Ana Sayfa Kritik Alain Touraine’da Olmayan Özneyi Aramak

Alain Touraine’da Olmayan Özneyi Aramak

Alain Touraine’da Olmayan Özneyi Aramak

Alain Touraine, kariyerinin büyük bir bölümünü kolektif hareketleri inceleyen bir sosyolog olarak geçirdi.

Touraine, öncelikle işçi bilincine odaklandı. O zamanlar işçi sınıfı, kendi kolektif projesini hayata geçirmek için yerleşik düzene karşı savaşan, güçlü bir kimliğe sahip toplumsal bir sınıftı.

İşçi sınıfının safında mücadele eden kolektif aktörler, Touraine’nın “tarihsellik” adını verdiği projelerini hayata geçirmeye çalışan kolektif öznelerden oluşuyordu.

Onun sosyal özne anlayışı, değerlerin taşıyıcısı olarak kendini adamış, maliyet ve fayda dengesini hiçbir şekilde hesaplamayan, angaje bir sosyal aktörün anlayışıydı.

Bu sosyal özne algısının kapsamı içinde, hayatını devrimci bir anlatıya dönüştüren ve ona (hayatına) küçük kişisel zevklerin toplamı olmayan bir anlam vermeye çalışan aktör ya da aktörler bulunuyordu.

  1. Touraine, 1970’lerde, endüstriyel toplumun yerini yeni bir topluma bıraktığı gerçeğine dikkat çekti: Bu sanayi sonrası toplumdu. İşçi hareketi artık bu toplumdaki merkezi sosyal grup olma konumunu kaybetmiş, yerini, bambaşka sosyal kategorilere bırakmıştı.
  2. Touraine, “bugün sanayi devriminden ve kapitalizmin gelişinden ortaya çıkan ve toplumu tanımlamaya yarayan dil ve kategorilerin düşüşüne tanık oluyoruz”, derken “toplumsal paradigmanın” tedricen kayboluşuna gönderme yapmak istiyordu.

Sanayi toplumundaki sosyolojinin söylemi, sosyal sınıflar, proletarya, burjuvazi, eşitsizlikler, refahın eşit dağıtımı, sendika ve grev olguları etrafında düğümlenmiş Marksist bir geleneği sürdürüyordu.

Touraine, “artık yeni bir dile ihtiyacımız var, çünkü bu kategoriler yaşadığımız deneyimlerin çoğunu gölgede bırakarak kafa karıştırıcı hale geldiler”, gözleminde bulunurken, refah devleti, sosyal haklar, emeklilik ve sağlık sigortası gibi “kapitalist rüşvetlerin” proletaryanın devrimci enerjisini emip bitirdiğine dikkat çekmek istiyordu.

Bu nedenle, ona göre, “sosyal olanın sosyal olmayan bir vizyonu”nu, yani, yeni bir merkezi çatışmaya işaret eden, kültürel bir paradigmayı benimsemek gerekiyordu.

Üstelik küreselleşme, ekonomiyi, kendi kendini üretip, kendi kendini yaratan, özerk bir olgu olarak görmekle, onu toplumsal olandan bilinçli olarak ayırıyordu; Ekonomiyi toplumsal olandan koparmak, neredeyse toplum fikrinin kendisini yok etmek anlamına geliyordu.

Ülkemizde, muhafazakâr sağ, sözüm ona heterodoks politikalarla, ekonomideki öngörülebilirliği yok edip, zaten kafası karışık olan özne için bir “fetret” ve güvensizlik dönemi yarattı. Buradaki amaç, ekonomik kaostan korku, güvensizlik ve rıza üretmekti. Kısacası, Sağ, bir yandan “millilikten” dem vururken, öte yandan, küreselleşmenin hedefini kemale erdiren politikalara imza atıyordu.

Küreselleşme, öznenin tüm özerk alanlarını, içerikleri sürekli birbirine akan “su yatakları”na dönüştürüyor. Ancak, paradoksal olarak, bu akışkan “süzgeç” toplumunun mahalleler arası kültürel ve ideolojik akışkanlığının hangi boyutlarda gerçekleşmediğine dair örneklerini Türkiye toplumu gani gani sunmaya devam ediyor.

İnsanların geleneğe ya da alt kimliklere bağlanma eğilimleri, belirsiz olanın korkusu ve hayat şeklini koruma isteği ile atbaşı giden bir olguya dönüşedursun, mahallelerarası geçişkenlik nerdeyse bir asırdır yok oldu.

Kısacası, ülkemizde küreselleşme (modernleşme), sadece teknolojik, giyim kuşam ve haz boyutunda gerçekleşen “fashion” bir olguya dönüştü. Demek ki, bazı sıvılar, asırlar geçse de, birbirine karışmıyor.

Touraine, “Ben edebiyatın yetiştirdiği son nesillerdenim, eğitimim politik olmaktan çok ahlakiydi. Benim için, o zamanlar siyaset, Malraux’nun “Umut”una (L’Espoir) karşılık gelen bir şeydi”, derken, edebiyatın ahlaklı bir öznenin inşasında yüklendiği ‘politik’ role dikkat çekmek istiyordu.

Touraine, bence, sermeye burjuvazisi darboğaza girince devreye giren, savaş ve şiddet gibi piyasanın “kişisel (şahsi) olmayan güçleri”ni yeterince hesaba katmıyor.

Ülkemizde, dış ve iç tehditler paranoyası ile gerçekleştirilen sivil ve askeri darbeler, kolektif ve bireysel özneyi yerle bir etmişti. Kendilerine muhalif diyenler, her hayal kırıklığından sonra, cenazesi çoktan kaldırılmış toplumun altında bir yerde, özneyi aramaya kalkışıyordu, ancak, bu yıkıntıların altında özneyi ara ki bulasın!

Bizdeki toplumsal uyanış ve hatta toplumsal kimlik, cephede kazanılan bir zaferin içinde mayalanan “askeri bir ürün” gibi duruyor. Örneğin, 1950’lerde, savaşı kazanmış pek çok Amerikalı için toplum, çatısı ve duvarları olan bir ev gibi karmaşık olmayan, ‘düz” bir şeydi. Ancak, bir cephe savaşını kazanmanın sosyal bir savaşı kazanmaktan çok farklı bir şey olduğunu, dayanışma bilincini kaybeden, hedonist, eşyacı, bencil, başkasına kötü davranan, çöken, artık ne istediğini bilmeyen toplumlardan oluşan günümüz Avrupa’sı, Amerika’sı ve kısmen de olsa ülkem, bariz örnekleriyle göstermeye devam ediyor.

Üstelik, tolumda gerçekleştiği varsayılan paradigma değişikliği neticesinde oluşan kültürel paradigma içinde yeni bir öznenin inşası, ancak bizi kendimiz olmaktan alıkoyan, bizi sistemlerinin bir parçası durumuna düşürmeye çalışan güçlerin, kuralların, normların bilincinde olup, onların niyetlerinden, etkileşimlerinden ve baskılarından kendini azade etmekle mümkündür. Fransa için bu belki olası bir şeydir, ancak, toplumumuz bu uğurda daha çok yol katetmemiz gerektiğini her fırsatta bize hatırlatıyor.

Üstelik öznenin kendini inşa etmek için beslendiği kaynaklardan olan, dilini, inançlarını, cinsel kimliğini seçme hakkı gibi kültürel hakların ülkemizde ne kadar kısıtlandığını artık Fizan’daki sağır sultan bile duydu.

Ülkemizdeki muhafazakâr sağın tüm türevleri, yetmiş yıldır, modern ruh ile gelenek ve inançlara bağlılığı kişiliğinde sentezleyen bir kuşak yetiştirmek istediklerini söylüyorlar. Gelinen noktada böyle bir “hibrit özne”nin inşasının tam bir fiyasko olduğu görülüyor.

Bence moderniteyi, rasyonel/bilimsel eylem ve tüm bireyler için evrensel hakların tanınması olmak üzere, iki temek kural çok iyi karakterize ediyor. Oysa, ülkemizdeki Sağ, halkın moderniteye girebileceği evrensel yolları tıkayarak, dini, gelenek ve göreneği, tutuculuğu, mizojiniyi, ırkçı milliyetçiliği ve vahşi kapitalizmi millilik kapsülünün içine doldurup, halka mucize ilaç olarak sunuyor. Bu millilik yanılsamasının arkasında, aslında, bir rüyanın karabasana dönüşme ihtimalinin anlatısı bulunuyor.

Herkesin müşterekte anlaştığı “göreceli olmayan çokkültürlülük” olarak adlandırılabilen bir şey, dünyada bulunuyor. Farklı olanı, ötekiyi, toplumsal zenginliğin bir unsuru olarak görüp onu olduğu gibi kabul etmeyi temel prensibi haline getiren sosyal demokratlara bir çekinceyle ben de katılıyorum: “Bu ötekinin, benim gibi, evrensel ilkeleri kabul etmesi koşuluyla” kabul edilmesi…

Dünya, 1960’ların sonunda, sınıfsal belirlenimler ve “eşitsiz gelişme” ile meşgul olan bir sosyolojiden, 1980’lerin başında anlam üretimi ve kendilik arayışındaki bir özne sosyolojisine doğru ilerledi.

  1. Touraine, toplumun bireylerin sosyal eylemlerinin ürünü olduğuna inanıyordu. Bireysel özneyi sosyal öznenin kurucusu mertebesine yükselten bu savına göre, birey, kolektif sorumluluklar yüklenen olarak değil de, daha ziyade, kendini arayan, başka bir deyişle, kişisel bir kimlik arayışı içinde olan, bir aktöre dönüşmüştü.
  2. Touraine’da bireysel öznenin önemine ilişkin bu farkındalık, sosyoloğun kısmen hesaba katması gereken ve 1975’leri takip eden dünya konjonktüründeki altüst oluşlar gibi, yeni bir toplumsal bağlamla, açıklanabiliyordu.

Öznelliğin yapısökümü Marx, Nietzsche ve Freud’dan hız alan ve Wittgenstein’ın yapısal dilbilimden yararlanan bir düşünsel momentuma karşılık geliyordu.

Foucault’nun 1966’da “Kelimeler ve Şeyler”de kemale erdirmeye ant içtiği “insanın ölümü”, bu yeni eleştirel duruşun ışığında algılandı.

Lacan, Lévi-Strauss ve Althusser gibi düşünürler Foucault’ta, insanı, insan öznesi fikriyle bağlantılı tüm niteliklerden yoksun bırakarak toplumsal pratiklerin rolünü etkisiz hale getiren bir “anti-hümanist” gördüler.

Gerçi Touraine hiçbir zaman bir anti-hümanist olmadı; onun, dünyanın anlamından çok hayatının anlamını aramaya başlaması, toplumsal bağlamsallığın yanı sıra acı verici bir kişisel deneyimle de (karısının uzun süredir kanser hastası olması) açıklanabilen bir şeydi.

Bugünkü Fransız gazetelerinin çoğu, “kendini adamış, büyük evrenselci, angaje bir entelektüel, aramızdan ayrıldı” başlığıyla çıktı.

Touraine, “Beni ilgilendiren ve her yerde gün ışığına çıkarmaya çalıştığım şey çatışmadır”, diyordu. Onun yaklaşık bir asırlık ömrü boyunca, liberal demokrasinin popülist bir otoriterlik ile yer değiştirdiği dünya kapsamında, “öznenin görkemli geri dönüşü” henüz gözlemlenmedi, ancak, arkasında bıraktığı entelektüel miras, şizoid refleksler gösteren bazı toplumları anlamamıza yardımcı oluyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl