Ana Sayfa Kritik Alain Robbe-Grille ve İstanbul

Alain Robbe-Grille ve İstanbul

Alain Robbe-Grille ve İstanbul

1960 yıllarında Beyoğlu’nda genellikle Emek sinemasında özellikle Fransız sinemasının en iyi dönemini kapsayan seçme filmleri görmek şansımız oldu. Nedeni: sinema borçlarımızı ödemeyince Amerika’nın koyduğu ambargo ve döviz sorunuydu! Yalnız Fransız sineması değil, harika İtalyan ve de İngiliz filmlerini unutmamak gerekir. İşte bu sürede Alain Resnais’nin “Geçen Yıl Mariebad’da”, çok değişik bir anlatım ya da absürt bir biçimiyle, bilmiyorum neden, bizi çok etkilemişti! O günlerde çok konuşulan Fransız “yeni roman” akımının öncüsü Alain Robbe Grillet’in senaryosu olması belki bir neden olabilir! Sanatta anlamak ya da anlamamak giderek bir sanat eserinin farkına varmak edimseldir, bireysel yargılama ve kavramda daha çok dış etkenler rol oynar.

İşte o günlerde bize kültür adına ulaşanların çekim alanındaydık; batıdan ne gelirse; oysa o yıllar yaşadığımız politik sarsıntılar ve de ekonomik çöküntü sonucu, kültür bir “lüks”dü! Çok ilginç bu tür kuşatmalarda insan daha etkin ve meraklı giderek daha da üretken oluyor; örneğin kağıdın bir meta olduğu bu dönem belki Türk yazınının en bereketli yıllarıydı. Her şeye açtık. Akademi’de bir “sinema kulübü” kurmuştuk, Sinematek’ den önce giderek sinema özellikle ilgi alanımızdaydı. İşte Marienbad’ın paradoksal başarısı, Alain Robbe-Grillet’ye de beklemediği uluslararası bir ün kazandırdı. Konuyu Arjantin’li yazar Adolfo Bloy Casares’in “Morel’in Bulgusu “ romanından esinlenmişti.

Olağanüstü kutlamalar hemen hemen bir yıl sürdü; dünyanın önemli kentlerinde galalar, üniversitelerinde konferanslar, yazar bu sürprizden mutlu ama yorgun, kendine bazı sorular yönetmeye başlamıştı bile: bir filmin kurgusu, içeriğin ustalığı, anlatımın çekiciliği vs. senaryoya bağlı; yönetmen bunu görsele uyguluyor yani sahneye koyuyor! O zaman yazdığım senaryoyu benden kim daha iyi sinemaya uygulayacak? Kısa bir sürede karar verdi, kendi sinemasını yapacaktı; o yılın sonunda snopsis hazırdı; “L’immortelle”. Yıllar sonra, 2004’de eşi Catherine – yazar ismi: Jeanne de Berg – yazdığı 500 sayfalık günlüklerinde L’immortelle’e tümüyle üç sayfa ayırmıştı.

Alain Robb-Grillet’nin işin zorluğunun farkına vardıktan sonra ipin ucunu kaçırıyor ve vazgeçemeyeceği için İstanbul’da kısa bir tur atmak, bilmediği ama sihir olarak çekim alanında düşlediği bu kenti kendi içeriğinin dekoru yapmak istiyordu. Nisan’nın başında Orient-Expresse’le İstanbul’a varırlar ve Opera Oteline yerleşirler. Kaldıkları bu üç hafta boyunca fotoğraf direktörü Barry ve İstanbul’dan dekoratör Cornelios – daha sonra Paris’te karşılaştık, çok ilginç bir tip – Melikyan ve Yafe’yle araştırma yaparken, İstanbul’un gizemi onları şaşırtır. Örneğin Arnavut kaldırımlarından birinde bir mezar taşı da kullanılmıştır.

Fransız konsolosluğunun Trabya’daki konağının iç çekimler için kullanılması ve İstanbul’daki oyuncuları bulmak için Lütfü Akad görevlendirilir; ama Fransızca bilen bir oyuncu bulmak çok güç olduğu için dertlerini anlatacak Belkıs Mutlu’yu bulurlar. Belkıs Akademi’de Mitoloji profesörüydü, Mimar Asım Mutlu’nun kızı, kanımca o yıllar Matisse’in oğlu Pierre’le sözlüydü. Evdeki görevli bayan rolüne Fransızca bilen sinemadan bir bayan bulunamayınca rolü Belkıs kabul eder. İşte Kürt Neco’yla parasız günlerimizde Belkıs’ın bize bulduğu bu iş nedeniyle “İmmortelle” ekibine dahil olduk.

Çekim yaz aylarında olacaktı. Paris’e dönüşlerinde kadın oyuncu aramaya başlarlar, öncelikle Marina Vlady düşünülür; para konusunda anlaşmazlık çıkmadan önce, Vlady’nin gözü senaryoyu tutmaz ve cayar. Sonuçta Françoise Brion rolü kabul eder. Filmin konusu: İstanbul’a gelen genç profesör, karşılaştığı güzel ve çekiçi bir kadınla yaşamaya başlar, kadın ona bu masalımsı kenti gezdirir; ama bir labirent misali bu kentte kaybolur; profesör onu aramaya karar verir. Bilmiyorum Alain Resnais bu senaryo ile ne yapardı; ama kanımca sonuç hiç olmazsa sinema olurdu. Ben, daha çekim başlamadan Alain Robbe-Griellet’nin gerçekten sinemadan anlamadığını sezmiştim. Çekimin birinci günü alkol komasında olduğu için gelmedi, şarapla rakıyı karıştırmıştı; kanımca, eşi Catherine de yoktu ortalıkta, Paris’ten bekledikleri bir bayan gelmişti, onunla beraberdi.

Yıllar sonra kitaplarını okuduğumda Alain ve bayan Catherine’le “sado- maschist” ilişkilerini anlatıyordu. Yönetmen olmayınca ne yapılır: ekibi götürdüğümüz Sulukule’de yine kaldırım taşlarını, anlamsız çekilen peyzajlar, tepede amansız bir güneş, bu adamlar deli mi diye bakan meraklılar… Filmin çoğu planında “oy farfara farfara” müziği eşliğinde sıkıcı kaldırım taşları bence önemli bir roldedir. Françoise Brion’a takılmıştık Neco’yla, belki pas verir diye, kadın da biraz kaçıktı, sürekli olarak Alain le tartışıyordu, biz de baş rolü oynayan Jacques Daniol-Vakroze’un gerçekten onun kocası olduğunu bilmiyorduk. Bir antikeri oynayan Ulvi Uraz, iyi bir aktördü ama sanki bu filmde pandomim yapıyordu. Dil sorunu ve yönetmenin acemiliği filmi bir kukla misali monoton kılmaktan öte, Alain Robbe-Grille’nin seksüel sapmaları, kadının gizemini, bir sokak kadınına çevirecek kadar komik, İstanbul deyince fondaki mistik müzik bıktırıyor. Bırakın bu filmi, bir yabancı gözüyle doğuyu kurgulayan bir film gösterin!

1964 de Jules Dassin’nin Topkapı filminde de biraz çalıştık. Bu kez Hollywood sinemasıydı, teknik personel, malzeme, kamyonlar ve de Ağustos güneşinde spotlar vs. Dassin Yunanlı olmasına rağmen Doğu’yu bilmiyordu; belki naif Amerika’lıların isteğiyle 50 yıllarında Hollywood’un Bağdat vizyonu; sokak dediğimizde karşımıza her türlü şamata, örneğin bir panayır misali atraksiyon, yapışkan satıcılar çıkıyordu. L’İmmortelle vizyona çıkınca hemen notunu aldı ve yok oldu, Alain Robbe Grilette ise 1965 de Transe-Europ Exspresse filmiyle ikinci kez şansını denedi, tutmadı. Yeni Roman’a gelince AlainRobbe-Grillet’le Nathalie Sarraute ve Clude Simon kayıplara karışırken, Marguerite Duras ve Samuel Beckette halâ aktüel.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl