Ana Sayfa Röportaj Adnan Gerger: Ses ve Suskunluk arasında…

Adnan Gerger: Ses ve Suskunluk arasında…

Adnan Gerger: Ses ve Suskunluk arasında…

Ses ve Sus beden ve toprak üzerinden imkânsızı aşmaya ve edebiyatta ortak dile ulaşmaya çalışıyor… Adnan Gerger ile Diyarbakır’da son romanı Ses ve Sus’u konuştuk.

Ses ve Sus romanı, edebiyatsever okurlar için estetik ve düşünsel hazza varmak için büyük bir fırsat sunuyor. Çünkü yazar Adnan Gerger, bu romanını okurla paylaşıyor, yeniden yazıyor. Çok katmanlı sözcüklerden oluşan metinlerin dili, zaman ve birbiriyle geçişleri her okurun yeniden anlamdırabileceği geniş perspektifler sunuyor. Okur, romanda bir girdaba kapılmıyor ama girdabın kendisini her an yutacağını sanarak tetikte duruyor. Okur, romanı okurken toprağın ve bedenin çektiği acıyla birlikte sancıyor, inciniyor, yalnızlaşıyor, sesleniyor, suskunlaşıyor. Sadece aşksız kalmayı göze alamıyor… Evet, Adnan Gerger’in ismi ilk gazetecilik yaptığı yıllarda duyulan bir isimdi. Ancak daha sonra öykü ve deneme dalında yapıtlar sunduysa da edebiyat çevrelerine adını ilk romanı Faili Meçhul Öfke ile 2010 yılında kazandığı Yunus Nadi Roman Ödülü’yle kazıdı. 2010 yılından sonra hep roman yazdı. Gerger’le son ve dördüncü romanı Ses ve Sus’u ve bu roman üzerinden edebiyatın estetik kaygılarını konuştuk.

– Kitabınızı ben metaforik ve felsefi bir kitap olarak tanımlayabilirim. Sözcükler cımbızla seçilmiş. Kitap içeriğine uyumlu bir güzel anlatı manzumesi… İlginç olan cümlelerin özgürlüğü. Çünkü her okur kendisine göre yontabilecek. Evet, zor metinler ama bu metinlerde edebiyatı sonuna kadar hissediyorsunuz, keyif alıyorsunuz. Şimdi bu kitabı yani Ses ve Sus’u yazma serüveninizi çok merak ediyorum. Böyle bir kitabı yazmak zor olmadı mı? Bu süreci anlatır mısınız?

– Hemen şunu vurgulamak istiyorum. 2010 yılında ilk romanımı yazdım. Faili Meçhul Öfke; bu kitap 12 Eylül’ü anlatan bir kitaptı. Edebiyatta 12 Eylül’ü anlatan ilk kitaplardan bir tanesiydi. Bu kitapla bildiğiniz gibi Yunus Nadi Roman Ödülü kazandım. Sonra Bir Adı Cehennem adlı romanımı yazdım. Bu kitabımda Dersim katliamını anlattım. Ondan sonra Yüzsüz Hayat geldi. 2014 yılına kadar üç romanım yayınlandı. Sonra dört yıl ara verdim. Zaman aralığına baktığınızda sekiz yıla dört roman sıkışmış gözüküyor. Bu roman için kısa aralık. Ama biliyorsunuz ki ben profesyonel gazeteciyim. Aslında bu romanlar o dönemden kalma. Daha iki roman var böyle. Yani bu romanlarımın yayınlanma süresine bir 35 yıl ekleyin. Dikkat ederseniz buna rağmen son dört yılda hiç romanım çıkmadı. Bunun nedeni işte farkına vardığınız o iyi edebiyat kaygısıydı. Hem bu kaygı piyasadaki kirlenmeye karşı bir itirazdır, edebiyat adına hem de kendimi giderek yetkinleştirme çabamdır. Ben Ses ve Sus ‘ta kendi kimliğini arayan hayata ve egemen düşünceye siyasi iktidara karşı gelen ve aşkı için direnen bir kadını anlattım. Yine bizim coğrafyaya ait bir hikâye. Mitolojik bir dil kullandım. Aslında beni böylesine titiz olmamı romanımdaki metinlerde anlatılan hikâyeler zorladı. Bu kitap başka türlü yazılamazdı.

– Sizin edebiyat çatınız yaşanmış trajik öyküler üzerinden kurulu… Metinlerinizde üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen kanaması kesilmeyen yaralar var. Hatta yeni açılmış yaralardan da söz ediyorsunuz? Bunu yaparken kullandığınız sözcükler, cümleler edebi disiplin içerisinde ama size ait bir özgünlükle dile geliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

– Ben her şeyden önce Ses ve Sus da yazarken okura bilinçli bir şekilde bana ortaklık etmesi için çağrıda bulundum. Metinlerimi okuyan okur, hikâyeleri sorgularken diğer yandan kendi bedeninin üzerindeki acıyı da hissetmesini istedim. Bu etkiyi yaratmak için sözcükleri en az iki ayrı anlamda algılanmasına çalıştım. Okura birinci olarak kendi iktidar hırsı içerisindeki ceberut insanın toprağa ve insana yüklediği acımasızlığını, ikincisi olarak da insanın adalet kavramıyla ontolojik arayışının çağrışımlarını sorgulattım. Biliyorum, bu bana özgünlük katacaktı. İyi de oldu. Dört roman yazmış birisi olarak bu hakkımı yine okurun lehine kullandım ve bu katmanları kavranması için romanın estetik dilinin iyi kavranmasına çalıştım. Yaptığım başka şey de insan acısının vatanı, milliyeti, dili, dinin olmadığını anlatmak ve bunu okuyucuya geçirmekti. Peki bunu nasıl gerçekleştirecektim? İnsan bedeni ve dilin üzerinden. Beden üzerinden imkânsızı aşarsak işte o zaman edebiyatta ortak dile ulaşabiliriz. Ses ve Sus da beden ve toprak üzerinden imkânsızı aşmaya ve edebiyatta ortak dile ulaşmaya çalışıyor… Yani beden üzerinden insanın çektiği acıyı anlatabilirsek eğer edebiyatın var olma nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Elbette edebiyat işte o zaman ünlü edebiyat kuramcısı Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi ölüm insanın en çaresiz kaldığı ana ve imkânsızlığına estetik dille çare olacaktır. İşte o zaman edebiyat da tam da burada acısını tek başına çeken varlığın sesi olacaktır. Bu soru çok güzel ve çok önemli bir soru. Çünkü dediğiniz gibi bu coğrafya kadim bir coğrafya. Dünyaya medeniyet taşıyan bir coğrafya ve üzerinde çok çeşitli uygarlıkların, kavimlerin, dinlerin, dillerin, yaşadığı bir coğrafya… Dediğimiz gibi var oluşundan bu yana kaosun beslendiği ve büyüdüğü bu coğrafya da gerçekten aynı zamanda müthiş kültür var, trajedi var, mizah var. İnsanların bireysel düşünüş ve davranış biçimlerinin felsefesine dair geniş perspektifler var. Bir edebiyatçının aslında çok zengin bir şekilde beslendiği bu topraklar. Toplumsal boyutta, hem sosyolojik boyutta, hem ideolojik boyutta hem de bireysel boyutta üretebilecek verimli topraklar. Bu verimli toprakların bir anlatıcısı olarak, ana damar bir edebiyatçı için çok zengin. Sadece edebiyat değil, sanatın diğer dalları içinde öyle. Resim olsun, sinema olsun korkunç bir şekilde estetik yapısı olan alanlara, malzemeye sahip. Çünkü insanların burada o kadim uygarlıktan, onun bileşkesinden oluştuğu için, birçok uygarlığın toplamı. Katmanlaşarak geldiği için, bütün bu sanat dallarında insanlara iyi bir şekilde damar açılıyor. Bu estetik sanatın bir yaşam damarıdır. Burada mesela feodal ilişkilerin acımasızlığı, dışarıdan görülen o vahşi yüzü bile edebiyatı besleyen bir yöndür.  Fakat burada sokaktaki insanların farkında olmadan içgüdüsel estetik bir yönü de var. Giyimi, kuşamı, davranış biçimi, ilişkileri müthiş… Dengbejlik geleneği var. Buradaki dengbej geleneği aslında bütün sanatı besleyen ana bir sanat akımı, bir koludur. Dengbejlik, sokaktaki insanın hayatını anlatan, sokaktaki insanın sesi haline gelen müthiş bir sanattır. Bu sanat salt Kürt yazarlarının ve sanatçılarının beslendiği bir sanat değildir, aynı zamanda bütün dünya sanatçılarının etkilendiği ve onu aşmaya çalıştığı bir alandır. Resim de öyle, sinema da öyle. Bu nedenden dolayı bu coğrafyadan beslenen, eser üreten sanatçıların, eserlerinin çok ileriyi görmesinin nedeni, bu coğrafyanın içsel zenginliğidir. Bu coğrafyayı anlatırken, trajedilerin yoğun olduğu bu coğrafyayı da anlatacaksanız bu coğrafyayı ve üzerinde yaşanan olayların trajik boyutunu da ortaya koymak zorundasınız. Yani bir edebiyatçıysanız ille bu coğrafyayı anlatmak için mağdur bir edebiyat, ille sürgün edebiyatı, ille bir ağlak dil kullanmanız gerekmiyor. Bu coğrafyayı ve içindeki insanların öykülerini iyi niyetle anlatmayı becerdiğinizde zaten estetik dil kendisini kuruyor, kurmak zorunda kalıyor.

Ben şu anda içinde bulunduğumuz mekân gibi bazalt taşlardan yapılmış eski bir Diyarbakır evinde büyüdüm. Romanımda da böyle mekânlara rastlarsınız işte. Ama içinde unutturulmaya çalışılan insan hikâyeleriyle… Şimdi canım acıyor.

-Yani bu coğrafyada yazar olmak çok kolay mı diyorsunuz? Biraz yazma yetisi olan burada rahatlıkla edebiyatçı olabilir mi diyorsunuz?

Elbette bunu demiyorum. Hatta bu benim diyen yazarların bile ötesinde bir şey… Önemli olan bu coğrafyayı olduğu gibi anlatmak değil. Önemli olan hangi sanatı yapıyorsanız, o sanatın disiplinini bilmek ve o disiplin içerisinde yorumlamak gerekiyor. Yoksa bir anlamı kalmaz. Son derece klasik, eskiden sokaklarda satılan destanlardan öteye geçmez. Bu toprağın sosyolojik yapısını, hatta psikolojik yapısını bilmek de çok önemli… Çünkü buradaki insanların hikâyelerini anlatmakla iş bitmiyor, buradaki kültür zenginliği dil, din yapıları çok değişkenlik, farklılık özellikler gösteriyor. Durmadan değişim gösteriyor. Durmadan bir başka boyuta taşıyor. Bütün bu boyutların farkına varmak gerekiyor. Bir kere bunu ele alan kişinin entelektüel yapısının kendisini yetiştirmesi gerektiğine de inanıyorum. Ses ve Sus romanını yazarken elbetteki beslendiğim ana kaynak buradaki yaşamlar, burada olup bitenler…Ben bu romanı yazarken ayrıca onlarca kitap ve belge okudum. Çünkü bugünü anlatmak için tarihsel süreci de en azından bir ölçüde bilmemiz gerekiyor.

Mümin Ağcakaya ve Adnan Gerger

– Bu coğrafyada yaşanılanlar edebiyata yansıması yeterli mi? Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?

Çok önemsediğim bir soru, bir konu. Ben, Ses ve Sus ’da, Faili Meçhul Öfke’de, Bir Adı Cehennem’de, Yüzsüz Hayat’ta, bu coğrafyada yaşananları anlatmaya çalıştım. Ama bunu yazarken bir roman dilini, estetik dilini kullanarak, bütün kuram ve kavramsal şekiller ve bütün disiplinlerinden faydalanarak… Buraya ancak iyi birer edebi metin yaratabilirseniz gerçek anlamda dokunabilirsiniz. Önemli olan bu toprakları anlatırken burada yaşananları çok üst düzey metinlere çıkartmak lazım. Çok iyi bir edebi metne dönüştürmek lazım ki, dünya çapında bir yere ulaşsın. Bu toprakların dünya çapında anlatılması sağlansın. Mesela bir sinemada Yılmaz Güney’in, o yeteneği olsun, Yaşar Kemal’ler olsun, Ahmede Xani olsun, Mehmet Uzun’lar olsun, Fırat Ceweri’ler olsun, Haydar Karataş’lar olsun, Mahmut Baksi’ler olsun, Musa Anter’ler bu coğrafyayı nasıl anlatmaya çalıştılar? Elbette bu coğrafyayı anlatırken iyi bir edebi dili, iyi bir estetik dili, iyi edebi metni yaratarak bunu sağladılar.

– Tam da burada şu soruyu sormak istiyorum. Elbette sıradan bir edebiyattan bahsetmiyoruz. Nitelikli bir edebiyattan bahsediyoruz. İyi de günümüz romanında neden bu yok?

-Olmaz olur mu? Var. Çok iyi metinler var… Ancak şunun da altını çizmek gerekiyor. Bu yayın piyasasında bir paradoks var. İyi edebi metin ortaya çıkarılıyor ama bu metinler piyasada gösterilmek istenmiyor. Egemen sistemin içindeki bir mantık, sizin üst boyuta çıkarmak istediğinizi ya da ona ters gelen metinleri görmezden geliyor. Hatta sizin iyi metin yapıp yapmadığınıza bakmadan sizi ta baştan reddediyorlar. Çünkü onlar kendi çarkının içindeki yazarlarla çalışıyor. Egemen sistem eğer bir yazar olarak sizi seçmiyorsa, alem-i cihan olsanız, gökten zembille inseniz, bu zinciri kıramıyorsunuz! Peki, nasıl kıracaksınız? Ahmed Arif örneği gibi… Ahmed Arif de bütün engellere rağmen şu anda ülke ve dünya açısından tanınan bir şair. Kendi dayatmalarıyla bunu yaratıyor. Öyle edebiyat yaparsınız ki, kimse önünde duramaz. Bu coğrafyadaki yazarların birçoğu da böyledir. Kim gürül gürül akan bir nehri engelleyebilir. Bütün engellemelere rağmen var oluyoruz, işte. Olağanüstü hikâyelerimiz akıyor işte… Her akışta kendini yeniliyor. Burayı edebi metinlerde, romanlarda, şiirlerde ve sanatın her dalında burayı öyle bir anlatmalıyız ki, bütün itirazlara rağmen, egemen sistemin dayatmalarına rağmen kendi varlığını ortaya koyabilsin. Bunu yapabilecek güçteyiz ve bunu yapmaya çalışıyoruz da.

-Bu tarihsel süreci, bu coğrafyayı bilemeyen zaten yazamaz…

-Çok doğru. Söylemeye çalıştığım bu. Geçmişte aslında yaşananlar ne ise; bugün de aynı şeylerin bir benzerinin yaşandığını görüyoruz. Sadece yaşatılanların ve yaşananların kendisinde de bir değişiklik gösteriyor. Zamana ayak uyduruyor. Yoksa geçmişteki acılar neyse bu gün de aynı acılar yaşanıyor. Bunu nasıl anlatacaksınız. Nasıl dile getireceksiniz. Bilginiz yoksa 90’ları, 2000’li yılları düşünün. 2010’lu yılları düşünün, aradaki bu süreçte bu zaman aralığında 7 – 8 yılın önemi ne diye düşünebilirsin ama bu coğrafyada bu çok önemli. Geçmişteki o bilinci taşımak için bugünle birleştirerek yarınla aşmak için bütün bu entelektüel birikimin gerekli olduğuna inanıyorum. Mitolojik bir dil kullandığım Ses ve Sus’u bitirdikten sonra, en ufak bir yanlışlık olmasın diye, titizlikle yeniden yeniden ele aldım. Tamam bir edebiyatçısınız ama yarına da bir sorumluluğunuz var sizin. Yazar olarak bunun kaygısını hep taşıyorum. İyi bir metin için, tarihsel ve edebi bilinç edinmenin, bu konuda uğraş vermenin gerektiğine de inanıyorum. Bunları düşünmeden oturup bu kitabı yazayım, burayı anlatayım diye yazarsanız o yapıttan bile sayılmaz.

-Şimdi bu avluda söyleşirken neler hissediyorsunuz?

– Bu soruyu sormanızı o kadar çok istiyordum ki… Ben şu anda içinde bulunduğumuz mekân gibi bazalt taşlardan yapılmış eski bir Diyarbakır evinde büyüdüm. Romanımda da böyle mekânlara rastlarsınız işte. Ama içinde unutturulmaya çalışılan insan hikâyeleriyle… Şimdi canım acıyor. Çünkü ben biliyorum ki bu eski evleri yıkıyorlar, yıkılıyor. Eski evler yıkılıyor, yerine ona benzer evler yapılıyor. Bu beni kahrediyor. Dedim ya ben böyle bir evde büyüdüm. İlk baktığınızda çok hoşunuza gidiyor. Çocukluğum burada; suyun sesi, bayramlarda anamın çörek yapışı…  Ara sokaklarda gece yarıları nara çeken kırıkların (kabadayıların) seslerini duyarak büyüdüm. Kim olursa olsun kapımız açıktı. Eski insani ilişkiler, insani değerler, feodal değerlerin insancıl olan bazı yanını kim nasıl anlatabilir? Bu mekânın bu avlusunda oturmak hoşuna gidiyor insanın. Çünkü sana geçmişi hatırlatıyor. Aynı zamanda yoğun bir hüzün kaplıyor seni. Geçmişe doğru gittikçe tarihi kökleri görüyorsun ve hüzünleniyorsun. Bu küçelerde koşturdum, ben bu topraklarda büyüdüm. İnsan duygulanıyor. Aslında bu duygularım bile çok güçlü bir edebi ürün… Demem o ki bu coğrafyayı ve insanlarını içselleştirmeniz lazım. Bu coğrafya edebiyatın matematiksel ölçüleri içinde iki artı iki eşittir diye yazılamaz. Örneğin Diyarbakır… Geçmişe dönüp baktığımızda her şeyiyle çoklu bir kenttir. Kültürel olarak, etnik olarak adeta bütün Ortadoğu’nun laboratuvarı gibi bir yer. Dolayısıyla burayı yazmak, bunun güçlü edebiyatını yapabilmek için, çok güçlü bir tarih bilincine de sahip olmak gerekir. Halkların burada nasıl yüzyıllarca kardeşçe yaşadığını, bu kültürlerin birbirlerinin içerisine nasıl geçtiğini insan yaşamlarının bir saç örgüsü gibi bize kadar nasıl geldiğini anlamamız lazım. Dolayısıyla bu coğrafyayı yazmak kolay bir şey değil. Zor iş kolay değil ama yazılması gerekiyor. Siz de söylediniz… Burası, Ortadoğu’nun o kadar girift bir yeri ki, dünya uygarlığının bir merkezi.  Uygarlıkların zaman akışı içerisinde evrimleşmesi var. Geçmişteki o zaman akışını bugün de burada görebiliyorsun. Gelip sadece bu sokakları görerek, sadece nostaljik izlenimleri yazılmasından söz etmiyorum. Benim itirazım buna! Önemli olan burayı içselleştirmek, buradaki insanlara, kültüre, uygarlığa, yaşam biçimine dokunmak gerekiyor. Bunların dışında yazılanlar istenildiği kadar iyi lanse edilirse edilsin, çok güzel diye sunulsun ama bunların edebi bir değeri yok. Olamaz da…

-Genç yazarlara, yazmak isteyenlere önünde bu kadar engel, manipülasyon, yayın tekelleri varken; onlara seslenirken neler söylemek istersiniz?

– Okumak gerek. Çok iyi okumak gerek. Okumadan yazar olunmaz. Okumaktan başka çareleri yok! Yazma bilincine sahip olmak ancak okumayla elde edilebilir. Kulaktan duyma bilgilerle edebiyatçı ve sanatçı olunamaz. Bilinç öğrenmekle gelişir, oluşur, bunun için de kitap okumak gerek… Bu donanıma sahip olunursa ne yayın tekellerinden ne de manipülasyondan korkmaya gerek yok.

Ses ve Sus ödüllere layık bir kitap, ancak en büyük ödül iyi edebiyat okuruna ulaşması ve çok baskı yapması… Bu röportaj için çok teşekkür ederim ağzınıza, yüreğinize, kaleminize sağlık…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl