Bir amaca yönelmek insanın kendini eylemesinin temel motivasyonlarından biri olmuş. Spinoza, insanın en temel motivasyonunun iştah ve arzu olduğunu söylemiş. Bu güdü, varoluşun itici gücü gibi çalışır, insan kendini bunun üzerinden eyler imiş. İştah besldiği her şeyi de duymaya, anlamaya, bilmeye ve eylemeye çalışmış. Platon insanın amacının daha çok öğrenmek ve bilmek olduğunu; Aristo ise insanın rasyonel, mantıklı bir varlık olarak hayatının amacının “iyi olmak” olduğunu düşünmüş. Nihayetinde, insan farklı amaçlılıklar peşinde olsa da hem tarihsel hem de doğal bir varlık olarak bir anlamda doğadan ayrılarak diğer bütün türlerin sahip olmadığı anlamsal bir sıçrama yaratarak özgün fiillerin öznesi olmayı başarmış. Biyolojik ve düşünsel evrimi süresince zihnine konu olan her şeyi bilgi olarak kaydetmiş ve obje ile süje arasında kurulan aktlerle de düşünce denen fiile sahip olmuş. Somut nesneler üzerinde yapageldiği duyu deneyleri sonucunda da algı aktı gelişmiş ve gelişen bu zihinsel kapasitesinin yardımıyla da kendine sürekli yeni amaçlar belirleyerek değişmeye, gelişmeye devam etmiş. Y.N.Hariri’nin iddiasıyla, ‘Homa Deus’ olmayı istemeye dek vardırmış, yürüyüşünü.

Paleolotik çağda sadece biyolojik varlığını sürdürmeyi amaçlamış, Neolitik çağda daha kompleks davranışlar, düşünceler ve kültürler üreterek soyut amaçlara yönelmeye başlamış. Bu gelişim süreçleri, insanın kendini içinde bulduğu doğa karşısında konumlanışıyla, yaşantısına ilişkin bilmeleriyle ve bir bütün olarak hayatı anlamlandırmasıyla devam edegelmiş. Neolitik çağın ardından doğadan bağımsızlaşan insan hem doğaya hem kendine dönüp varlığına anlamlar ve amaçlar bulmaya çalışmış ve bu amaçların peşinde türlü serüvenler yaşamış. Tarihin başından bugüne farklı amaçların peşinde kendi varlıksal niteliğini belirlemiş, bir yönüyle kendi yaratım sürecine katılmış. Bu amaçlarını da yer yer doktrine etmiş, çağdan çağa taşıyarak birbirine aktarmaya çalışmış.

16. yüzyıla değin dinlerin vaat ettiği ilahi huzura erişmenin peşinde koşan insanoğlu, bu yüzyıldan sonra da bakışlarını öte dünyanın karanlık dehlizinden çekti ve önünde sonsuzca uzanan bakir ve çıplak somut dünyaya çevirdi. Yeni kıtalar, denizler ve okyanuslar keşfetmeyi ve bu yolla hem daha çok zengin olmayı hem de bilinmeze dair merak duygusunu tatmin etmeyi amaçladı. Her dağ, deniz, orman ardında saklı olana dair büyük bir merak arzusu yaratıyordu. İnsanoğlu, gizemlerle dolu dünyasını keşfederek kendi varlığının sınırlarını ve derinliğini de keşfetmiş olacağını düşünüyordu. Açlıkla dolu bu çılgın arayış ruhu, on yedinci yüzyıldan itibaren de amacını bilimin uçsuz bucaksız deryasına açılmak olarak belirledi. Gerçeğin, görünenin ardında saklı olduğu ve bilgi ve deney yoluyla evrene dair tüm sırların bir bir çözülebileceği inancından kaynaklanan rasyonel bir akıldı, bunu düşünen. Sanayinin, teknolojinin, makineleşmenin ve büyük oranda kapitalist tekeller oluşturarak büyümenin, zenginleşmenin hülyalarıyla doluydu zamanın beyinleri.

Geçmişin bütün dogmaları, davranış kalıpları, inançları, mitleri, düşünce yapıları sorgulanıyor ve parçalara ayrılarak geçmişin mahzenine kapatılıyordu. Taze, aç ve haris bir iştiha başını döndürmüştü insanlığın. Amaçlar büyük, her zamankinden daha kolay erişilir ve arzu uyandırıcıydı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde dünyayı keşfetmenin, zenginleşmenin, uygarlaşmanın yanında getirdiği eşitsizliklerle, ezilmişliklerle mücadele fikriyle dolu; bölgesel ve emperyal güçlerle, tiranlarla, despotlarla mücadele etmenin romantizmiyle esrimiş bir insanlığın düşü belirmiş oldu. Soyundan, coğrafyasından veya sosyal ve ekonomik sınıfının en baştan, doğuştan mahkûm ettiği şansızlığından sıyrılarak her türlü başarıyı, zenginliği, yükselmeyi yakalayabileceğini düşünen bireyin bencil fantazmalarından oluşan bir çağdı yaşanan.

Ardından gelen yüzyılın ilk yarısına dek ideolojilerin, dinlerin, yaşam anlayışlarının eşitliğe, adalete, huzura ve refaha dair vaatlerle başını döndürdüğü insanoğlunun belki de bir amaca hiçbir zaman bu kadar bağlı olmadığı, inanmadığı yüzyıllardı söz konusu olan. Dünya, kadını ve erkeğiyle yeni bir tür insanla dolmuştu. Her alanda bin bir türlü bilgiyle donanmış, ufku geniş, algısı gelişmiş bir insandı modern çağın insanı. Meslekler kendi içinde bölünmüş birçok alt dalla çoğullanmış ve özerk uzmanlık alanları oluşmuştu. Kişi kendini her şeyi biraz bilip bir şeyi çok bilmeye ve onda yeteneklerini geliştirmeye ve uzmanlaşmaya uyarlamıştı. Modernite çağı, baskıcı ve bağımlılık yaratan bir tasarım olarak kendi iştahının tüketim nesnesi olan bireyini yaratıyordu. İşinde uzmanlaşmış ancak duyarlılığı, bilgisi ve algısı sadece kendi alanıyla sınırlı; hayatı bir bütün olarak kavrayıp analiz edemeyen sınırlı sorumlu bireyin krizleri başlıyordu.

Hünerini, bilgisini belli bir alanla sınırlamaya çalışan insanın dünyası ve hülyası da sınırlanmış; geleceğe dair yüce bir amaç yerine gündelik amaçların sönük ve kısır itkisiyle sığ zevklere mahkûm olmaya başlamıştı. Kimi zaman hedonizm etkisinde olabildiğince yaşamdan zevk almayı ve acıyı da azaltmayı çoğu zaman bir ‘homo faber’ olarak durmadan çalışarak ve hemen her gün yeni şeyler bulup üreterek yaşamayı amaçladı. Bütün bunlardan bıktığında da nihilizmin etkisinde umutsuzluğa kapılarak hayatın anlamsızlığı girdabına takıldı. Fakat bu anlamsızlık anlayışı dahi günümüzdeki gibi boş vermişliğe, boşluğa, savrulmaya ve bütünüyle amaçsızlığa dönüşmemişti. Anlamsızlık duygusunun yine de belli anlam alanlarına, felsefi, sanatsal fiil ve düşüncelere yaslanarak belirli açılımları olan bir algı üzerinden şekillendiği zamanlardı onlar. Varoluşunu savruk bir benmerkezcilik içinde yitirmemiş o dönemin anlamsızlığı bugünün vaatsiz, hedefsiz, ereksiz bulanık algısından daha anlamlıydı.

Nihayetinde geldiğimiz aşamada, büyük ve kadim referanslarını yitirmeye başlayan insan tek başına ve çıplaktı artık. Geçmiş şimdinin üzerine çökmüş, şimdi yüzeysel ve tatsız; geleceğin ufku ise bütünüyle karanlık ve toz duman içinde. Şimdinin içine sıkışan insan, geçmiş ve gelecekle ilişkisini kesmiş, amaçsızlık, yönsüzlük ve belirsizlik içinde çırpınıyor. Artık ne ütopyalar ne de distopyalar var. ‘Tarihin sonu’ kehaneti gerçekleşiyor gibi. Bütün ideolojiler, dinler, yaşam felsefeleri modern insanın üzerine vaatlerinin enkazıyla birlikte devrilmiş ve her düzeyde inançsızlık insanın benliğini ele geçirmiş. İnsanoğlu iyilik vaat eden gelecekçi ideoloji ve düşüncelere de kötü kehanetlerle dolu şimdi analizlerine de kapalı, artık. Her ikisinden de bıkmış. Umutsuzluk, çaresizlik, yönsüzlük ve amaçsızlık insanların geçici, sığ, tatminsiz arayışlar içinde çırpınıp durmasına yol açıyor. Buna karşın modern zamanın mesihleri geçmişe nazaran çok daha fazla.

Akla sığmayacak sayıda ve çeşitte psikolojik sağaltım yöntemleri, yardım önerileri, mutlu ve başarılı olma formülleri, günlük veya ömürlük konfor paketleri sunan modern mesihler bunlar. Fakat bütün bunlar işleri kolaylaştırmak yerine daha da karmaşıklaştırıyor, tercihlerin bolluğu zaten kafaları karışık ve ne istediğini bilmeyen insanların zihnini allak bullak ediyor. Kayıp ruhların, ahmakça amaçların peşinde yitip gittiği bir çağın kapısı aralanmış ve çağın kötücül rüzgârı her şeyi önüne katıp sürüklemeye başlamış. Geçmişe nazaran çok büyük maddi ve manevi varlığa ve araca sahip olan insanoğlu bu zenginlikten yeterince yararlanmıyor ve karşı karşıya olduğu sorunlara anlam ve bilgi dünyasının zengin hatıralarını kullanarak çözümler üretemiyor. Geçmiş vizyonu yiten, anlağı bulanıklaşan insanın geleceğe dair vizyonu da buharlaşıyor ve tarihi kendisi için çivili bir tabuta çeviriyor. Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar”da ilerlemenin yan ürünlerinden birinin de ihtiyaç fazlası, gereksiz, ıskartaya çıkarılmış, faydasız insanlar üretmek olduğunu söylemişti. Günümüze bakıldığında insan türünün bütün halinde ıskartaya çıkarıldığını, gadrine maruz kaldığımız bu dijital-otomasyon çağın, insani amaçlılıkları tümüyle asimile ettiğini, araçsallaştırdığını ve dejenere ederek soysuzlaştırdığını görebiliyoruz. Ver bizler ahmaklaş-tırıl-mış insanların anlık, gündelik, zavallı ve ahmakça amaçlar peşinde koşturmaktan, kendi varoluşu, ruhu, yaşamı üzerinde bir an olsun tefekkür edemediği katran bir çağın karabataklarıyız ne yazık ki…