Ana Sayfa Litera ADNAN GERGER VE TAVHANE ÇOCUKLARI ÜZERİNE

ADNAN GERGER VE TAVHANE ÇOCUKLARI ÜZERİNE

ADNAN GERGER VE TAVHANE ÇOCUKLARI ÜZERİNE

Roman edebiyatında kendi sesini bulmuş sayılı roman yazarlarımızdandır Adnan GERGER. Romanda özellikle kurgusal/içeriksel/temasal anlamda Gerger’in ayrı bir yeri ve potansiyeli var nezdimde. Gerger, hikâyeleri bozup inşa etmede, hikâyeleri katman katman harmanlamada veya hikâyelerden hikâye yaratmada ustalaşmış bir isimdir, özellikle son iki romanında.

Modern edebiyatta sürgit tarzı roman yazmak kolay bir iş değildir, kendimden bilirim. Yazar yeterince uyanık değilse yazdıklarında kendisi bile boğulabilir, kopabilir; daha yaratıcısı kopan bir eserde okurun halini düşünemiyorum. Böylesi tehlikeli sularda Gerger bir de anlatım akıcılığını artırıp zenginleştirmiş.

Gerger, romanını tanrısal bakış açısıyla yazmış (bilen/gören/duyan hatta yer yer karakter ve tiplerinin kafalarından geçenleri okuyan yazar) fakat bu klasik anlatım biçiminden de sıyrılmayı bilmiştir; yer yer aradan çekilip kahramanlarını özgür bırakarak onları konuşturmuştur, dünyalarına girip o girdaplardan seslerine ses, çığlıklarına çığlık olmuştur. Burada karakterlerin/tiplerin sahici görünmesinin nedenlerinden biri de kanımca yazarın gazetecilikten gelen tavrı ve huyudur.

Roman şu cümle ile başlıyor, “Çocukluk bütün dillerin tek alfabesidir.” Evet, Nerede doğarsa doğsun, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın; çocuk çocuktur, annesinden, babasından, kardeşinden, çevresinden vs. beklediği sahiplenme/doğru yetiştirilme/çocukluğunu yaşayabilme hakları vb. dünyanın her yerinde aynı olmalıdır yani mesele çocukluk ise tek dil geçerlidir… Peki, öyle midir? İki yaşına geldiğinde yetişkin beynin yüzde doksanına yakın potansiyele ulaşabilen bütün çocuklar aynı yazgıyı ve aynı hakları yaşayabiliyor mu? Bu sorunun cevabı –evet- değildir maalesef; neden mi, nedeni insanoğlunun gaddarlığı, zalimliği, hepbanacılığı belki de soysuzluğu… Çünkü maalesef ki bazı çocuklar tavhanelerde büyümek zorunda kalmıştır, bazı çocuklar uyuşturucu ve fuhuş mafyalarının elinde büyümek zorunda kalmıştır, bazı çocuklar yetimhanelerde çocukluklarıyla baş başa kalmıştır, bazı çocuklar sistemlerin gaddarlıkları yüzünden köyleri taranıp yediden yetmişe kurşundan geçirilirken tesadüfen hayatta kalmışlardır. Gerger, işte böylesi çocukların yaşamlarını/yazgılarını masaya yatırmıştır. Tabii bu durum sadece romanın birkaç yüzü.

Adnan GERGER toplumsal/siyasal duyarlılığı yüksek olan bir yazardır; tabii ki her türlü çocukluk haklarını yaşayan çocukları yazmayacaktır. Her türlü haklarını yaşama şansı olan çocukları; doksanlarda ölümün/hilenin/yalanın/hakbilmezliğin kol gezdiği özellikle Güneydoğuya girip çıkan; maaşının karşılığı için değil namusu/gururu/haysiyeti kadar haber yapmayı göze alan ender gazetecilerden olan Adnan Gerger gibi yazarlar yazmaz, yazamaz; çocukluklarını fazlasıyla ve lüx bir hayat içinde yaşamış çocukların hikâyelerini/yaşanmışlıklarını ancak laylaylom yazarlar yazabilir. Ne yazabilir laylaylom yazarlar? Zenginliğinden dolayı tecavüzü kendinde hak göreni, diğer insanlardan kendini üstün göreni, her gün bir başka laylaylom aşkı sadece kendine hak göreni/yakıştıranı vs. tabii emeğin karşılığı olan bir zenginlikten bahsetmiyorum.

Şunu bilirim; yazmak yazarın çocukluğuyla da alakalıdır, görünmez güçlü bir bağ vardır. Net bir düşüncemdir, -Hiçbir güçlü yazar laylaylom bir çocukluk yaşama şansına sahip olamamıştır. Böyle bir iddiama aslında yazarın bütün hayatını katabilirim. Hayatı rahat geçiren rahatı yazar. Rahattan nasıl bir edebiyat çıkarsa artık! Mesela Tolstoy zengindi derler ya; evet aristokrat bir ailenin çocuğuydu, fakat daha iki yaşında bir çocukken annesi öldü, Rus savaşlarına katıldı. Belki de yetinmedi ve yaşlılığının çocukluğunu da cezalandırdı o tren garında. Bildiğimiz ve yaşadığımız çocukluk yara bere, direnme, hakkı için kavgayı göze alma, umut vs. ile geçen çocukluktur. Edebiyatın kök hücrelerinin genetiği buralarda yatmaktadır ve asıl kalıcı edebiyat filizlenmişse kalıcı kalır. Adnan Gerger buraları ve daha fazlasını deşmiştir romanında.

Gazeteciliğin asparagas halinin/rezilliğinin ortaya saçılmasıyla başlıyor roman. Gayet doğal başlıyor, çünkü yazar Adnan Gerger gazeteci kökenli bir yazardır, mesleğini çok sevdiğini bir önceki romanı olan, Ses ve Sus” romanındaki gazeteci mesleğine sadık bir karakter olan –Leyla- dan biliyoruz. Ama Tavhane Çocuklar’ındaki sözde gazeteci Ahmet Aksev ancak maaşı kadar dürüst biridir. Maaşı kadar derken para kazanmak veya maaşını almaya devam etmek için muktedirlerin emrinde her türlü mesleki değerleri çiğnemeyi kendilerine yakıştıranlardan bahsediyorum. Ortalık kaynıyor böyle tiplerden.

Adnan Gerger, yanlışı/haksızlığı/adaletsizliği gördü mü hayatın ümüğünden tutup boğmaya çalışan bir yazar, belki de gazeteci yanından dolayıdır; heybesi de dolu olan bir yazar ve bu avantajını çok iyi kullanıyor… C. Orwell‘in Hayvan Çiftliği veya Bindokuzyüzseksendört’ü gibi yapmıyor, direk meseleye dalıyor, en fazla yer/zaman/kişi isimleriyle oynuyor. Yine gazeteci kimliğinden/huyundan olsa gerek ki ele aldığı meselleri ilmek ilmek dokuyor. Arada bir teknik vuruşlar, arada bir edebi vuruşlar, arada bir de sosyal/siyasal nokta atışlar yapıyor. Yalandan örülen, gerçek nedenleri gizleyen efendilerinin kölesi bir gazetecinin reyting uğruna göze aldığı kepazeliği adeta tokatlıyor.

Mesela, “Saçlarını yolan, yüzlerini tırmalayan, yumruklarıyla göğüslerini döven, birazdan sevdiklerinin ya da tanıdıklarının cansız bedenlerini örtecek toprağı avuçlayarak yüzüne süren kadınlardan duyulan hırıltılar yorgun düşüyordu.” Bu duru ve canlı anlatıma yazar bir de edebi/felsefi/politik bir vuruş yapıyor, ”Ne kazılmış toprağın, ne gökyüzünün ne de yeryüzünün bu insanların acılarını paylaşmaya cesareti vardı.”

Muhalif duruşu yüzünden gazetesinden kovulan gazeteci Elif, medyanın daha önce -Tavhane Çocukları- diye isim taktıkları her türlü haksızlığa karşı çıkmış ve esrarengiz bir şekilde ortadan yok olmuş göçmen çocukların izini sürmeye başlıyor; hayatlarını romanlaştıracak. “Çocukluk bir yoldur… Ne başlangıcı vardır ne de sonu…” diyor yazar. Bence de öyle! İnsan ölüm döşeğinde bile hala çocukluğuyla /kendiyle beraber değil mi? İnsan her şeyi unutabilir ama çocukluğunu asla…

Gazeteci Elif’e romanını yazması/bitirebilmesi için bilgi/belge veren Faruk aslında Tavhane Çocukları’nın lideri/bilgesi ola; kayıplara karışmış olan; babasını bulmak için her türlü pisliği kendinde hak gören Kopuk’tur ve Kopuk, kendisi gibi her türlü pisliğe bulaşmış olan ama vicdanının sesinden bir türlü kurtulamadığı için kusmayı/ötmeyi göze alan/isteyen Faruk’un oğludur. Baba ile oğul yüzleşiyor ve oğul(Kopuk) babasına yönelttiği, “Satmadığın hiçbir şey kalmamış.” Suçlamasına/deşifrasyonuna karşı babası tarafından öldürülüyor. Roman ser verip sır vermeyen bir akımla akıyor. Okurun yakasını bırakmayan, peşinden sürükleyen böylesi bir akış roman/kurmaca edebiyatının nezdimde kilit noktalarından birisidir. Yazar, bu kilit noktanın hakkını fazlasıyla veriyor.

Roman katmanlaştıkça Mezopotamya’nın Mardin vilayetinin bir köyünün düğününe/katliamına; “beşik kertmesi! Ağa kim olacak? Miras kime kalacak?” gibi kronik yaralarına sıçrıyor ve köy katliamının nedeni derin sistemin işi değil de feodal törelerin yüzünden olduğu sunulmaya çalışılıyor, tabii burada artık çürümüş feodal töreller masumdur sonucu çıkmamalı. Romanda kimin ne olduğu, kimin ne yaptığı, gerçek hayatta nelerin nasıl döndüğü detaylanıyor.

“Kolay mesele! Olayı aşk meselesine bağlarız; her zaman tutar.” Evet, buralarda balık hafıza her zaman muktedirin/siyasetçinin yemini yutup uyumaya devam etmiştir…

Bir roman yazarı hikâyelerini/karakterlerini yeri geldiğinde rahat bırakmazsa kurgusal yaratıcılığını konuşturamaz, öne çıkaramaz; yaratıcılığı varsa da zihninin derinliklerinde ölü yatmaya devam eder. Tavhane Çocuklar’ında bu nokta iyi işlenmiş. Yazar, hikâyeleri önce almış beynindeki değirmende iyice öğütmüş, una dönüştürmüş sonra kendi zihin suyundan katıp çeşitli acı/tatlı/tuzlu malzemeler kullanarak hayal dünyasını da katarak çeşit çeşit hamurlara dönüştürmüş. Tarihi bir roman olmadığı sürece böyle bir tarzın eleştirisi olmaz. Gerger, kurmacayı öne çıkararak gerçekçi edebiyattan belki de çıkmak istiyor aslında veya harmanlamak istiyor ve bunu gıdım gıdım işliyor ki geldiği geleneği de incitmesin. Ben Gerger’in bu görünmez çıkışlarına, “ Romanda Realist Kurmaca.” demek isterim. Yazar, tabiri caiz ise kurmacanın suyunu sıkmış gerçekçi hayattan beslenerek. İleride Adnan Gerger belki Romanda Realist Kurmaca diye adlandırmak istediğim süreci daha da detaylandırıp güçlendirecektir, bekleyip göreceğiz. Stephan King’in şöyle bir lafı var. “Kurgu yalandır, iyi kurgu yalanın içinde gizli bir gerçektir. Yine Ulus Baker’in lafıdır, “Yazmak, iletişim kurmak değil direnmektir.” Kurmaca edebiyat benimde vazgeçmeyeceğim edebi bir alandır. Son romanım olan, “Hazan Kıyısında Aşk” bu iki cümle ile başlıyor.

Ağalık sisteminin sistemin gücüyle birleştiğinde ne kadar tahripkâr/hilekâr ve gaddar davranabileceğinin de bir yüzüdür Tavhane Çocukları romanı. Bir devlet ile bir devletçiğin bir mirliğe saldırması gibi… Katliamdan sağ kurtulan Encam’ın eğitmenlerin meseleyi bilmemesi, empati kuramaması yüzünden okulu terk etmesi, trajedinin devam etmesi… Doğudan batıya göç eden/göç etmek zorunda kalan çocukların/çocuklukların ötekileşmesi, ötekileştirilmesi ve bu davranışlara maruz kalan çocukların savrulması, Encam’ın okulu terk etmesi… Kimsesiz, sahipsiz çocukların uyuşturucu, fuhuş baronlarının eline nasıl düştükleri, ayrıca işin polisiye tarafı vs. Romanda daha fazlası var.

Bildiğimiz bir müzik aleti olan zurnanın hem nesne hem de metafor olarak kullanılması ve bir kültüre/yaşam tarzına dönüştürülmesi ayrıca bir farklılık.

Hayattan çocukluk haklarını alamayan/aldırılmayan çocuklardır Tavhane Çocukları.

Yazar, Tavhane Çocukları’nın romanını yazmak isteyen dürüst/maaşı olmayan/dürüst tavrından dolayı işten atılan gazeteci Elif’in yazgısının kararını okura bırakmış gibi duruyor ama öldürüldüğü anlaşılmıyor da değil.

Hasılı kelam, Tavhane Çocukları okuyanı sürüklüyor, haksızın/zulümbazın/düzenbazın pisliklerinin hesabını soruyor, sorduruyor; bazı duraklarda takılma pahasına.

Bir önceki romanında herkesin gördüğü/bildiği ama görmezden/bilmezden geldiği bir coğrafyayı anlatan Adnan GERGER bu romanında aynı sancılarla herkesin gördüğü/bildiği ama görmezden/bilmezden geldiği öldürülen/sürülen/göç etmek zorunda kalan yetim çocukların dünyasına girmiş. Takip edeceğiz tabii; sonraki olası romanlarında hangi yetim/yoksun dünyalara/hikâyelere atacağı eli.

Yazmak sahibinde sürekli kendi kendine bir bulaş olan ve bulaşıcılığı ender örnekler dışında kalıcı olan bir virüstür. Bu virüs Adnan Gerger’de göndermeleriyle/üretimleriyle çırılçıplaktır. Acı çeken, adalet isteyen, aşkı hayal eden… Kusursuz olmazsa da kusursuzdur/huzursuzdur bazen yazılan, çünkü yazar şah damarından yakalamıştır gerçekliğin öte yüzünü…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl