Ana Sayfa Kritik 220. Doğum Yıldönümünde Fransa’nın Tarihçisi: JULES MICHELET

220. Doğum Yıldönümünde Fransa’nın Tarihçisi: JULES MICHELET

220. Doğum Yıldönümünde Fransa’nın Tarihçisi: JULES MICHELET

İngiltere bir imparatorluktur, Almanya bir millet, bir ırk; Fransa bir kişidir.”1

1851’de College de France’daki hocalık görevinden ikinci ve son kez uzaklaştırılmadan önce Jules Michelet genç bir öğrencisine şöyle demişti: Bizim bugünkü çabamız kristal bir şişenin içine kapatılmış bir insanın yaptığına benziyor. Kişi kendi sesinin gayet güçlü duyulduğunu zannediyor çünkü sesi iç duvarlara çarpıyor ve geri dönüyor. Halbuki dışarıdakiler, halkın mensupları hiçbir şey duymuyor.”2

Bu satırların yazılmasından 115 yıl sonra, Gordon Wright, Michelet’nin History of the French Revolution (Tarih ve Fransız İhtilali) adıyla basılan ünlü eseri Histoire de France’ın (Fransa Tarihi) İngilizce baskısının önsözünde şöyle demişti: “Michelet’nin mor retoriği, lirik uçuşları, ateşli ön yargıları yepyeni bir stile işaret eder. Yeni tip tarihçiler Michelet’ye pek az atıfta bulunurlar, en fazla bibliyografyalarında gösterirler. Bu yavan çağda, kim Michelet’yi okumak ister ki yayıncılar istesin.”3

Kimdir, sesinin halk tarafından bir türlü duyulmadığından şikâyet eden ve günümüzde de “mor retoriği” okunmaya değer bulunmayan Jules Michelet?

21 Ağustos 1798’de Paris’te bir Huguenot4 ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Jules Michelet, usta bir matbaacı olan babasının sarayla iyi ilişkileri sayesinde ünlü Lycée Charlemagne’a gitme şansını bulmuştu. Okulun dikkat çeken öğrencilerinden biri olarak girdiği üniversite sınavında başarılı olduktan (1821) sonra Collège Rollin’e öğretmen olarak atanan Michelet üç yıl sonra da evlendi.5 1825 ila 1827 arasında içinde yaşadığı döneme ilişkin kronolojik tablolar üretmekle meşgul olan Michelet, École normale’de (Yüksek Öğretmen Okulu) öğretmenlik yapmaya başladıktan sonra önce iki ciltlik Histoire romaine (Roma Tarihi) adlı eserini yayımladı. Ardından Giambattista Vico’nun6 Scienza nuova (Yeni Bilim) adlı eserini çevirerek Vicocu düşüncelerle yakınlaşmaya başladı.7

1838 yılı Michelet’nin yaşamında büyük öneme sahiptir. Bu yıl College de France’daki8 derslerinde ve Le prêtre, de la femme et de la famille (1843) and Le peuple (1846) adlı kitaplarındaki görüşlerinden dolayı kendisine cephe alan Cizvitlerle ateşli bir polemiğe girişir. Anlattığı olaylara kendi kişiliğini de katarak uyguladığı “geçmişi canlandırma” (ya da “tarihi yeniden yaratma”) yöntemi o güne kadarki tarih yazımında önemli bir üslup devrimine işaret eder.9 Aslında Michelet’nin kişiliğini ve tarih anlayışını anlayabilmek için eserlerini çevirdiği felsefeci Giambattista Vico’yu, Lycée Charlemagne’daki hocası Abel-François Villemain’ı ve 20’li yaşlarının ortasında çalışmaya başladığı hocası Victor Cousin’i, sevgilisi Madam Dumesnil’i, ikinci karısı Athenaïs (Adèle) Mialaret’yi tanımak gerekir.10 Ancak bütün bunlardan önce Michelet’in içine doğduğu dönemi iyi anlamak gerekir.

Romantisizm

Bilindiği gibi Batı dünyasında 19.yüzyıl başında tarih araştırmalarını profesyonel bir disipline dönüştürme çabalarında önemli bir dönemeç Willhelm von Humbolt tarafından 1810’da yeniden örgütlenen Berlin Üniversitesi bünyesinde alınmıştır. Üniversiteye hoca olarak davet edilen Leopold Ranke’nin tarihi katı kurallara bağlı bir bilim olarak tanımlaması, bütün değer yargılarını ve metafizik spekülasyonları reddeden nesnel araştırmaya yönelmesi ve bunun için birincil kaynakların eleştirel bir değerlendirmesini şart koşması, tarih yazımında gerçekten bir devrim niteliği taşımaktadır.11

Söz konusu dönemde tarihçilerin hiç de Jules Michelet’nin yakındığı gibi gözden ırak olmadığını düşündüren pek çok örnek görebiliriz. Gerek Fransa’da gerekse ABD’de Jules Michelet de dahil olmak üzere, Louis Blanc, Alphonse de Lamartine, Alexis de Tocqueville, Hippolyte Taine, Adolph Thiers, Thomas Babington Macaulay ve George Bancfort gibi tarihçiler büyük kitleler tarafından okunmaktadır.12

Michelet’nin tarih anlayışında 18. yüzyıl usçuluğuna ve maddeciliğine bir tepki olarak ortaya çıkan Romantizm akımının büyük etkisi vardır. Bilindiği gibi Romantizm, doğal güzelliklere duyulan derin bir hayranlık; akla karşı duygunun, zihne karşı duyuların yüceltilmesi; insan benliğinin manevi unsurlarının öne çıkarılması; tarihte kahramanların, dehaların rolünün önemsenmesi gibi yönleriyle milliyetçilik akımına büyük güç vermiştir. Romantizmin Avrupa’da yayılması Fransız Devrimi’ni takip eden sayısız devrimin yarattığı kargaşa ortamında çok daha kolay olmuştu. Özellikle 1840’larda Sosyal Romantizm, sosyal varoluşta, insan doğasında ve doğada bir uyum arayışında olan yazarlar ve felsefeciler tarafından adeta yarı-dinsel bir mertebeye çıkarılmıştır.13 Ama Michelet, Hayden White’ın dediği gibi dönemin gerçek ruhunu değil, ondan geriye kalan sayısız skandalı, çürümeyi, bayalığı görmüştür ve bu özellikle dev eseri Histoire de France’ın (Fransa’nın Tarihi) her tarafına yayılmıştır.14

Sosyal Romantikler arasında eski Saint Simoncu Pierre Leroux ve Jean Reynaud, Hıristiyan Sosyalistlerden Hughes Felicité Robert de Lamennais, romantik yazarlardan George Sand ve Victor Hugo, solcu liberallerden Edgar Quinet gibi değişik görüşlerden kişilere rastlamak mümkündür.15 Peki, bu kadar farklı şahsiyetleri bir araya gelmeye iten tarihsel arka plan nedir?

Devrimler Çağı”

1787’de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799’a kadar süren toplumsal altüst oluş Fransa’da eski rejimi (ancién regime) sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. 1792’de Fransa’da Cumhuriyet ilan edildi. 1793-1794 arasında “ihtilal çocuklarını yedi.” 1795’de Direktvuar idaresi kuruldu, o da sorunlara çözüm olmadı 1799’da Konsüllük idaresine geçildi. İlk konsül Napolyon Bonapart’ın ilk işi Avrupa’nın güçlü devletlerine savaş açmak oldu. Bu arada Napolyon konsül olmakla yetinmeyip imparatorluğunu ilan etti. Napolyon ordularının 1815’de Waterloo’da mutlak biçimde yenilmesiyle başlayan Restorasyon Dönemi paradoksal olarak orta ve alt sınıfların giderek devrimci bir tavır takınmasına neden oldu. Fransa’da hak ve özgürlükler hareketi, İtalya’da Carbonari, Almanya’da Bursenschaften gibi gizli örgütler, Britanya Adası’nda Chartist Hareket gibi önemli ama soluksuz bir hareket döneme damgasını vurdu. 1830’de Avrupa’nın değişik yerlerinde birbiri ardına ulusalcı devrimler patlak verdi. Ama bunlardan sadece biri başarılı oldu. 1830’da Brüksel’de başlayan bir ayaklanma sonucu Hollanda’dan ayrılan Katolik Flaman ve Valonlar Belçika devletini kurdular.

Ancak Fransa’da Louis Philippe iktidarının sanayileşme hamlesi ve özellikle demiryolu inşaatlarına ağırlık vermesiyle işçi sınıfının büyümeye başlaması, 1791 tarihli grevleri yasaklayan Chapelier Kanunu’na rağmen işçilerin grevlere gitmesi ve “classe ouvrière” (işçi sınıfı) teriminin, Journal des Ouvriers gibi işçi gazetelerinin ortaya çıkması, 1834’de Pierre Leroux tarafından “sosyalist” deyiminin kullanılması, işçilerin Saint-Simeon ve Proudhon gibi düşünürlerden etkilenişini, işçi kulüpleri, toplantı ve seminerleri hep bu dönemin ürünüdür.

1848 devrimleri, Marx ve Komünist Manifesto

1848 ise Avrupa’nın boydan boya devrimci ruhla ayaklandığı yıl olur. Fransa’da yaşanan finansal kriz her şeyi daha kötüleştirmiş şehirlerde işsizlik artmış, 15 saate kadar çalışmak zorunda kalan “şanslı” (!) işçiler gelirlerinin yüzde 70’ini gıdaya harcamak zorunda kalmışlardır. Kırsal bölgelerden şehirlere doğru büyük bir göç başlamıştır. İçki ve eğitimsizlikle artan suç oranları, okuma yazma sorunları bir yandan, tehlikeli yazarların halkı ayaklanmaya teşvik eden yayınları diğer yandan (örneğin Karl Marx, Komünist Manifesto’sunun Almanca baskısını 21 Şubat 1848’de Londra’da yayınlamıştır16) yüksek sınıfları derin bir “yoksullar korkusu” sarmıştır. Bu krizin sonunda yine bir Napolyon, ama bu sefer Louis Napolyon 5,5 milyon oyla Cumhurbaşkanı olur.

Benzer bir durum Prusya’da yaşanmaktadır. Hızlı endüstrileşmenin çalışan sınıfların yaşam standartlarında yarattığı çöküş alkol tüketimini arttırır. Şehirlerin sağlıksız mahallerine sıkışıp kalan yoksulları hastalık, özelliklede kolera tehdit eder. 1844-1847 arasında tekstil sektörü büyük bir krize girince orta sınıflar bile homurdanmaya başlar. İrlanda’da halk 1845’te patates kıtlığından kırılmış, 1846’daki hasat da kötü olunca birçoğu anakaraya doğru yola çıkmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprakları, İtalya yarımadası da benzer kriz içindedir.

Ancak bu devrimler de başarılı olamaz. Bunun nedenine dair ipuçlarını “1830 Devrimi” sırasında geçen olayların anlatıldığı Sefiller adlı romanın yazarı Victor Hugo’nun hatıratında buluruz. Victor Hugo reformistler öncülüğündeki Paris halkının hükümeti devirip kralın yurtdışına kaçmasını sağlayan ayaklanmanın zafer günü olan 24 Şubat 1848’i şöyle anlatır:

“Bastille Meydanı’nda işçilerin çoğunlukta olduğu ateşli bir kalabalık vardı. Çoğu, kışlalardan alınan ya da askerlerin verdiği tüfeklerle silahlanmıştı. ‘Victor Hugo! Victor Hugo bu! Bazıları beni selamlıyor. (…) Sesimi duyurmak için sütunun üzerine çıkıyorum. (…) Hemen Louis-Philip’in tahttan çekildiğini söyleyerek söze başlıyorum. (…) Orleans Düşesi’nin tahta vekalet edeceğini duyurduğumda bu şiddetli tepkilere yol açıyor. (…) Hiçbir şey hazır değil, hiçbir şey. Bu tam bir altüst oluş, yıkım, sefalet, belki iç savaş, ama her koşulda bilinmezlik (…) Bir ses, tek bir ses yükseldi: Yaşasın Cumhuriyet! Ona yankı yapan tek bir ses bile yok. Zavallı büyük halk, bilinçsiz ve kör! Ne istemediğini biliyor, ama ne istediğini bilmiyor!”17

Evet, Victor Hugo haklıdır ve Marx’ın öngörüsünün tersine sadece Fransa’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı örgütlü değildir. Sonuçta bu devrimlerin hepsi kanla bastırılır. “Yenildik, aşağılandık…. Dağıtıldık, hapsedildik, silahsızlandırıldık ve susturulduk. Avrupa demokrasinin kaderi ellerimizden kayıp gitti…” diyecektir anarşist Pierre J. Proudhon yenilgiden sonra.

İşte yönetenlerin yönetemez halde, yönetilenlerin ise yönetim şekline dayanamaz halde olduğu, ancak isyancıların örgütsüz olduğu yılların yazarıdır Jules Michelet. 1846’da yayımlanan Le Peuple adlı eseri aslında tam da bu duyguların eseridir. Kitabında Fransız işçi sınıfının ortaya çıkışını ve karakterini tahlil eden Michelet’ye göre endüstrileşme ve modernleşme siyasi ve ideolojik çatışmalara neden olmuştur. Ona göre yurdunu seven insanların ortaya çıkması Fransa’nın pek çok sorununu çözmeye yetecektir. Bu anlamda Jean d’Arc’ın şahsında “insanoğlunun sahip olduğu gerçek asalete” bir övgü düzer.18 Ancak kitaplar incelendiğinde görülecektir ki, Marksist tarihçilerce sınıfların uzlaşmasından yana olduğu ve ulus-devletin ebediyete kadar sürmesi istediği için eleştirilen Jules Michelet 1848 sürecini anlamaktan uzaktır.

Yazarlık öyküsü

1848 devrimlerinin yenilgiye uğraması ile politikadan iyice uzaklaşan ve kendini tamamen yazmaya veren Michelet, Histoire de France dizisine ara vererek Histoire de la revolution française (1846-1853) adlı eseri üzerine çalışmaya başlar. Buna bolca vakti olacaktır, çünkü 2 Aralık 1852’de imparatorluğunu ilan eden III. Napolyon’a bağlılık yemini etmediği için 1852’de Collège de France’daki işini kaybetmiştir.

Ancak 1849’da Madame Athénaïs Mialaret’le evlenmesi yazarı ruhen yenilenmiş olmalıdır ki,19 müthiş bir üretkenlikle peşpeşe Les Femmes de la revolution (Devrimin Kadınları-1854) ve L’Oiseau (Kuş-1856), L’Insecte (1857) L’Amour (Aşk-1859), La Femme (Kadın-1860), La Mer (Deniz-1861), La Sorcière (Büyü-1862), La Bible de l’humanité (İnsanlık Kitabı-1864), La Montagne (1868) ve Nos fils (1869) adlı kitaplarını yayımlar. 20

Bu kitapların isimleri bile başlıbaşına ilgiyi hak eder. Doğa, kadın ve erotizm konularının Michelet’nin ilgi alanına girmesi bir doğa bilimci olan eşine duyduğu aşka bağlanır. Gerçekten de ölümünden sonra yazarın anılarını bazı değişikliklerle yayınlanan eşi Athénaïs’in anlattıklarına bakılırsa, “Michelet’den yirmi sekiz yaş küçük olan Athénaïs babası öldüğünde on dört yaşındadır ve bu durumu bir türlü kabul edemez. Adeta var olmayı ve büyümeyi durdurur. Kendini tüm zevklere kapatmış, hatta menstürasyonunu (aylık kanamalarını) bile durdurmuştur. Michelet ile olan evliliğinde cinsel endişelerinden kurtulmaya çabalarken kendi babasıyla evlendiği fikrini bir türlü savuşturamaz. Trajik bir doğum olayının ardından bu kez Michelet, Athénaïs’in annesi olmaya soyunur. Karısının kişisel temizliği ve cinsel hayatı dahil her tür mahremiyetini gözlemleyip kaleme almak ister.”21 Bu arada Michelet doğa bilimci karısının etkisiyle Panteizme büyük ilgi duyar.

Fransa tarihine dönüş

Michelet ardından tekrar Histoire de France’a geri döner ve 19 ciltlik eserini nihayet 1867’de tamamlar. İlk cildi Karolenj Devleti’ni imparatorluğa dönüştüren Charlemagne’ın ölümüyle (814) başlayan kitabın ikinci cildi Fransa’da feodalizmin doğuşunu ele alır. Üçüncü cilt ile 16. ciltler, 13-18. yüzyıllar ile Rönesans ve Reform’a ayrılmıştır. Son üç cilt ise 18. Yüzyıldan ve Fransız Devrimi’nden söz eder.

Pek çok kişi, son derece heyecanlı bir dille yazılmasına rağmen bu son üç cildin Michelet’nin en iyi eseri olmamasını yazarın henüz olaylara soğukkanlı bakacak kadar uzaklaşmamasına bağlarlar. Renkli bir vakayiname olan kitapta 1789 Fransız Devrimi’nin doruk noktası, kilise ya da monarşinin lütfuna karşı adaletin zaferi olarak ele alınmaktadır. Eser neredeyse 30 yıllık bir çabanın ürünü olarak sempatiyi hak eder ancak, hemen bütün tarihçilerce eser, belgelerin aceleci ve kötü biçimde kullanılması, simgesel yorumlara aşırı derecede yer verilmesi, kilise ve devlete duyulan nefretle biçimlenen öznelliği yüzünden eleştirilmiştir.22 Belki de 1871 Paris Komünü’nün ateşli günlerinde yazmaya giriştiği23 ancak bitiremediği 19. Yüzyılın tarihine dair cildin girişinde söylediği gibi, müthiş çalkantılı bir çağ olan 19. yüzyıl Michelet’yi ezmiştir.24

9 Şubat 1874’te kalp krizi sonucu hayata veda eden Michelet’in bedeni, karısı Athénaïs’in isteği üzerine 13 Mayıs 1876’ya kadar tahnitlenerek saklanır. 16 Mayıs’ta Paris’teki Père Lachaise mezarlığına gömülür. Michelet’in anıt mezarı mimar Jean-Louis Pascal tarafından 1893’te tamamlanacaktır.

Bitirirken

Jules Michelet kendini orta çağların renkli bir tarihini yazmaya adamış ilk insandı. Eserlerini yazarken mesleği dolayısıyla kolayca ulaşabildiği binlerce belgeden yararlanma fırsatını da elde etti ancak bunları Leopold Ranke’nin tarif ettiği türden bir eleştiri süzgecinden geçirmeye imkân vermeyen bir karakteri vardı. Bu karakter elbette içine doğduğu sosyal ve siyasal koşullarla biçimlenmişti ancak, evliliklerinin ve etrafındaki kişilerin etkisinde kalmaya elverişli bir yanı olduğu da açıktı. İmparatorluğa ve kiliseye karşı duyduğu sınırsız nefret pek çok kez eserlerinin nesnelliğini zedelese de geçen yüzyıldan beri çağımızın en önemli siyasal konusu olan ve olmaya da devam edeceği anlaşılan “ulus” kavramına gerçek anlamını veren kişi Michelet olmuştur.

Michelet’nin 20 Eylül 1792’de Valmy’de, Fransa’nın Avusturya ve Prusya ordularını yenerek Fransız Devrimi’ndeki en önemli dönemeci alması üzerine halkın “yaşasın ulus” diye bağırdığı rivayet edilir. Kavramın bugünkü anlamını kazanması Michelet (ve daha sonraları Maurice Barrès, Charles Maurras) gibi düşünürler tarafından sağlanmıştır. Sadece bu açıdan bile Jules Michelet, baştaki epigrafa layık bir kişiliktir.

Jules Michelet, Histoire de France, ed. Chamerot, Hachette, 1861, t. 2, livre III, s. 103. Epigrafın Fransızcası şöyle: “L’Angleterre est un empire, l’Allemagne un pays, une race; la France est une personne.”

Aktaran Artur Mitzman, “Michelet and Social Romanticism:Religion, Revolution, Nature,” Journal of the History of Ideas, 57.4 (1996), s. 659.

3 Jules Michelet, History of the French Revolution, Ed. Gordon Wright, Chicago and London: University of Chicago Press, 1967, s. ix.

“Huguenotlar” terimi 16 ve 17.yy’larda Fransa’da yaşayan Protestan Reformist Kilisesi mensuplarını tanımlamakta kullanıldı. Huguenot teriminin kökeni hakkında bilgiler çelişkilidir ancak genel olarak “Cenevreden gelen İsviçreli” demek olan Almanca Eidgenosse sözcüğünün deforme hali olduğu kabul edilir. Bilindiği gibi Cenevre Protestanlığın bir dalı olan Kalvinciliği başlatan John Calvin’in memleketidir. Bu şekliyle Huguenot “Fransız Kalvincisi” anlamına kullanılır.

“Michelet, Jules” maddesi, Ana Britannica, İstanbul: Ana Yayıncılık, 2000, 16. Cilt, s. 53-54.

6 Giambattista Vico 1668-1774 yılları arasında yaşamış, Hegel ve Marks’ı etkilemiş felsefecidir.

7 John Mali, Mythistory:Making of a Modern Historiography, University Of Chicago, 2003, s. 36-90.

8 College de France, I. François tarafından kilisenin kontrolündeki Sorbonne Üniversitesi’ni dengelemek amacıyla kurulmuş laik bir okuldu. Bkz. Mitzman, s. 663.

9 Hayden White, Metahistory:The Historical Imagination in the Nineteenth Century in Europe, The Johns Hopkins University Pres, 1973, s. 158.

10 Mitzman, s. 660.

11 Georg G. Iggers, Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Tarih Vakfı Yayınları, 2003, s.23-25.

12 a.g.e., s. 27.

13 a.g.e., s. 418.

14 Companion to Historiography, Ed. Michael Bentley, London, New York:Routledge, 1997, s. 411-417.

15 Mitzman, s. 661.

16 Komünist Manifesto’nun Türkçesi için bkz. www.kurtuluscephesi.com/orjinal/manifesto.pdf.

17 Victor Hugo’nun Anıları için bkz. http://www.gavroche.org/vhugo/VHM/vhm-toc.gav

18 “Jules Michelet and History of France,” http://www.age-of-the-sage.org/history/historian/Jules_Michelet.html.

19 Mitzman, s. 669.

20 Yazarın ölümünden (9 Şubat 1874) sonra yayınlanacak olan Le Banquet ise ölümüne kadar yaşadığı Riviera bölgesindeki halkın yoksulluğu üzerinedir. Origines du droit français, cherchées dans les symboles et les formules du droit universel (Fransız kanunlarının kaynağı ve üniversal kanunların formüllerinin ve sembollerinin izinde) adlı eseri Auguste Émile Faguet tarafından 1890’da yayımlanmıştır.

21 Hande Öğüt, “Sanatçı ve kadını,” Radikal 2, 30 Aralık 2005.

22 Rönesans yani yeniden doğuş kelimesini ilk kullanan Rönesans sanatının Giotto’dan (1267?-1337) başlayıp 16. yüzyıla kadar İtalya yarımadasının hemen hemen kayda değer bütün sanatçılarının hayat hikayelerini yazan Vassari olmuştur. Vassari’nin “rinascità” dediği bu sanat dönemine, bilimden devlet yönetimine, dinsel reformlardan edebiyata pek çok alananı da içine katıp, onu bütün Avrupa’da, orta çağdan çıkış hareketi olararak görüp değerlendiren ve “Rönesans” terimini yaygınlaştıranlarsa Histoire de France’ın 7. cildine “La Renaissance” adını veren Jules Michelet ve ondan beş yıl sonra (1860) basılan Die Cultur der Renaissance in Italien (İtalya’da Rönesans Kültürü) adlı yapıtıyla bugün bile değerinden bir şey kaybetmeyen Jakob Burckhardt’dır. Ayrıntılı bilgi için: Rönesans’ın Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 2005.

23 18 Mart-28 Mayıs 1871 arasında 72 gün süren Paris Komünü hakkında, Marx Birinci Enternasyonal’deki yol arkadaşlarına gönderdiği mektupta şöyle diyecektir: “Tarih bu büyüklükte bir örneğe sahip olmadı. Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele ve onun devleti artık yeni bir aşamaya girdi.” Marx daha sonra Paris Komünü deneyiminin güçlü ve zayıf yanlarını bir kez daha değerlendirir. Komün’ün dersleri Marx’ın devlet ve devrim teorilerini geliştirmesinde etkili olur. İmparatorluğa büyük düşmanlığına rağmen 4 Eylül 1870 de Michelet ve Athénaïs İtalya-Floransa’ya giderler ve Komün’ün ateşinden uzak kalırlar. Michelet Marx’ın tersine, aynen 1848’e olduğu gibi 1871 deneyimine de sempati duymayacaktır. Çünkü Michelet’in “halk” derken kastettiği köylü yığınlarıdır ve endüstrileşme ile ortaya çıkan işçi sınıfı onun ideal Fransa kavramsallaştırmasına yabancıdır. Ayrıntılı bilgi için: Stephen A. Kippur, Jules Michelet, a Study of Mind and Sensibility, Albany, NY: State University of New York Press, 1981, s. 219-221.

24 İfadenin Fransızcası “l’âge me presse.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl