Ana Sayfa Litera 480 TL’LİK HAYATLAR

480 TL’LİK HAYATLAR

480 TL’LİK HAYATLAR

 

Karaköy’ün tarih ve Derby yapıştırıcısı kokan rutubetli sokak aralarından çıkarak Bankalar Caddesi’nden taksiye bindik. Vakit, günün en umutlu zamanıydı: 10.05. Ekonomi ve hayat ne kadar kötü olursa olsun sabah vakitleri, esnafın gün içerisinde en umutlu olduğu saatlerdir. Tıpkı gençlik gibi. İnsan gençken umutlanır, değiştirebileceğine dair umudu daha fazladır bazı şeyleri. Yaşlandıkça artar korkuları, umutsuzlukları ve migren ağrıları…

Perşembe Pazarı’ındaki dükkanlar ne olduğu bilinmeyen bir telaşın içinde, beriki dükkandan çay ocağına yüksek desibel ses dalgaları koşuyor: “Güngör Tesisat’a iki çay!” Bu sesin sahibinin yan tarafındaki dükkanın önünde genç bir esnaf, alçak sesle akıl veriyor Güngör Tesisat’taki gür sesli komşusuna: “Whatsapp’ten yazsana şunu, bağıracağına!”

Taksiye binip arka koltuğa oturduk, sığıntı gibi elbette. Paranla sığıntı muamelesi gördüğün taşıma aracının adıdır çünkü taksi. Kiminle bindiğimin bir önemi yok, bindik işte, çoğul. Asıl önemli olan şoför burada. Onun için yazıyorum zaten bu yazıyı.

Taksimetreyi açtı mı açmadı mı diye kontrol ediyorum bir gözümle. Başıma geldi çünkü, açmayı unuttum diyerek vatandaş kerizleyen taksici dolu memleket. Neyse ki açmış. Vites topuzunda asılı duran tespihin en az bir tane boncuğu eksik, kopmuştur belki, ipteki boşluk arka koltuktan bile görülebiliyor. İç dikiz aynasından sarkan rengi solmuş, kokusundan eser kalmamış araç kokusu eşantiyonu, apandisit misali gereksiz bir yer kaplamakta. Şoför; elli yaşlarında, gür saçlı, hafif topluca. Hastaneye gideceğiz deyince dönüp arkasına baktı. Neden bu kadar şaşırdığını sordum. Önce sessiz kaldı, söylemek istemedi. Ben de üstelemedim. Beş on saniye sonra gideceğim hastanenin yerini teyit etmek için yol ile ilgili sorular sordu. O esnada dayanamadım bir kez daha sordum : “Neden şaşırdınız?”

Bu defa dayanamadı, yine kendini tutuyordu, ağzından kerpetenle laf alıyordum ama durumu anlayacak kadar bilgi vermişti. “Hastaneden geliyorum daha yeni” dedi. “Bana hastane demeyin de ne derseniz deyin” diye ekledi. “Hayırdır müşteri mi götürdün?” dedim. İç çekti, tek elinle tuttuğu direksiyonu çift elle tutarak kollarını gerdi. ”Hayır kardeşim, benim kızı götürdüm, ama…” ‘Ama’dan sonra derin bir sessizlik oldu. Devamını getiremedi. “Doktorlarla ilgili bir sorun mu yaşadınız nedir mevzu?” diyerek eşeledim. “Doktorlarla ilgili değil, bizimki maddi” dedi ve orada kesti muhabbeti. Ben de “Allah şifa versin” diyerek daha fazla uzatmadan kapattım konuyu.

Şoförün telefonu araç paneline bir cihaz ile monte edilmiş. Yani arkadan da ekran görülebiliyor. Biraz sonra adamın telefonu çaldı. Arayan “Aşkım” idi. Konuşmaya başladılar. “Yoldayım canım sonra konuşalım” dedi şoför. Telefonun diğer ucundaki kişi bir şeyler söylemiş olacak ki devam etti: “ Ne yapayım söylesene, sen de duydun, gözünden o iğneyi olması lazımmış, toparlamaya çalışıyorum ama yok, borç alacağım kimse kalmadı, evet, evet uğraşıyorum görüyorsun, yoldayım Nesrin tamam kapat, evet 480 TL açık var hala. Cengiz Ağabey’den de isteyeceğim ama umutsuzum. Doktoru duydun, bu iğneyi olması lazım deyip kestirip attı. ‘Nasıl olacak, siz bu maddi yükü kaldırabilir misiniz’ demedi. Demez tabi onun işi değil ki o! Neyse Nesrin, yoldayım, sonra konuşalım, daralıyorum zaten çaresizlikten.”

Telefonu kapattı. Ben olanı biteni anlamıştım. Gururundan bana hiçbir şey anlatmayan şoförün asıl sorununu dolaylı yoldan öğrenebilmiştim. Belli ki kızının gözünde ciddi bir rahatsızlık vardı ve doktorun dediği iğneyi olması gerekiyordu. Ancak bu iğne de belli ki yüksek ücretliydi ve 480 TL açıkları vardı. 480 TL bulamayan baba, kızına o iğneyi yaptıramıyordu. Adamın yüzünü görmenizi isterdim. Hem umutsuzdu hem de isyan ediyordu parasızlığa, sefalete. İsyan evet ama içine ediyordu o isyanı, ta içine, en derine. Çünkü o isyan dışarı edilse yakardı Kaf Dağı’nın ardındaki ücra kasabaları bile.

480 TL… Nedir ki? Yazıyla “ yalnız dört yüz seksen Türk Lirası” idi canından çok sevdiği evladının gözünü kurtarmanın bedeli. Kimilerinin akşam yemeğinde garsona bahşiş bıraktığı tutar, bu baba için kızının sağlığı demekti. Evet 480 TL’lik hayatlar yaşıyoruz. Kimimiz evladının sağlığı için komik denecek rakamı bile cebinde bulamıyor, kimimiz böyle durumlarda “al kardeşim ne demek” diyerek cebinden o komik tutarı bile çıkaramıyor ve az sayıda kimimiz de o parayı valeye bahşiş olarak bırakıyor.

Böyle bir dünyaya düştük. Halbuki kitap tanıtım yazısı yazacaktım size. Ama 480 TL’lik hayatlara tanık olunca her şey boş geliyor, her şey anlamsız. Yazmayı düşündüğüm o kitap tanıtımını çaresiz taksici babanın demirden keskin ama kuzudan çaresiz bakışlarını gördükten sonra nasıl yazabilirsin?

Arabanın balatalarından acı bir ses geliyor. Belli ki bakımı gelmiş. Yola öylece bakakaldım. Sınıfsal paradokslar, türlü eşitsizlikler geçiyor aklımdan. Jeepler , son model spor arabalar, plazalar, hınca hınç dolu 92T numaralı Bağcılar-Taksim otobüsü vs. Hepsine gözüm ilişiyor yol boyunca. Taksici yola dümdüz bakıyor. Ama aklı elbette kızında.

Amaçlarımız var hayatta. Kimimizin amacı ev almak, kimimizin kitap yazmak, kimimiz ise dünya turu yapmak ister ya da başka amaçlarımız vardır. İşte şu an önümde duran taksici babanın ise amacı 480 TL. Kızının gözü için lanet olası 480 TL…

Balat’ın yorgun sokaklarından çevreyoluna çıkmak için sola döndük. Sol sinyal sesi flarmoni orkestrası gibi aracın içinde konser veriyor. Sola döndük ama sinyal sesi kesilmedi. Düz yolda ilerliyoruz ancak sinyal sesi devam ediyor. Şoför nasıl duysun aklı burada değil ki… Hem freni patlamış bir aracın içinde karanlık bir geleceğe sürükleniyorken kim duyar açık kalan sinyalin sesini… Varlık felsefesi düşünüyor insan böyle zamanlarda. Şimdi bu baba bedenen şu an burada ama aslında burada değil. Gerçek anlamda tüm varlığı kızıyla birlikte, onun gözünü kurtarma fikrinde.

Arka koltuktan yolu izlerken aklıma Refik Halit Karay’ın “Ago Paşa’nın Hatıratı”* isimli kitabı geldi. Akşam eve geçince kütüphanemden kitabı buldum. Kırk üçüncü sayfada “Parasızlığa Dair” başlıklı bölüm var. Şöyle diyor Türk dilinin ustalarından Karay: “…Parasıza alabildiğine geniş, yemyeşil ve günlük güneşlik Kağıthane çayırı bile zindan görünür; gökteki açıklığın, yerdeki genişliğin parasız adama tesiri yoktur. Parasızı ne dost ne maşuka ne zevce ne anne hiç biri iyi edemez. Hatta bilakis fenalaştırır. Haydi diyelim dost nasihati dinledin, zevceni kucakladın, annene sarıldın; ağlaştınız, seviştiniz, fakat sonra? Parasızlık denilen ok yılanı bu tatlı dakikalarda biraz uyuşur lakin bitti mi derhal başını getirir, yüreğimize dayar, kuyruğunu da zihnimize bastırır, o zaman boğuk bir ses çıkarırsınız: Peki amma para?”*

Kızının tedavi masrafı için para bulmanın yolunu arayan bu taksi şoförüne de ne desek boş, ne desek gerçek dışıdır. Gerçek tektir onun için ve bu su götürmezdir: Para. Kahrolası, kirli, mikrop yuvası para.

İşte böyle bir ülkeye/dünyaya doğduk. Yer doğru belki ama zaman kesinlikle yanlış.

Çürüme… Öyle sanıyorum ki doğru kelime bu. Onat Kutlar’ın 1 Temmuz 1984 tarihli son mektubu geliyor aklıma. Şöyle diyordu güzel insan: Bu bir mektup değil. Daha doğrusu sana yazılmış değil. Senin adına başkasına yazdım. Bir tür son söz. İki yıllık bir defteri kapamak için.

Gevezelikleri bir yana bırakalım ve şu soruya bir cevap arayalım: Niçin ben susmak zorundayım? Açın gözlerinizi, burnunuzu dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Siz başka türlü görseniz de, şu çok yaşlı toprağımızda her günün tufanından artakalan sayısız şeyin kokuştuğunu, çürüdüğünü biliyoruz. Nereye gitseniz yalan ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bir koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Kırbacın rüzgarı, uykunun sisleri ya da altın varaklar kapatabilir, dağıtabilir mi bu pisliği? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayakları geçmişin ağır zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasında gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler. Çürümeye yüz tutmuş bir meyveyi evden eve dolaştırıyorlar.

Bütün bu olup bitenlerde sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Ama niçin susmak zorundayız? Sunduğunuz meyve yeni değil. Çünkü daha dalındayken ölümle lekelendi. Çürüyor ve düşecek. Bunu görüyor ve söylüyoruz!

Biz kim olduğumuzu biliyoruz: Geleceğin çiftçileri. Ama siz kimsiniz? Tacir ya da başka bir şey. Alışverişi bizden iyi bilirsiniz. Öyleyse şu soruya bir yanıt bulalım: Bu alışverişin faturasını niçin ben susarak ödemek zorundayım? ” *

‘Dışarıda tabiat mevsimin en tumturaklı ayında’, ağaçlardan yere düşen yapraklar bir beni mi kahrediyor? Daha dün, bahar aylarında, dalında dimdik duran, ömrünün gençliğindeki yapraklar kimsesiz bir ihtiyar gibi yol kenarlarında ölüm dileniyorlar! Üzerlerine basıp geçilen yapraklar gibi hayatlar, hepimize dair, hepimizi ilgilendiriyor. O taksici babanın çektiği çilenin sorumluluğunu yetkili hiç kimse hissetmese de vicdanlar bu nöbeti tutuyor. Ve dünya durdukça bu nöbet tutulmaya devam edecektir.

Taksiyle Balat sokaklarından geçerken, kırmızı ışıkta durduk. Sessiz sinema oynayanlar çocuklar ilişti gözüme. Evet sessiz sinema, çünkü sessizlik güvenlidir çağımızda. Onları görünce ömrünün bir kısmını Balat’ta geçiren Kavuklu Hamdi Efendi’den bir anı geldi aklıma. ‘Muhayyel bir ülkenin padişahı’ rolünü oynayan bir tiyatro sanatçısı, arkadaşı Kavuklu Hamdi Efendi’ye rol gereği sorar: “Canım ne garip konuşuyorsunuz? Nedir o yemek memek, elbise melbise, saray maray… Hadi birincileri anladık, ya ikinci kelimeler ne ola ki?”

Kavuklu Hamdi Efendi oturduğu yerden kalkarak: “Arz edeyim efendim. Yemek sizin tamam buyurduğunuzdur, memek de biz fakirlerin ziftlendiğimiz. Elbise, zatı devletinizin telvis ettiğidir, melbise ise bizim giydiğimiz çaputtur. Sarayda siz ikamet buyurursunuz, marayda da biz barınırız.”

Ve en vurucu yanıtını sona saklamıştır Kavuklu Hamdi Efendi: “ Padişah rahmetli ecdadınızdı, madişah da siz!”*

  • Ago Paşa’nın Hatıratı – Refik Halit Karay – İnkılap ve Aka Yayınları – İstanbul, 1967 – sf. 43
  • Yeter Ki Kararmasın – Onat Kutlar – De Yayınevi – İstanbul ,1984
  • Devekuşu’na Mektuplar – Haldun Taner – Milliyet Yayınları – Ocak, 1977 sf. 58

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl