Ana Sayfa Litera ABDÜLKADİR BUDAK’IN ŞİİRİNDE KİŞİSEL DÜZEY

ABDÜLKADİR BUDAK’IN ŞİİRİNDE KİŞİSEL DÜZEY

ABDÜLKADİR BUDAK’IN ŞİİRİNDE KİŞİSEL DÜZEY

 

Şiir neyi içerirse içersin sorunlu bulunma ihtimaline rağmen kişisel bir şeydir ve bu özgünlüğünün asıl kaynağıdır. Kendimizle baş başa kaldığımızda gizlilikle yaptığımız bir eylemdir. Bu şiirin her zaman kişisel düzeyi içermesinin ve ordan da toplumsal ve politik olana gitmesinin de nedenidir. Söz konusu kişisellik kimi şairlerde bizin yerini almaya eğilimli toplumsallık ilgisinden dolayı geriliyor gibi görünse de arka planda şairin insan teki olarak varlığından ve bu şiirleri yazdığından bir biçimde haberdar oluruz ya da biliriz. Bu durum kesinlikle bir biz önerisine de engel değildir.

Abdülkadir Budak’ın ilk şiirlerinden beri daha çok çocukluğun ve ilkgençliğin oluşturduğu geçmişinde karşılık bulan ya da zaman içinde oluşturduğu bireysel ama daha çok kişisel düzeyde ben’i fazlaca öne çıkararak kendini gerçekleştiren, ifade eden bir Anadolu ve imgesi söz konusudur. Söz konusu Anadolu imgesi ile Cumhuriyetin oluşturduğu arasında kuşkusuz bir takım ilgi ve ilişkiler kurulabilir, bağlar bulunabilir. Kaldı ki şairin kırla tabii bağlı olarak halk edebiyatı ve halk şiiri ile kurduğu ve kalıcılaştırdığı ilişki de daha çok bununla açıklanabilir. Öte yandan kır otoriteyle sorununa rağmen kendine dönük insanmerkezliliğin belirlediği çatışma karşısında benzer süreçlerden çıkmış halk şiiri ile ilişki kurmayı büyük ölçüde zorunlu hale getirir.

Burada merkeze yani şehre dönük karşılığın da aynı kültürden kaynaklandığını ve kalkındığını da söylemek gerekir. Ninenin anlattığı avcı hikâyelerinden, Pir Sultan Abdal’a, Köroğlu’na, Karacaoğlan’a ve daha başka şairlerin şiirlerine ve hikâyelere, masallara dönük ilgi de bundandır. Bunun tamamıyla bir uygarlık tartışması olduğunu söyleyemesek de şehre dönük eleştirinin ve karşılığın, yanıt bulunmaya çalışılan soruların ve mümkün yanıtların bireysel karşılaşma (bu çoğunlukla ben’in bir karşılaşmasıdır) temelinde yer yer bu tür özellikler gösterdiği söylenebilir.

Şehir tartışması ve eleştiri niyeti uzun süredir orda yaşıyor olmanın da etkisiyle baştan sona bireysel bir temel, düzey ve bağlamlar üstünden kendini geliştirip ifade etse de insan tekini ve toplumu ilgilendiren bir takım özellikleri de bünyesinde bulundurur. Bu durum Adnan Özer’in özellikle yetmişler için yine Abdülkadir Budak’ın şiirine bakarak söylediği Anadolu’da ve onun etkisiyle yazılan şiir seksenlerde ve daha sonrasında da etkisini sürdürmüş epeyi bir şairin şiirinde de ortaya çıkmıştır. Abdülkadir Budak’ın şiirini özellikle kalıcı ve dünyaya karşı bir biçim ve seçenek haline gelmiş ve yüksekte tutulan kişiselliğinden dolayı bu örneklerin en başında yer alan birkaç şair arasında değerlendirebiliriz.

Baştan belirtilmelidir: Şiirde bireysellik onun daha ilerisi kabul edebileceğimiz kişisellik aynı zamanda ben kadar bir biz üretmeye de her zaman eğilimlidir. Bu büyük ölçüde hem beklenebilir hem de olumlanabilir bir şeydir. İnsan bireyliği sosyalliğinin onu kışkırtan yalnız kalmama ve birlikte olma arzusunun bir bizle aynı bireyliğin temel alındığı politik yönleri de olan bir ilişki kurarak toplumsallık üretebilir. Bu Abdülkadir Budak şiirinde toplumsallıktan çok geriye dönük kendi anne ve babasına kadar ulaşabilen aile olarak ortaya çıkar bunun dışında etraf azdır ya da azınlıktadır/sınırlıdır. Buradaki toplumsallık yer yer toplumsal düşüncelerle özellikle solla ilişki olarak kabul edebileceğimiz niyet belirtisi gösterse ve izler bulunsa da bunlardan da düşünce çıkarma ve karşılaştırmaya dair ancak ve yine daha çok kişisel sonuçlar çıkarılabilir.

Biz Ahmet Oktay, Ahmet Erhan, Metin Altıok gibi şairlerde yalnızlık ve yalnız kalma/bırakılma gibi her zaman baskın olmuş ve yazılanı belirlemiş düşünce ve duygulardan dolayı neredeyse nerdeyse temel sorunlardan ve çıkış noktalarından biridir. Buysa kimi zaman tam incelmeyle kimi zaman da ağır bir eleştirellikle ortaya çıkar. Bu durum her haliyle insanın yaşadığı müddetçe acı ve keder duyması bir yana ikisiyle ölüme kadar birlikte yaşamasını da sağlar.

Bu dediğimiz Ahmet Erhan şiirinde dönemlerle ve kuşağıyla kurduğu ilişkinin de bir sonucu olarak politikleşmeye son derece açıkken Metin Altıok bütün göndermelere rağmen şiirin bugünle ilişkisini muğlak bırakmayı benimser ya da belirsizleştirir. Abdülkadir Budak’ta ise Ahmet Oktay’ın daha çok etraf kabul ettiği genişlemeye ve kapsayıcı olma konusunda oldukça dikkatli bizi belirleyen insan ve daha özelde son derece kişisel bir yakın aile ve onun etrafıyla(anne, baba, baba olarak şair, anne, kız ve oğlan iki çocuk ve şair ya da değil arkadaşlar) ilgilenir ve şiirde izlekler daha çok kişisel düzeylerde ve yine ben merkezli ilerler.

Ağaçlar, çiçekler başka bitkiler, çiçekler, ceylanlar, kuşlar, (Burada bir özdeşleştirme de söz konusudur. Hatta bu kapsayıcı olma konusunda dikkatli olsa da ötekiyle ilişki kurmaya çalışma olarak da ihtiyatla anlanabilir.) av, avcı, gül, (Ahmet Oktay’ın gülü “Ona çok farklı farklı bir şiddet yüklenemedikçe. Geleneksel ya da modernist mazmunun içinde, gül, sadece mızmızlık belirtisi, yan- anlam alanı giderek tıkanan popüler-romantik bir nesne ve kavram-imge” olarak kabul etmesine rağmen. Gece Defteri, 1998) aşk, Leyla, Kerem, Ferhat, baba, anne, çocuklar, arkadaşlar Abdülkadir Budak’ın şiir serüveni boyunca sürekli başvurduğu ve şiiriyle birlikte anılmasını sağladığı izlekler ve özneler olsa da sorun ettiği kişisel düzeylerin çoğunlukla tekrarı çağırdığını düşünürsek bunu anlayabilir ve müsamaha gösterebiliriz.

Bütün bunlar geçmişte daha çok olumsuz anlamda kullandığım ve bugün de hala ihtiyatla yaklaştığım etrafa doğru genişleyen birey olarak ben’i yani Abdülkadir Budak’ı en merkezine alan bir kendine bakmayı ve o bakmayı anlamaya ve anlatmaya çalışmayı, kendini değerlendirmeye, tartışmaya ve en sonunda bir biçimde olumlamaya dönüştüren bir tavrı baştan ihtiyaç ve temel sorun kabul eder. Buysa geçmişi Anadolu’nun oluşturduğu Abdülkadir Budak için uygarlığa ve onun kendini gerçekleştirdiği ve yine daha çok yalnız kalma ve yalnız bırakılma olarak kabul edilebilecek şehre dönük değerlendirmesini ve kimi zaman kişisel de olmayan eleştirilerini ve karşılığını da fazlasıyla belirginleştirir. Bu Abdülkadir Budak şiirinde yukarıda da anılan kalıcı izleklerin de asıl nedenidir. Şiire sonradan dâhil olan kimi izlekler ise geçmişten gelen izlekleri ve onların şiirde tutmaya çalıştığı düşünce ve duyguları derinleştirmeye katkıda bulunur.

Kendine bakma, insani olan ve o temeldeki kalıcılaşmış duygu ve onun ürettiği düşüncelere bağlı olarak bir değerlendirmenin imkânı olduğu kadar insan olmayan canlılara yönelik insanmerkezli ilişkiyi de (“İnsan niye bunca zehir?”) özellikle kıra bakarak değerlendirirken bir yandan da toplumsal olana dönük ya bir düşünceyi bünyesine alır ya da böyle bir düşünce çıkartmamıza izin verir. Bu bir zaman ve şimdi yaşıyor olmanın bir sonucu olarak “şehir-kasaba” arası bir şiirin yazılması ve çoğaltılması da demektir. Burada tabii şairin kasaba dediği şeyi ya kır olarak ele almak ya da kasabayı kırın içinde ve onun parçalarından biri gibi değerlendirmek gerekir. Şairin ikisi arasına koyduğu ayrım ve ayrılık noktası fazlasıyla belirleyici olduğu kadar son derece çarpıcı olsa da ben söz konusu etkiyi kimi yerde zayıflatır, bağlamlarından uzaklaştırır.

Abdülkadir Budak’a göre kasaba bahçeyse şehir saksıdır tespiti modernizmin her iki yanda artık biçim haline gelmiş olmasının altını çizer. Bunun kırla şehir arasında ve ikisinin modernizmi arasında kalmış şairin ben merkezli itirazı ve bunun belirginleştirdiği yalnızlığı olarak kabul etmemiz mümkündür. Bu noktada Abdülkadir Budak’ın modernizmle insan teki olarak kurduğu ya da kurmak zorunda kaldığı ve hem hayatının hem de şiirinin sorunu hale gelmiş çelişki temel bir sorun ve yüzeyde kaldığı gibi derinleşme arzusunu duyuran bir tartışma noktasıdır. Hatta bu çelişki kimi zaman modernizme yönelerek halk edebiyatı ve divan edebiyatı kadar modern şiirle ilişkisini yazdıklarında ifade etmesine de yol açar. Hatta Abdülkadir Budak’ın modernizmle ilişkisi orda da kalmaz modern şiirle ve onun şair ve şiirleriyle kurduğu ilişki ve aldığı etkiyi şiirinin konularından biri yapar.

Devam edelim… Geçmiş olarak kır ve artık yalnızca hatırlanan dünya sürekli olarak şiirlerinin bir yerinde ortaya çıksa da şehir daha çok ev ve “ev zamanı” demek olduğundan –kimsenin kendi evinde olmasının imkânı kalmamasına ve bir sürgünlüğü yaşayacak olmasına rağmen- uzun bir dönem aynı evde yaşanan (Emel Güz’ün komşu olmasıyla bir kişi eksilen) Abdülkadir Budak’ın önce baba (Bu aynı zamanda hem geçmiş hem de etraf olarak kendi babasını da şiire dâhil etmek de demektir.) sonra şair olarak anneyi çocukları (Emel Güz, Orhan Göksel) ve şairlerden oluşan Ankara’da ama daha çok Sincan’da geçen bireysel ve birlikte yaşanan hayatı anlatmaya, tartışmaya ve sorgulamaya dönüşürken düşünmenin ve tartışmanın epeyi bir kısmı yine okura bırakılır.

Burada doğal olarak geçmişten gelen belirtilere de bakarak hikâyenin büyük çoğunluğunun evde geçtiğini yazabiliriz. Çünkü şehrin düzenli dünyasının kır karşısında bütün ahalilerine asıl önerisi ve dayatması özneleri ve nesneleriyle ev olmuştur. Ev ve uzun zaman önce tabii konut kırdan sonraki zamandır.

Şehir karşısında apartmanda yaşıyor olsak da o hızlı ve şiddetli dönüşüm karşısında yaşayabileceğimiz ve sorunlu bir biçimde tek seçenek gibi görünen tek zaman ‘ev zamanı’dır diyebiliriz. Ne var ki bu ev zamanı Gaston Bachelard’ın belirttiğinden ve olumladığından çok farklı bir biçimde en azından bugünün dünyasına ve dönüşen hatta başka bir şey haline gelen mekân anlayışına bakarak çözülmesi mümkün olmayan bir durum ve yaşamadır. Bu noktada Abdülkadir Budak’ın ev/leri Behçet Necatigil’in evleri arasında olumlu bir ilişki kolaylıkla kurulabilir ve bu evin geçmişten alınan etkilerle birlikte yeniden anlanmaya çalışılması ve bunun için sorular sorulması ve yanıtlar aranması olarak anlanabilir.

Gaston Bachelard’ın evle ve mekânla kurduğu olumlu ve ruhsal ilişkinin tersine Behçet Necatigil’in evi acı içinde ya da ancak acı duyarak yaşanabilen bir mekândır. Aşırı bulunmazsa şehir karşısında hayatta kalmaya çalışılan bir hapishanedir. Abdülkadir Budak bunu ise sürekli yaşadığı ve şiire taşıdığı bir ikilem ve onsuz yapılamayan bir sorun haline getirir.

Aşk izleği önde gibi görünse de buraya kadar belirtilmeye çalışan şiirsel düzlemin baştan beri öne çıkardığı da acıdır ve bu Adorno’nun ancak acı paylaşılabilir demesiyle de uyumlu bulunabilecek daha çok sorular soran düşünce karşısında fazlasıyla dikkatli ve mesafeli bir durum ve tavırdır. Ama acı –dizi film Arrow’dan alıntıyla belirtirsem- insanın içinden çıkamadığı hapishanesi de olabilir. Bunun şiirde ya da yazıda yol açacak olduğu dikkatli olunmadığında mükerrerlik ya da acının her şeyi sonuna kadar belirleme ihtimali ve tehlikesidir.

Özetle insanın ilişkisizliğe ve hem kendine hem de toplum dönük iletişimsizliği nerdeyse biçim olarak benimsediği hem şehrin hem de evin daha fazla sorun ve yalnızlık mekânı haline geldiği ve bunun hem insan tekine hem de canlılara yönelik olumsuz etkisinin her şeyi belirlediği zamanlardan geçiyoruz.

Bunun karşısında Abdülkadir Budak’ın ilk şiirlerinden bu yana geçmiş ve bugün temelli olmak üzere kırla (Anadolu) şehir, (ev) aile ve etraftan başlayarak, dünyada yaşayan canlılarla kurmaya ve bir yandan da anlamaya çalıştığı ilişki ve bunun insan tekine ve onun yaşaması kadar duyguları üstünde yol açtıkları, onun yaşattığı özellikle acı ve keder gibi duygular onun çığlığı değilse de sözü olarak anlanabileceği gibi uzun sürmüş ve yazdığı müddetçe sürecek olan ama yine ben merkezli çağrısı olarak da kabul edilebilir.

Abdülkadir Budak’ın elli yılla varan şairliğinin verimi olan iki ciltlik toplu şiirleri (Dalgın Rüzgar, İştahlı Makas, Yazılıkağıt, 2020) insan bireyliğini, tabii kişiselliğini ve her ikisinin düzeylerini, sınırlarını, sorunlarını ve yaşatıp duyurduklarını anlamak ve tartışmak için iyi bir kaynak olabilir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl