1960’lı yıllar tüm dünyada genç neslin sesini yükseltmeye başladığı yıllardır. Eşitlik, özgürlük, barış ve değişim talebine dayanan bu hareket, 68 Hareketi olarak anılmaktadır. Genç nesil, 2. Dünya Savaşı’nı yaşamış bir önceki neslin hatalarını yapmamaya kararlıdır. 68 Kuşağı değişim talep eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası tüketim canavarına dönüşen ve Vietnam ile savaşan ABD’de, çiçek çocuklar, doğaya saygı ve savaş karşıtı politika talep eder. Fransa’da Charles de Gaulle hükümetinin otoriter tavrına karşılık öğrenciler özgürlük talep eder. Türkiye’de ise düşünce ve ifade özgürlüğünü genişleten 1961 Anayasası’nın etkisiyle gençler, seslerini daha rahat duyurmaya başlarlar. 68 gençliği, protestolar ve eylemlerle otoriteyi eleştirir. Sendikal hakların tanınması, yürüyüş hakkının güvenceye alınması, TİP’in TBMM’ye girmesi gibi gelişmeler bu dönemin başlıca değişimleri arasındadır.

Ülkedeki değişim rüzgârı, o dönemki adıyla İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde de esmektedir. İlk olarak Prof. Dr. Semra Germaner (1944-2015) tarafından 1968 Kuşağı sanatçıları olarak adlandırılan bu öğrenciler, hocaları olan d grubu sanatçılarının biçime yönelik eğitim, yerleşik sanat anlayışı ve sanat kurumlarına en açık başkaldırıyı gösteren nesildir. Aman resminiz edebi olmasın* denen bir eğitim ortamında, figüratif resme biçimsel kaygılarla değil, felsefe, edebiyat, psikoloji gibi alanlarla ilişki kurarak yaklaşmışlardır. Hiciv, ironi, eleştiri, insanın bilinç ötesi konumu, görünen tarafının yanı sıra görünmeyen içsel özellikleri sanat üretimlerinin temelini oluşturur. Utku Varlık (1942), Komet (1941), Mehmet Güleryüz (1938), Alaattin Aksoy (1942), Burhan Uygur (1940-1992), ve daha farklı bir sanatsal kimlik sergilemekle birlikte Neş’e Erdok (1940), bu kuşak sanatçılar arasında değerlendirilir.* Bu sanatçılar, resme salt plastik özelliklerinden öte anlatım olgusunun öne çıktığı bir anlayışla yaklaşmışlardır. Sadece birbirleri ile değil, farklı sanat ve düşünce dallarıyla da sıkı ilişkiler kurarlar; Komet şiir yazar, Güleryüz Asaf Çiğiltepe’nin Arena tiyatrosunda sahne ve dekor tasarımı yapar, oyunculukla ilgilenir, Burhan Uygur resimlerine küçük dizeler iliştirir, Can Yücel ile de sıkı dosttur. Bir diğer farklı görsel disiplin olan sinemanın dili, sanatçılar için önemli bir kaynaktır. Neş’e Erdok, Yılmaz Güney filmleriyle Fransız Sinematek’inde tanışır, Utku Varlık, fetüsten yola çıkarak kısa bir film çeker.  

Utku Varlık, 1961-1966 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim görmüştür. Akademi’nin o dönemki sistemi, Galeri’deki ilk yıl çizim ve desen, sonraki dört yıl süresince kabul edildikleri atölyelerde boya ve renk kullanıma yönelen bir eğitim anlayışı üzerine kuruludur. Sanatçı, Galeri’deki ilk yılında Sabri Berkel ile çalışır. Atölye seçimini, “herkes öğrenci, o sanatçı yetiştirirdi” diye anılan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan (1911-1975) yana kullanır. 1970 yılında sanat eğitimi almak amacıyla devlet bursu ile Paris’e gider. Aynı kuşaktan sanatçı arkadaşlarıyla birlikte Paris’te bulundukları sırada Varoluşçuluk akımı ile yakından ilgilenirler. Sanatçı, bursu bitmesine rağmen Türkiye’ye dönmek istemez. Paris sanat ortamının Akademi’den yeni mezun bir sanatçıya sunabileceği imkânlar düşünüldüğünde bu karar oldukça yerinde görünmektedir. Arkadaşları Türkiye’ye döndüklerinde 1971 muhtırasının gençlik üzerindeki baskısının şaşkınlığı içindedirler. Sanatçı, ülkede olmasa da gelişmeleri takip eder ve ülkedeki olumsuz havanın etkisini yakinen hisseder.

Varlık, öğrencilik yılları olan 1960’lı yıllardan 1970’lerin ikinci yarısına kadar olan süreçte dışavurumcu teknikte resimler yapmıştır. 1971 tarihli “Metro” ve 1972 tarihli “Otoportre” isimli litografi (taş baskı) çalışmaları buna örnek gösterilebilir. Resimlerde, o dönem Akademi’de görülen Goya hayranlığının etkileri net biçimde hissedilmektedir.

Utku Varlık, “Otoportre”, 1972, Litografi (Taş baskı), 50×65 cm.

Sanatçının, “Metro” isimli çalışmasında bizi,  Paris metrosunun balık istifine dönmüş insan manzarası karşılar. Gösterilen bir metro panoraması olmakla birlikte anlatılmak istenenin insanoğlunun bir yerlere yetişme telaşı olduğu anlaşılmaktadır. Resimde acelecilik umarsızlığa karışmıştır. Böylesi kalabalık bir mekân, bireyin ilgisizlikten doğan yalnızlığını gölgelemez, karşıt bir anlatımı güçlendiren unsur olarak göze çarpar. Şehrin en kalabalık yerlerinden biri olmasına rağmen, insanların bir yerden bir yere gitmek için umarsızca amaçlarına odaklanmış olmaları yalnızlığı iyiden iyiye hissettirmektedir.

Utku Varlık, “Metro”, 1972, Litografi (Taşbaskı), 65×50 cm

Varlık için anlatım, sanatının ilk yıllarından itibaren figüre olan yaklaşımını belirleyen başat unsur olmuştur. “Metro” isimli çalışmasında mekân ve zamana dair kesin veriler sunan sanatçı, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kurgusal bir mekân ve zamanı içeren kompozisyonlara yönelmeye başlar. Zaman ve mekân iyice belirsizleşir, imgeler loş ve zayıf bir ışık ve sis bulutu ile gölgelenir, Sanatçı, anlatımındaki ilgisini, düşsel gerçeklik ile görünenin yanı sıra görünmeyene ancak çağrışım ve duyumsama yolu ile hissedilebilene yönlendirmiştir. Düşsel görünümler resmin anlatımsal imkânlarını zenginleştirir. Tuval yüzeyinde duyumsanan gerçeklik, resmin kendi gerçekliğini yaratır Çağdaş anlamıyla resim, salt gösterileni yani mimesisi aşmalıdır. Figüratif resmin özü insan ise, bu insan, sadece form, teknik ve plastik yönleriyle değil, tüm yönleriyle ele alınması gereken insan olmalıdır. Tek bir kavram veya gerçek üzerinden şekillendiremeyeceğimiz, korkuları, hırsları, açgözlülüğü, hayalleri, sevinç ve umutları ile salt görünen fizik dünyanın ötesinde metafizik açılımları olan bir dünyaya işaret etmektedir. Bu dünyanın içerisinde bilinç ve bilinçdışı, gerçek ve hayal, algılama ve duyumsama, kesinlik ve muğlaklık iç içe geçer.

Albert Camus (1913-1960), 1942 yılında kaleme aldığı Sisifos Söyleni adlı denemesinde uyumsuzun, doğa yasalarının önerdiği gerçekliğe uygun olarak us düzeyinde bir araya getirdiği evrende çözümleyemediği usa aykırı duyguları tanımlamak için kılgısal terimini kullanır. Bu kılgısal düzlemin yarattığı çelişkilerin tohumundan uyumsuz filizlenir. İnsan ve evrene dair sonsuz bir çabaya işaret eden gerçeklik arayışında, “neyiz, niçin yaşıyoruz”, sorularını soran Varlık, Camus’nün uyumsuzu ile aynı patikayı paylaşır. Camus, uyumsuzun ağzından şunları aktarır: “İşte ağaçlar sertliklerini biliyorum, işte su, duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği kimi akşamlar, erkinliğini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl yadsıyabilirim? Gene de bu yeryüzünün tüm bilimi beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana betimliyorsunuz, bana onu sınıflandırmasını öğretiyorsunuz. Yasalarını sayıyorsunuz; ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum. Mekanizmasını tanıtlıyorsunuz, umudum büyüyor. Sonunda bu sihirli ve karmakarışık evrenin atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana. Tüm bunlar çok güzel, gerisini de anlatmanızı bekliyorum. Ama siz bana elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz ediyorsunuz. Bu dünyayı bana bir imgeyle açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum…“.[*] Uyumsuz bir sanatçı birey olarak Varlık, doğa yasalarını aşan sınırsızlığın, içsel çağrışımlarla duyumsandığı alanı tuval yüzeyinde yaratır. Bunu yaparken de görüntüleri üst üste bindirerek sinemanın, düşsel imgeler aracılığıyla şiirin dilini kullanır. Sanatçı, kendi resmi ile şiir arasındaki ilişkiyi şu sözlerle ifade etmektedir: “Kimi şiirle anlatmaya çalışıyor kimi resimle… Zaten bu ikisi arasında büyük bir bağ, sıkı bir paralellik buluyorum. Şiirin yapısı dile, resminki tekniğe dayanıyor. Resimde şiirin gücünü arıyorum. Resimlerimde bazı sorunlara şiirle yaklaşıyormuşçasına yaklaşıyorum…” [†]

Varlık’ın Nişantaşı’ndaki Mongeri binasında bulunan Bozlu Art Project’teki son sergisinin ismi ise yine tüm insan açılımlarına işaret eden bir kavram, Sanrı. Sanmak sözcüğünden türetilen sanrı kelimesi, içinde yaşadığımız dünya, evren ve evrendeki konumumuz gibi sorunsalların, akıl ve duygunun,  gerçek ile düş ayrımının net olmayan belirsiz halini akıllara getiriyor.  Sanrı, psikolojik bir terim olarak gerçek ile duyumsananın birbiriyle örtüşmediği, var olmayanın gerçek sanıldığı ruhsal bir bozukluğa işaret etmekle beraber, patolojik bir durumu nitelemekten çok, var olandan hareketle var olamayana, görünenin içinden çıkan gerçek ile düş ayrımını neyin belirlediği sorusuna dikkat çekmekte. Zira sanrı, insana ait tüm olguların kaynak oluşturduğu bir resim anlayışında, hem sanatçının hem de izleyicinin çelişkili düşlerine referans veriyor.

Sanatçı, “acaba evren bu beynin bir sanrı bahçesi mi?” sorusundan hareketle gerçeğe ulaşmada çözülemeyen fakat içsel olarak duyumsanan bir gerçekliğin kapılarını aralıyor. Sanatçının, 1970’lerin ikinci yarısından bu yana imge dağarcığındaki düşsel olana duyduğu ilgi, bu kavramın aslında sadece bu sergi için değil, tüm sanat yaşamı boyunca ürettikleriyle özdeş kavramlardan birisi olarak karşımıza çıkıyor. Varlık, saydam, derinden ama güçlü bir ışık huzmesi arasından tuval yüzeyine geçirdiği imgelerle aslında düş ve hayalin gerçeğin bir parçası olduğuna işaret ediyor. Kaynağını insan ve evren gerçeğinden alan bu tinsel yolculuğa, duyumsananın, algılananla, bilinenin bilinmeyenle bütünleştiği imgesel bir diyalog aracılığıyla izleyiciyi de davet ediyor.

Bozlu Art Project, 3 Mart – 8 Nisan 2020 tarihleri arasında gösterilmesi planlanan sergiye, korona virüs salgını nedeniyle ne yazık ki ara vermek zorunda kaldı. https://www.youtube.com/watch?v=RHC2N6-cVec&feature=youtu.be adresi üzerinden küçük bir video gezintiye çıkabilirsiniz. Yaşam, sanat ve sağlıkla kalmanız dileğiyle…

DİPNOTLAR

*Anonim, “Mehmet Güleryüz İle Görüşme”, Yeni Boyut Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı: 2/11, 1983

*Semra Germaner, 1968 Kuşağı Sanatçıları, Cumhuriyetin Yetmiş Beş Yılında Kültür ve Sanat Sempozyumu Bildirisi, İstanbul: Sanat Tarihi Yayınları, 2000

*Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, Can Yayınları, 1997

*Zeynep Oral,  “Utku Varlık: Resimde Şiirin Gücünü Arıyorum, Bu Nedenle Resimlerimde Sembolizm Ağır Basıyor”, Milliyet Sanat Sayı:21, 1978