1. “Sözden öte, sonsuz bakış, beden dili, sınırlar ve eşikler” gibi dikkat çekici başlıkların yer aldığı 4.Uluslararası Mardin Bienali, geniş bir sanatçı katılımıyla, Fırat Arapoğlu, Nazlı Gürlek, Derya Yücel küratörlüğünden geçerek kentte dinamik bir sanat gündemini oluşturmayı başardı. Yoğun bir katılımın olduğu açılış programında bir çok sanatçıyı ve sanat izleyicisini buluşturan bienal, şehrin sanatsal bir döngüsünün oluşması sürecinde etkili bir rol üstlenmesi gerektiğini dile getiren düşüncelerimizle örtüşen bir girizgah yapmış oldu. Ve böylece kentin başka bir “kurumu” da uzun bir aradan sonra “mesai” yapmış oldu.

Yaptığı müze faaliyeti bir ressamın sergisini yıllarca sergiletmek olan Mardin Sabancı müzesinin “istediğinde” dünyada büyük yankı uyandıran çalışmalara imza atmış Çinli sanatçı Ai Wei Wei sergisini kente getirebileceğini de göstermiş oldu. (Mardin’de çağdaş sanat konuşmaları etkinliğimizde bu durumları 8 ay boyunca eleştirisel bir düzeyde dillendirdiğimiz için, bu “şimdilik dönüşümün” çok küçük bir payına sahip olduğumuzu düşünüyoruz.)  

Bu etkinliklerin bir sürekliliği kendinde nasıl disipline edeceği, şehirle kurduğu ilişkinin mekân sınırından ve anlatısından nasıl taşacağı, şehir ve insanla yapacağı temasta nasıl bir dil çatacağıyla ilgili birçok soru bir yerde cevaplarını da aramaya devam ediyor. Çünkü “açılış” ile “kapanış” aynı güne denk düştüğü zaman, her şey kısa bir an için esen bir rüzgârın “götürdüğü” ve “bıraktığıyla” sınırlı kalıyor. Açılıştan birkaç gün sonra bazı işlerin artık görünmesinin mümkün olmaması, kaldırılmış olması, “açılış- misafirlerin kendi aralarında görüşmesi- tebrikler faslı- istiklal marşının okunması ve kapanış” ritüelini anımsattığı için söz konusu sanat etkinliği verilmiş bir parti sonrasına dönüşme riskini taşır.      

Yürümeye başlıyorum.

  1. Mardin Bienali kapsamında Mardin’e gelen ülkenin renkli simlerinin ve simalarının şehirden ayrılmalarına müteakip Ramazan ayını ağırlamaya başlayan ahalinin ( hikâyenin çoğu mutfakta gerçekleştiği için) sessiz ve sakin bıraktığı sokaklarda bienalin mekânlarını tekrar geziyorum. Neden bir daha gezmeye başlıyorum? Çünkü bienal açılışında şehirde bulunan kültür turistlerinin, Mardinli olduğumuzu fark etmeleriyle birlikte (karadır kaşları) burada yaşadığımız için kendimizi çok şanslı hissetmemiz gerektiğini ısrarla söylemeleri bizleri şımartıyordu.

(Ee kalsaydınız? Yok, çocuğun okulu var!)

Bir kentle kurulan ilişkinin tüm sözcüklerinde, bir kente yönetilen tüm bakışlarda ve bir kenti gören tüm gözlerde “Her şey adeta bir tablo” olunca insanın ona bir çerçeve yapma ve onu bir yere asma dışında zahmete gireceği pek bir durumu kalmıyor. Dolasıyla bienal için seçilmiş mekanlar bu “kadim şehrin”  hayranlık uyandıran mimari yapılarında sergileniyor.

Böylece bir kültür turizmi rüzgârı da esmiş oluyor.

  1. Mekânlar haliyle çok merdivenli, çok dar koridorlardan birbirleriyle bağlantılı bölümlere geçiş yapabileceğin bir özellikte olduğu için çoğu şeyde olduğu gibi engelli bir insanın bu sergilere nasıl ulaşabileceği düşünülmemiş. “Yürüyemeyenler” başlarını kaldırdıkları gibi her defasında “adeta bir tabloyu” gördükleri için sanatsal ihtiyaçlarını bu şekilde karşıladıkları sanılıyor belki de.

Yürüyorum…

Otoritenin kendini ispatlayacağı araçlarının dün ve bugün giremedikleri sokaklarla baş etmek için kendince “genişletme” adını verdiği ama özü itibariyle bir yıkımdan oluşan yöntemlerine “Sokağın zoru” adlı kamusal alan projesiyle dokunmuş olan Sanatçı İhsan Oturmak’ın dar bir sokağa sıkışmış olan otomobil işinin çok geçmeden sokaktan kaldırıldığını görüyorum.

Neyse ki sokak henüz kaldırılmamış!

Sanatçı Cengiz Tekin’in Revaklı çarşı meydanında 200 metre karelik mavi protokol halısıyla yaptığı “Bir parça özgürlük” adını verdiği çalışması da bienalin açılışından birkaç gün sonra meydandan kaldırılmış durumda.

Arka fonda “umarım ihtiyacı olan birine gidiyordur sanattan aldıkları halı…” sözünü mırıldayarak, bienalin alamet-i farikası haline getirilmiş sanatçı Taner Ceylan’ın yaptığı ve peygamber İsa’yı kan revan haliyle resmettiği “Acıların adamı” adını verdiği tuval üzerine yağlı boya tablosuna bakmak için Meryem Ana kilisesine yürüyorum. Sahi ben neden öyle dümdüz bir şekilde Ressam Taner Ceylan deme gafletine düştüm ki? Düzeltme: Dünyada tabloları en pahalı fiyatlardan satılan ve yaşayan ve Türk Ressam Taner Ceylan.

Kilisenin kapısına asılmış levhada yazılan yazı söz konusu tabloyu görme ihtimalini ortadan kaldırmaya yetiyor. “Mutlulukla içeri girin, dileyin size verilecektir”.

İnsan doğal olarak dağların kızı Heidi gülümsemesiyle kapıyı çalmaya başlıyor. Açan olmuyor. Allah bir kapıyı kapatınca başka bir kapıyı mutlaka açıyor sözünü doğrulatırcasına o muhitin bir sakini olduğu kendinden emin konuşmasından anlaşılan bir beyefendi “Boşuna çalmayın kapıyı, İstanbul’a gittiler” demeye başlıyor.  Bünyeye fazlasıyla Yeşilçam filmleri zerk edildiği için “ Ne yani Müjgan gitti mi, yani bir daha olmayacak mı” şeklinde bir bilinçaltı refleksimi o an bastırıp, “beyim, biz İstanbul’dan buraya gelmiş bir tabloya bakacaktık” diyorum.  Kapıyı açan olmuyor! Sadece bana açılmamış bir kapı olmadığını, ziyaret etmek için giden birçok ahbaptan duyuyorum sonra…

Bir önceki yazılarımda değindiğim Marius Bauer sergisinin 3 aylığına Mardin Sabancı müzesine gelip 5 yıl boyunca sergilenmesini ile Mardin Bienali kapsamında bir aylığına gelip açılıştan sonra “hiç görünmeyen” Taner Ceylan sergisini bir arada düşünmeye başlayınca, bu işin bir ortası, bir normali, bir dengesi yok mudur soruları aklımda dönmeye başlıyor. Gülüşünü  Heidi gülüşü yapabiliyorsun da gezdiğin dağ Alp dağları olmayınca iş değişiyor. Türküsü bile “gezme ceylan bu dağlarda” olunca, Taner Ceylan ne yapsın?

Sonra, her şeyin yerli ve milli bir süzgeçten geçtiği yurdumuzda halen “Alman Karargâhı” olarak anılan, yazılan ama bir Ermeni malikânesi olan başka bir tarihi mekâna geçiyorum. Sanatçı İnsel İnal’ın “Dumansız Hava Sahası” adını verdiği video çalışmasına bakıyorum. Kızıltepe’nin Xurs Vadisi olarak bilinen ve tütün yetiştiriciliğinin yaygın olduğu sıra köylerinde geçiyor kayıtlar. Tütün bahçeleri, tütün politikaları, yerel üretimler ve onun siyasetle ilişkisini ele alan sanatçı, yaşlı ve haliyle Türkçe okuryazarlığı sınırlı olan bir amcamız ile o köyün bir genciyle tütünün satılabilecek ürün haline gelen süreçlerini ve vadideki gündelik yaşamı izleyiciye aktarmaya çalışmış. İnsanın anadilinin dışında derdini anlatabilecek kadar başka bir dil bilmesi ile derdin ta kendisi haline getirilmiş bir dille ilişkisini düşünmeye başlıyorum. Çünkü, vatandaş Türkçe konuş-unca az konuşuyor! Haliyle tütün yetiştiriciliğinin hikâyesinde bir tarih, bir toprak, bir vadi, bir bahçe, bir yaşam, bir zanaat varsa, bir dil bir söz de vardır. Ve bu dil neden onun dili (Kürtçe) değildir. Tütünün kendisi bile “sarılmak için” onun diline ihtiyaç duyabiliyorken, anlatacağı hikâyesinde neden “dilinin” yeri yok? Sanatçı empati kurmaya, önce kendisiyle empati kurdurtmaktan başlayınca böyle bir zorlama durum çıkıyor ortaya.

Sanatçı Serkan Taycan’ın “HidroLab Mezopotamya” adlı videosu kentsel ve kırsal coğrafyanın insan müdahalesiyle değişimine ve son yıllarda Mezopotamya’da yapılan barajların bitirilmemiş ama amacına ulaşabildiği ölçüde bitirilmiş sayılan durumlarını etkili bir şekilde ele alıyor. Dünyada başka bir benzeri olmayan“Güvenlik barajlarının” Hakkari ve Şırnak’ta yapılıyor olması, söz konusu vatansa “sudan bir duvar” örmenin çılgın bir proje kapsamına girmeyeceği, “kararlılıkla mücadele”  ilkesiyle örtüştüğü gibi gayet akli selim bir icraat ve hizmet programına da denk geldiğini gösteriyor. Bu coğrafyada; ekolojiyle kurulan ilişkinin dev bir tesis açılışına gölge düşürmesini kabul etmeyen bir aklın sadece “sudan duvarına” çarpmakla kalmıyor, bölgede birçok resmi kamu binasının önüne “güvenlik amaçlı” yığılmış beton bariyerlere Mevlana’nın, Yunus Emre’nin figürlerini koymasına ve  “yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü” sözünü yazarak, görmek istemediklerine karşı kendi kendisine sabır dileyen “tasavvuf duvarına” da çarpabiliyorsun.

4.Bienalde elbette ki daha pek çok işle karşılaşmak mümkün. Daha önce yapılmış olan 3 bienalin kavramsal çerçevesine, politikasına kıyasla daha iyi işlerin sergilendiği ve zengin bir içeriğin hazırlandığı 4. Mardin bienali, kendilerini “yerel ve genç sanatçılar” olarak tanımlayan bir grup öğrencinin karşıt bir anlamda “Counter Bienal” adını verdikleri sergiler açmalarına da neden oldu diyebilirim. Bunu iyi bir duruma yoruyorum.

Counter bienal ekibi, bu büyük organizasyonlarda genç sanatçıların da yer alması gerektiğini, “ayrılan bütçenin israf edileceğine” genç sanatçıların önünü açmak için kullanılabileceğine dair söylemler geliştiriyorlar. Ve bu meseleyle ilgili farklı görüşleri duyuyorum.

Bu durumun sadece Mardin Bienaline özgü bir durum olmadığını, birçok bienalde öğrencilere yer verilmediğini, yerin zaten verilen bir şey olmadığını, kapabilecekleri bir şey olduğunu, bu işin realitesinin düşündükleri gibi “rahatlatma, kolaylaştırma” barındırmadığı yönünde fikirler dillendiren insanlar da var. İstikrar sağlama ve iyi iş çıkarma noktasında “öğrencilik süreci” esas alınabilecek bir kriter olmaya yetmeyebiliyormuş.

Hem Mardin’in daracık sokakları üzerinden çatılan sanatsal bir hikâyede iki akımın yan yana yürümesi kentin fizik kurallarına da pek uymadığı için ve o daracık yollarda başkasına yol verenin mecburen arkada kalacağını düşündüğüm zaman bu durumun pek kolay olmayacağını sanıyorum.

mahsumoral@gmail.com