundan biraz olsun uzaklaşabilmek adına önce kentli bir “daimi aylak”lığın (flanör), sonra da ekstazik deneyimlerin peşine düşmüştür. Biri kendini modernitenin metropol hayatına armağanlarından olan sokak lambasına aşmış, diğeri kendini sefalete ve gönüllü sürgüne teslim etmiş ve maalesef her ikisi de 47. yaşını tamamlayamamıştır.

Ateşin Kızları[12] adlı eseriyle büyük başarı kazanan ve son eseri Aurélia’ya[13] dek saygınlığını sürdüren Nerval ve Kötülük Çiçekleri,[14] Paris Sıkıntısı[15] gibi eserleriyle 20. yüzyıldaki mutsuz küçük burjuva sanatının önünü açan Baudelaire aslında Fransız Romantizminde Alman etkisini görebileceğimiz başlıca iki kişidir. Derbeder, mutsuz, şehre düşman (ama şehirden çıkıp gidemeyen) iki şair vardır karşımızda. Toplumsal meseleler elbette önemlidir, ama bu iki isim esasen eserlerinde “bireysel romantizm”in ürünlerini vermiştir. Nerval’in kısıtlı Almancasıyla Faust’u çevirmeyi kendine en büyük hayati mesele edinmesi bunun bir göstergesidir.

Nerval’in de kendini tazelemek adına müracaat ettiği şey, ışığın geldiği yön olan Doğudur. Ruhsal bir krizden sonra 1842’de yola düşüp yaklaşık bir yıl boyunca İstanbul, Beyrut, İskenderiye, Napoli gibi duraklardan geçerek Yakındoğu’yu gezer ve notları Doğu’da Seyahat adıyla 1851’de kitaplaşır.[16] Şair, büyük ölçüde Delacroix’nın resmettiği gizemli Müslümanlarla dolu büyülü bir dünya arayıp sıradan insanlarla karşılaşmanın hüsranını sayfalarına taşır.

Vizyoner şiirleriyle Hölderlin ve Nietzsche’yle kıyaslanan bir yeteneğe sahip olan Gérard de Nerval maalesef bu iki şair gibi ruh sağlığını yitirmiş ve dünya acısıyla (Weltschmerz) daha fazla savaşamamıştır. Bir başka açıdan bakarak söylemek gerekirse; Alman Romantizmindeki intihar fikri, Vigny, Sand ve Musset’yle Fransız edebiyatında kendine yer bulmuş olsa da,[17] Nerval’in intiharıyla ürpertici bir biçimde somutlaşmıştır.

Melankolik şair Alfred de Musset de, Nerval ve Baudelaire gibi, 47 yaşında ölecektir. Dönemin ünlü kadın yazarlarından George Sand ile yaşadığı tutkulu aşk onu istemediği bir şöhrete kavuşturmuştur. Bu aşkın yansıması olan Bir Zamane Çocuğunun İtirafları[18] karasevdanın en dramatik ve bilindik referanslarından biri olagelmiş, Romantik edebiyatın önemli örneklerindendir.[19] Marianne’ın Kalbi, Şamdancı gibi kısa piyesleriyle[20] bir döneme damgasını vuran Musset, operaya taşınan Namouna (Bizet operasındaki adı Cemile) gibi çeşitli Oryantal novellalar da kaleme almıştır.

Konu operaya gelmişken belirtmek gerekir ki, Fransız Romantizmi kitaplardan sahnelere taşınarak popülerleşmiş ve geniş kitlelere ulaşmıştır.

Victor Hugo’nun 1827-30 döneminde kaleme aldığı eserlerden sadece ünlü Cromwell ve Hernani değil,[21] hacimli Gotik romanı Notre-Dame de Paris de 1830’lu yıllardan itibaren operaya, baleye, müzikale, tiyatroya (hatta 20. yüzyılda sinemaya) defalarca uyarlanıp türler-arası yeni bir janr yarattı. 1848’e gelindiğinde, Alexandre Dumas fils tarafından La Dame aux Camélias (Kamelyalı Kadın)[22] romanının yayınlanmasıyla türler-arası geçişler de zirvesine ulaştı. Eser önce tiyatroda sahnelendi, ardından da –Hernani’yi de 1844’te operalaştıran– Giuseppe Verdi tarafından belki de gelmiş geçmiş en başarılı operalardan biri olan La Traviata’ya adapte edildi. Aynı şekilde, Prosper Merimée’nin Carmen adlı romanı da[23] Romantik besteci Georges Bizet tarafından ilerleyen yıllarda oldukça başarılı bir operaya dönüştürüldü. Bu yönelimin en görkemli ve son örneği (Fransız Romantizminin en görkemli ve son örneği de kabul edebileceğimiz) Victor Hugo’nun 1862 tarihli epik romanı Sefiller’in[24] diğer türlere adaptasyonu ve sonrasında nesilden nesle aktarımıdır.

***

Hector Berlioz

Hiç şüphesiz, 19. yüzyılda Avrupa’nın kültür başkenti olan Paris Fransız olmayan sanatçılara da ev sahipliği yapıyordu. Hector Berlioz klasik müziğin Romantik bestecileri arasındaki en önemli Fransızdı ve 1830’da, henüz 27’sindeyken sahnelenen Symphonie fantastique hemen fark edilmese de, başlı başına Romantik devrimin en önde gelen eserlerinden biriydi;[25] ama Paris başka büyük dehalara da sahipti. Şehir, örneğin Polonya Romantizminin büyük ismi Fryderyk Chopin için 1830’dan 1849’daki ölümüne dek güvenli bir yuva oldu. Chopin ve Mickiewicz, Polonya’nın iki büyük dehası, ancak burada tanışabildi. İtalyan Romantizminin büyük bestecisi Gioachino Rossini de 1824’ten itibaren Paris’teydi ve Guillaume Tell’i, Reims’e Seyahat’i, Korint Kuşatması ve Sultan II. Mehmed’i hep bu şehirde besteledi. İtalyan Vincenzo Bellini kısa ömrünün son döneminde geldiği şehirde ünlü I Puritani’sini besteledi. Macar Franz (Ferenc) Liszt, Alman Richard Wagner ve daha niceleri Paris’teki Romantik Çağı yakalamak üzere bu şehre gelip sanatlarını dinleyicilere sunarken, bir yandan da kendilerini başkalarının eserleriyle besleyip zenginleştirdi. Bütün bu isimler Hugo’dan Baudelaire’e birçok Fransız entelektüelle de ahbaplık kurdu ve herkes bir diğeriyle kültürel alış-verişte bulunarak, belki hiç öyle bir niyet taşımasalar dahi, müzikte “bütüncül” bir Avrupa (pan-European) Romantizmi var etti.

Bununla beraber, Aydınlanmanın, Devrimin ve Napoléon’un getirdiği evrensel kültürel üstünlük hissinin Fransız entelektüellerinde Romantizmin içe bükülmek yerine dışa dönükleşmesi sonucunu getirdiğini de görmek gerekir. Örneğin Almanların, Romantizmin hâkim kültürel güç olduğu dönemde içe dönüp milli dillerinin zenginliklerini ve kültürlerinin derinliklerini keşfetmeye yöneldiği ve sıradan halkla, pastoral yaşamla, endüstrisiz, hatta devletsiz bir dünyayla bütünleştiği söylenebilir. Fransız Romantizmindeyse, bunun tam tersine, sanatçı ve düşünürlerin daha şehirli, devleti daha da merkeze alan, daha endüstriyel bir zeminde oldukları ve kendi kültürel köklerinden ziyade uzak ülkelerin egzotik kültürleriyle dünyalarını yeniden-büyülemeye yöneldikleri görülür.

Toparlamak gerekirse, Fransız Romantizmi, Sanayi Devriminden kaçarak doğaya dönüş çağrısında bulunan bir eko-kritikten ziyade, 1789 Devriminin ve Napoléon Çağının yorucu, yıkıcı, yeni baştan kurucu koşulları içinde şekillenmiştir. Aydınlanmanın ve soyut evrenselciliğin başlıca üssü olma iddiası, Fransa’nın sanatçılarında Alman Romantiklerindeki bireysel taşkınlıkların benzerlerini görmemizi engellemiştir. Her şeyin ötesinde, Fransız Romantizmi, Fransa’nın siyasi ve kültürel açıdan merkezileşmiş bir ülke olmasının da etkisiyle şehirli (Parisli) bir harekettir. Bu yönüyle, Jena Romantikleri gibi veya Byronvâri sansasyonel çıkışları olmayan, medeniyete fazlaca maruz kalmaktan coşkuları tırpanlanmış bir kibarlar grubu olarak da eleştirilmeye müsaittir. Buna rağmen kabaca 1800-1850 arasındaki büyük çalkantılar ve derinleşen modernite deneyimi Fransız Romantizminin temsilcilerini faydacı-materyalist değerlere, toplumsal parçalanmaya, adaletsizliğe ve özgürlükten mahrum kalmışlığa karşı birer isyancı olarak yetiştirip olgunlaştırmıştır. Balzac ve Stendhal gibi isimler üzerinden Realizm ve Sembolizmle iç içe giren yapısı ve hâlâ çözülemeyen düğümleriyle Fransız Romantizmi birçok bakımdan aşılamamış görkemli kültürel bir devrimdir.  


[1] Charles Baudelaire, Romantizmi tanımlamaya çalışırken kendini Delacroix’yı anlatırken bulur. Bkz. Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları, 7. baskı, 2013, s. 95-128.

[2] Arthur Mitzman, “Romantizm ve Devrim: Jules Michelet’nin Vizyonu”, içinde: Max Blechman (der.), Devrimci Romantizm, çev. Bilal Çölgeçen, İstanbul: Versus Kitap, 2007, s. 100.

[3] Geoffrey Hartman, “Reflections on Romanticism in France”, Studies in Romanticism, Vol. 9, No. 4, Sonbahar 1970, s. 238.

[4] 1848’deki Komünist Manifesto’ya uzanan yolda Saint-Simon, Fourier, Blanqui, Considérant gibi Fransızları hatırlamak gerekir. Henri Peyre, “The Originality of French Romanticism”, Symposium: A Quarterly Journal in Modern Literatures, Vol. 23, No. 3-4, Sonbahar-Kış 1969, s. 341-342. Konuyu derleyip toplayan bir panoramik bakış için, Ateş Uslu, “Sosyalist Düşüncenin Kaynakları: Büyük Britanya ve Fransa’da İşçi Hareketlerinin Başlangıcı ve Ütopya Düşüncesi (1800-1830)”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 70, Sayı: 1, s.35-63; özellikle s. 48 vd.

[5] Seymour Drescher, “America and French Romanticism During the July Monarchy”, American Quarterly,

Vol. 11, No. 1, Bahar 1959, s. 3-20.

[6] Emily a. Haddad, Orientalist Poetics: The Islamic Middle East in Nineteenth-Century English and French Poetry, Londra: Routledge, 2002; özellikle Hugo, Gautier ve Musset’de Şark toplumlarının temsili ve çarpık temsili bakımından okunmaya değer bölümler içerir.

[7] Aynı hatayı 1870 yılında, şöhretinin zirvesindeki Victor Hugo da yapacaktır.

[8] Alphonse de Lamartine, “Göl” çev. Yaşar Nabi Nayır, http://www.siirpenceresi.com/cevirisiir/lamartine.htm (çevrimiçi), 1 Mayıs 2020.

[9] Jonathan Strauss, “The Poetry of Loss: Lamartine, Musset, and Nerval”, içinde: Michael Ferber (der.), European Romanticism, Londra: Blackwell Publishing, s. 192.

[10] Cevdet Perin, Fransız Romantizmi, Ankara: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Neşriyatı, Uzluk Basımevi, 1942, s. 109.

[11] Alfred de Vigny, Chatterton, çev. Edip Köknel, İstanbul: Şirketi Mürettibiye Matbaası, 1943; Alfred De Vigny, Askerliğin Kulluğu ve Büyüklüğü, çev. Halim Kiper, Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1947.

[12] Gérard de Nerval, Ateşin Kızları, çev. Erdoğan Alkan, İstanbul: İthaki Yayınları, 2004.

[13] Gérard de Nerval, Aurélia, çev. Erdoğan Alkan, İstanbul: Cumhuriyet Kitap, 2001.

[14] Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden, İstanbul: Çekirdek Yayınları, 2005.

[15] Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, çev. Erdoğan Alkan, İstanbul: Cumhuriyet Kitap, 2001.

[16] Gérard de Nerval, Doğu’da Seyahat, çev. Selahattin Hilav, İstanbul: YKY, 2004.

[17] Peyre, “The Originality of French Romanticism”, s. 339.

[18] Alfred de Musset, Bir Zamane Çocuğunun İtirafları, çev. Yaşar Nabi Nayır, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1941.

[19] Musset, Romantizmi “bir kelebeğin kanadını beyhude yere yakalarsınız, çünkü bu kanadı vücude getiren tüyler parmaklarınızın arasında eriyiverir. Romantizm ağlayan bir yıldızdır, Romantizm inleyen bir rüzgârdır, Romantizm ürperen gecedir… Romantizm beklenmeyen bir parıltı, hasta bir sermestidir” diye tanımlayarak bireysel romantizmin melankolik, kırılgan ve hislere dönük yüzünü resmetmiştir. Aktaran Perin, Fransız Romantizmi, s. 10.

[20] Alfred de Musset, Şamdancı, çev. Bedrettin Tuncel, Sabahattin Eyuboğlu, Ankara: Maarif Matbaası, 1942; Alfred de Musset, Marianne’ın Kalbi, çev. Sabahattin Eyuboğlu, Bedrettin Tuncel, Ankara: Maarif Matbaası, 1942.

[21] Bütün eserleri Türkiye’de yüz elli yıldır büyük ilgi gören Victor Hugo’nun Cromwell’i –ilginçtir– hiç Türkçeye çevrilmemiştir. Merhum Cevdet Perin’in yıllar evvel yaptığı tahlil bir özet de içerir. Bkz. Perin, Fransız Romantizmi, s. 31-34. Hernani için bkz. Victor Hugo, Hernani, çev. Cemil Meriç, Ankara: Maarif Basımevi, 1956.

[22] Alexandre Dumas fils, Kamelyalı Kadın, çev. Şebnem Bozkurt, İstanbul: Antik Yayınları, 2. baskı, 2014.

[23] Prosper Merimée, Carmen, çev. Nesrin Altınova, Ankara: İmge Kitabevi, 2014.

[24] Türkçedeki ilk tam çevirisi için bkz. Victor Hugo, Sefiller, 5 Cilt, çev. Şemsettin Sami, İstanbul: Cihan Kitaphanesi, 1934. Güncel, düzgün bir edisyon olarak, Sefiller, 2 Cilt, çev. Birsen Uzma, İstanbul: Oğlak Yayınları, 2. baskı, 2019.

[25] Serhan Bali, Müzikte Romantik Dönem Bestecileri, İstanbul: VakıfBank Kültür Yayınları, 2018, s. 102-113.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl