Son birkaç yıldır, edebiyat yayımcılığında öykü türünün öne çıkması elbette ki bir tesadüfe denk düşmüyor. İletişim devrimi, enformasyon çağı vb. yükte ve pahada ağır havalı söylemler, hem somut hem soyut manada bir hızı, derinliksizliği, niteliksizliği bizlere sunmakla kalmıyor, dayatıyor. Sekiz liralık ot çöp dergilerinin muhtevasının neredeyse yüzde yetmişinin -hikâye demeye dilim varmıyor- kısa deneme ve anlatı yazılarından oluşması, bu yüzden sürpriz sayılamıyor. Sosyal medya denilen mecralardaki kişisel iç döküşlerin, paylaşımların hallicesi sayılabilecek bu ürünler, sürekli olarak bir yerlere yetişme telaşındaki basit okur’un ihtiyacına binaen teşkil edilip seri biçimde dolaşıma sokuluyor. Alanla verenin ya da satıcıyla müşterinin örtülü uzlaşısı da bunu her gün daha da meşrulaştırıyor.

İletişim, Can Sanat, Doğan Kitap, Varlık ve benzerlerinin etrafında kümelenmiş, ana akım yayıncıların parlatıp yazar diye okuttuğu ve özellikle genç kuşağa mensup denilebilecek yazıcılar; kitapları birkaç binden daha fazla basılmasa ve satılmasa bile hak ettiklerinden çok şöhrete kavuşmakta zorlanmıyorlar. Düzenin şifrelerini kırmışlar ve muhalif görünümlü güvenli adacıklarından küçük cemaatlerini tatmin edebiliyorlar. Eleştirinin bir görev değil zorunluluk olduğu bu zaman kesitinde, dönem dönem, mecburen bunları alıp okumak durumundayız ve bu işkenceye maruz kalmaktan, maalesef, kaçamıyoruz.

Bu şebekenin paydaşları arasında ciddi bir işbirliğinin olduğunu da rahatlıkla görebiliyoruz. Özellikle neoliberal aydın müsveddelerinin iktidara ilişik, bütün Cumhuriyet tarihine arsızca ve pervasızca sövdükleri yıllarda, onlarca makale yazarak anlatmaya çalıştığımız, başta Açık Toplum olmak üzere yabancı vakıflardan fonlanarak iş tutan sol etiketli yapı ve kişilerin arasındaki kirli çıkar ilişkilerinin benzeri, edebiyat mecralarına da sıçramış durumda. Enver Ercan’ın her yıl genç ve güzel kızları dâhil ettiği Yaşar Nabi Nayır ödül mekanizması, Ot dergisi, Öykü Gazetesi, T24 haber sitesi, Hürriyet’in Kitap Sanat ilavesi vb. arasında bir köprü var. Ayağını birinden atmayı başaranların önünde onlarca kapı açılıyor.

Ürünlerin içerikleri konusu ise daha geniş bir tartışma gerektiriyor. Bitmek bilmeyen travestilik, eşcinsellik, sübyancılık, tacizcilik, aldatma, kişilik bölünmesi, yabancılaşma, romantik solculuk hikâyeleri; yarım yamalak idrak edilmiş postmodernist yöntemlerle okura sunulmaya devam ediyor. Perihan Mağden’in Ali ile Ramazan’ı bize okuttuğu bu ülkede, bayağılaşmanın daha ne kadar derinleşeceğini tahmin etmek güç oluyor.

Bunca olanağa rağmen; bir tane kalem erbabının aklına da bin odalı sarayında oturan bir yeni dönem padişahının eşiyle yalnız kaldığındaki konuşmalarını, ailesinden aldığı harçlığı yetiremediği için saati üç liraya kafelerde garsonluk yapan üniversiteli gencin gece yatınca aklından geçenleri, kendi ülkesini terk edip emperyalist devletlerin verdiği silahlarla başka ülkeleri ve halkları kurtaracağını düşünen ve maalesef bunun devrimcilik olduğunu zanneden genç kadını yaratan iklimi… yazmak gelmiyor.

Özetle, ülkemizde çürüme, elbette ki her şeyle birlikte edebiyata, öyküye de yansıyor. Değişim mi; şimdilik mümkün görünmemekle birlikte, direniş, elbette ki her zamankinden daha fazla gerekli oluyor.

Yazar ve eleştirmen Ahmet Yıldız, bu direnişten vazgeçmeyenlerin, “modern refleks”te ısrar edenlerin başında geliyor. Edebiyatçının, yazarın çağına ve geçmişine dokunmasının elzem olduğundan hareketle, anlatılanın soyut fanteziler değil bizim hikâyemiz olması gerektiğine inanmaya devam ediyor. Son kitabı Alçaklık Öyküleri ile bu kez Borges’ten el alarak, tarihten, tarihçilerin yazmayı tercih etmediklerinden bir derleme yapıyor.

Asya ve Avrupa coğrafyasını, sadece Türklerle değil, onlara dokunan farklı kültürlerle mekân seçen yazar; bu yüzeyde nefes alan çeşitli milletlerden kudretli alçakları, belki de zavallı insancıkları anlatıyor.

Yıldız; geçen bin yılın başından günümüze dek yaşananlara ilişkin yaptığı derinlikli okumalar neticesinde, çocuk haçlıları, Haşhaşileri, son Bizans imparatorunu, Osmanlı idarecilerini konu ediyor; kişisel ve toplumsal alçaklıkları, ihanetleri ve belki de bunlarla yön değiştiren tarihsel seyri okuruna sunuyor.

Günümüzde yaşayan alçakları da unutmuyor elbette; toplumsal hayalleri ile parasal kaygıları arasında kalıp ilkini seçecek gücü olmayanları da işliyor öykülerinde.

Bununla birlikte, yazarın bir yargıç değil anlatıcı olması, alçaklığın tarihini bir edebiyatçı naifliğiyle işlemesi, öyküleri düz ve tek taraflı okumaya da engel teşkil ediyor; İstanbul’un fethine engel olamayan Konstantin’in ne kadar istese de evlenememesi ve mağlubiyet arasındaki mitsel ilişki, alçaklığın gölgesinde kalmıyor örneğin. Her şeye rağmen toplumsal hayallerinden vazgeçemeyen bir eski solcunun cinsel ve duygusal yalnızlığı, alçaklığın nerede başlayıp nerede bittiğini belirsizleştiriyor. Açlıktan ve ölüm korkusundan, birlikte savaştığı yoldaşlarının yok oluşuna sebep olan Fransız askerin utancına okur da ortak ediliyor.

Kısacası, bizi müşteri olarak görmeyen bir yazara yakışır biçimde, önümüze bildiklerimizi değil bilmediklerimizi koyuyor; bununla da kalmayıp alçaklığın evrensel tarihine bir Türk yazar olarak önemli bir katkı sağlıyor Ahmet Yıldız.

TEILEN
Önceki İçerikKRİZTİK: Ankara ve Art…
Sonraki İçerikDistopya Tutkunu Bir Çizer: Emre Aktuna
1985, Beyoğlu doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makaleler kaleme alıyor.