Ana Sayfa Röportaj Ali Özgür Özkarcı: Düzen Deşen Köstebek

Ali Özgür Özkarcı: Düzen Deşen Köstebek

Ali Özgür Özkarcı: Düzen Deşen Köstebek

İlk gençliğinde dergicilik maceranı okur ve ahali biliyorlar zaten. Henüz ilk kitabının çıkmasından birkaç sene öncesine dayanıyor bu süreç. İlk hamleyi (eseri /yekûnu) vermek için iyi bir pişme süresi… Niyetim şuraya gelmek; ilk kitabın olan “Kırbaç”; ancak ve ancak bu söylediklerimle beraber düşünüldüğünde okurunu şaşırtmayacaktır. Bir ilk kitaba göre koordinatlarını keskince belirlemiş. İlk okumalarımda bunu fark edemediğimi, “Kırbaç”ı ve “Yamuk”u senin diğer kitaplarının yanında ötelediğimi itiraf etmek isterim. Ancak belli bir fasıladan sonra “Kırbaç” için fikirlerim değişti. Az önce koordinat derken biraz açmak gerekirse yeni bir dil arayışıyla yakın tarihin kendiliğine ‘tarihî’ olma fikrine yani yeni bir biçimsel şablon içinde –vaka(sız)-ya- bakma gerekliliğine hangi aşamalardan sonra ulaştığını, o dönemde hangi okumalarla bu bağı kurduğunu senden dinlemek isteriz. “Bir bilgi bir imge için adımdır” dedirtiyorsun kendi Vaka(sız) nüvis’ine… Bu aslında epistemolojik bir reddiye olmanın dışında senden önceki bazılarına, bazı edebi cetlere bir saldırı sayılabilir mi?

Sen, “pişme süresi” demişsin ama ben buna “aranışçılık” demek istiyorum. Evet, aranışçı modern bir şair sayılabilirim. Aranışçı olmayan bir modernlik var mı, onu da bilmem ya neyse. Yalnız aranışçılığı bağlamsızlık olarak okumamak lazım. Bağlamı gözetmeye, bir bütüne varmaya çalıştım her daim. Bu nedenle, Kırbaç da biraz olay mahali karışıktır. Ben, şimdilerde buna bir zenginlik olarak bakıyorum. Bu nedenle ben Kırbaç‘a ilk toplu şiirlerim diyebilirim:))

Kırbaç ve Yamuk‘u ötelemek derken, ne demek istediğini pek anlamadım açıkçası. Koordinat derken, dili kast ediyorsak; bir şairin dilsel koordinatlarını daha en baştan belirlemek gerçekten de iyi bir şey mi, işte ondan emin değilim. Nedense modern Türkçe şiirde, son dönemde bir hastalık peyda oldu. Bir şairin ilk kitabı ile, ortalığı kırıp geçirmesinin istenmesi gibiMükemmellik hastalığı bu, başka bir şey değil. Bunu kim söylese, herkesin gözü İsmet Özel’i arıyor gibi bir şey sanki. “Şiirimizde İsmet Özel hastalığı” diye bir şey var, “Behçet Hastalığı” gibi (Behçet Necatigil’i kast etmiyorum elbette). Literatüre girebilir, benim açımdan bir beis yok:) Özel’in şiir üzerinden başından beri kazandığı meşruiyeti, “şiir” denen şeye ulviyet biçerek onu aklamaya çalışanlara son yıllarda çokça şahit oldum. Adam 54-59 yılları arasında kendi tarih tezi ile ikinci yeni’yi hatta iktisat tarihi ile şiir tarihini (ne demekse) arasındaki bağı ısrarla yazmaya çalışıyor. Ama bir türlü anlaşılmıyor, kimse de kalkıp “ya olmamış” diyemiyor. Bu ne yaman çelişki, anlamadım gitti.

Söylediklerin için teşekkür ederim, evet başından beri bir bütünlü aramaya çalışan biriyim. Senin deyiminle bu koordinatı kendime çizene kadar, bırak da biraz o tarafa bu tarafa sallanmış olayım. Kırbaç bence biraz budur. İşte bu yüzden 2014’te Kırbaç ve Yamuk kitaplarını 1’e 2 adıyla yeniden yayımladım, elbette yeni bir edisyonla. Gerçi 1’e 2‘de Yamuk‘ta bir değişiklik yapmaya gerek görmedim. Kitapta Kırbaç‘tan aldığım şiirler ise, zamanla çizdiğim yolun bir yansıması olanlardı.

Bahsettiğin dize, ““Bir bilgi bir imge için adımdır”, önemli bir ayrım içeriyor. Teknik bir ayrışmanın ilk artçı sarsıntıları da diyebiliriz. O dönemde, bilginin şiir içinde nasıl kullanılacağına dair bir fikir edinebileceğiniz şiirler yok denecek kadar azdı. Hem bilmeme halini hem de bilgiyi kullanma biçimini “vakasız nüvis” karakteri üzerinden denemeye giriştim.

“Kırbaç”taki ‘Vakasız Tarih Üçlemesi’ içindeki kırılmalar; bölümlerin net bir kronoloji içinde ilerlemediğini gösteriyor. Burada kişisel olanla tarihsel malzeme arasında bir denge gözetmeye çalıştığını söyleyebilir miyiz? Aslında dahası, deşilip hacimli kılınabilecek bir şiir yapısı gibi görünüyor bu kurduğun vakanüvis kimliği. Buna; “Yetmez Ama Hayır”da da ilerleyişini göz önünde bulundurarak yine de değinmek istedim. Daha önceleri Türkçe Şiir’de hep dramatik monolog biçimlerinde gördüğümüz ama bir türlü isteneni veremeyen ‘karakter üretimi’ni değişik bir kurmaca şekliyle denemiş görünüyorsun. Burada üç boyutlu bir karakterle karşılaşıyoruz. Ve onun ayaklarını bastığı bir tarih sahnesi var karşımızda. Üstelik “Yamuk”ta da bu minvalde ilerleyen bölümler var. Bizim ‘resmi tarih anlayışı’ içinde bildiklerimiz, empoze edildiklerimiz var. Daha da nicesi var. Sende ise: Çarmıha gerilenler, bilekleri makasla deşilenler, loş dipli devşirmeler, ne şehittir ne gazi sayılanlar, stepsiz ve teneffüssüz kalmaklar, canı sıkılan Kenanlar, beyaz toroslar var. Bir şiirinde kendi ismini vererek “Fermuarcı yani Özgür uzun boylu Hermes eşrafından…” dediğini okuyoruz. Bu çok ama çok iddialı benim açımdan. Yoksa sence değil mi! Şimdi sormak istiyorum. Tüm üç boyutluluğu içinde bu vakanüvis kimliği; yukarıda sayılan argümanlarla kurduğun diyalojik bağı organik biçimde nasıl sağlamış olabilir. Neticede bu zor ve zahmetli bir keşif gibi geliyor kulağa.

Kırbaç‘taki vakasız nüvis anlatısında, bir kronoloji var aslında. Tarihsel bilgiyi parçalı olarak anlatının merkezine yerleştirmeye çalışmıştım. Ama amaç, tarihsel bilgiyi tıkıştırmak değildi, aslında bir yol aramaktı. Zaten şiirlerde dillendirdiğim karakterler genellikle aranışçıdırlar, bu bağlamda da… Aslında, ben vakasız nüvis’ten kurtulmak istiyordum, o beni bırakmadı. Neden kurtulmak istiyordum? Çünkü son 35 yıl kişisel tarih anlatısıyla geçmişti. Ece Ayhan’ın kişisel yaşam- mikro tarih bakışımı, diğer bir deyimle kişisel tarih anlatısı yaygın bir beğeniydi. Sadece Ece Ayhan ile de sınırlandırmak yanlış olur. Bu olgu, Oktay Rifat’ın Yeni Şiirler‘inde de görünür bir haldedir. Enis Batur da buna benzer çokça şeyler denedi. Elbette, vakasız nüvis bu şairlerin de uyumsuz akrabası. Ancak geldiği yer itibariyle Walter Benjamin’den referansla, “tarih”in anlık dönüşümlerini okuyamayacağına kanaat getirdim. Bu yüzden Yetmez Ama Hayır‘da vakasız nüvis’in karşısına geçme durumunu doğurdu. O diyalojik şiirde, az önce anlattığım, şiirlerde yaygın olan otobiyografik tarih anlatısının karşısında başka biri konuşur aslında. Konuşan, tarihsel gerçekliğe bağlı bir söylemsel dizge içindedir. Daha somut, daha gerçekçi konuşur. Vakasız nüvis’in çağrışımsal imgeciliğine mesafelidir. Bu bir çarpışma alanıydı aslında, bunu göstermek istedim.

Yukarıda tesis edildiğini düşündüğüm bu diyalojik bağ mevzuuna tekrar dönecek olursak; okurların nasıl bir yerde duruyor senin şiir haritanda? Biraz açacak olursak aktif ve kinetik olmalarıyla tam tersi bir durumda yer almaları senin metinlerine nüfuz ederken onları etkileyecek midir? Bu şiirle, bu dille meydanda, amfide, tamirhanede yahut country tarzı döşenmiş mutlu yuvasında irtibat kuran okur; nasıl ve ne biçimde söz konusu bu bağın bir ortağı haline gelebilir. (liberallerden nefretini bildiğimiz halde) Batılıların ifadesiyle senin sözcelerine maruz kalan okurdan bir beklentin var mıdır? Ya da bu seni ilgilendirmeyecek midir? Örneğin bir hazırlıklı okurdan söz etmeli miyiz?

Elbette herkesin okurdan bir beklentisi vardır, aksini iddia etmek “sahtekarlık” olur. Ama ben okuruyla sürekli karşılaşan biri değilim. Daha doğrusu, bu okur “ne yer ne içer” onu da bilmem. Genellikle ölü sevici bir toplum olduğumuz için, panellere aldığım davet daha çok ölmüş olan bir şairle ilgili konuşma teklifleriydi. Yani bana dediler ki: “konu şu, şu şairi anlatır mısınız?” Ben de ya icabet ettim ya da reddettim. Bu nedenle, okurların da yazdığım şiirlerde nerde durduğuna dair bir fikirim yok. Biraz da Can Yücel’in dediği gibidir ya, “herkes şiiri önce kendine yazar aslında”…

Ama eğer sorun buysa, okur ya da öteki birtakım kimselere bir şeyler anlatan bir şiir yazdığımı düşünüyorum. Bu, aynı zamanda “biçimsel” bir tespittir. Okurun “hazırlıklı” olma durumu yalandır bence, bilinemez. Sulandırılmış imgecilikle hemhal olan bir şiirde, “Ben şimdi şurada bunu demek istedim, bunun alt metni Rilke’dir” gibi bir cümle olabilir mi? Ne yani okur, bir Rilke yeterliliği ile mi belirlenir? Evet, bir şiirde Rilke’ye atıfta bulunulabilir, bunun olup olmayacağını kimse belirleyemez; ancak eğer şiir sadece metinler arası bir alışveriş olarak kurgulanırsa, işte bunda sorun var. Çünkü o zaman şiir denilen şey, imgelerin kendi arasında konuştuğu plastik bir şeye dönüşür.

Neticede, okur bağlamında onların varlığını asla ve asla göz ardı ettiğimi söyleyemem. Ama kimdir bu okur? Belki bir boşluktur, çoğu zaman. Boşluğa konuşur gibi. Şairler, boşluğa veya karanlığa veya etrafına bakarak yazarlar belki. Başkalarını bilmem ama ben anlatmaya çalışıyorum, bir meselem var ve konuşuyorum, şiir benim için biraz da budur, belki de her şeyden önce budur.

Bu arada, “country tarzı döşenmiş mutlu yuvasında irtibat kuran okur” güzelmiş:)). Hiç fena değil!

Dilinin daha politikleştiği, içeriğin toplumsala sıfır noktasında temas ettiği “Yetmez Ama Hayır” ve “Dikkat Köstebek Çıkabilir” birbirine kardeş iki kitap gibi. Vakasız Nüvis’i bu sefer de ‘imkân’ dairesi içinde adeta bir tutunamayanlar galerisinde dolaştırıyorsun. Üstelik bu sefer seçilen figürler; kendi yazıcılarına cevap verebiliyor hatta küfürler sallayabiliyorlar. Yakın tarih içinde Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ve o dönemdeki dış muadillerinin birer safra gibi dışarı ittiği bu kişilikleri seçmende başkaca ne gibi sebepler söz konusu? Cümlelerin yüklendikleri bir ironik yük de gözlenebiliyor. ‘Ad(a) koyma’ vs. gibi ifadeleri, skandallarla güme giden sabık genel başkanların ağzından aktarılan ‘kaderime kırgınım’ gibi kesitleri yakalamışsın. Bir ara ben de çok kafayı takmıştım bu cümleye… Fakat bu havayı kesin şekilde kırdığın acı ana – oğul diyalogları da kitabında mevcuttu. Tüm bu politik eksenler, tabloid güncelliğin içinde hesaplaşma, ifşaat vs. dışında senin okurun ıskalamamasını hedeflediğin unsurlar nelerdi?

Güncel şiire, 2000’lerin başında boş bir uğraş veya ne idüğü belirsiz reaksiyoner şiirler gözüyle bakılıyordu. Yani büyük modern denilen bir algı vardı ve şiir oldukça “sanat”laşmıştı. Benim açımdan, önceden kimi izlekler görülse de, bu süreç Yamuk‘la başladı. Sonra ise devamı farklı biçimlerle şiire girdi. Cumhuriyet derken, aslında kodlanmış bir karşı çıkış değildi. Yaşanan ve hala var olan, sınırları kamusal yaşamı veya tekçi Cumhuriyet aklının yetmediği yerleri göstermekti niyetim. Kısacası güncel muhalif bir çizgide duruyordu. Az önce belirttiğim, Ece Ayhan’ın kodçu, hermetik şiirinin tersine güncel ve gerçekçi şiirlerdi bunlar. Sorunda “kaderime kırgınım” gibi ifadeler, şiire serbestçe girmelerini istediğim başka bir biçemi dayattılar. Bahsettiğin şiirlerin biçimsel yorumlaması bu yönde gelişti. Ama diğer bir yandan da, politik olarak, kurucu modernliğin karşısında, anti-modern veya romantik bir bakış açısı da elde etmeye çalıştığım söylenebilir. Tarihsel olarak, püriten ahlaka karşı durmanın biçimleri üzerinden de düşünmek diyebiliriz buna. Neticede, avangard’ın biçimsel bağlamda “anlamsız”lıkla malul olduğunun addedildiği bir yerdeyiz, ancak Avangard’ın şiir- siyaset ilişkisini genelde atlıyoruz. Bunun atlanmaması gerekir, mesela. Son 30 yıl, salt vicdanın (ki çok önemlidir) bir yazma şekli ve dürtüsü olduğu bir muhalefet çizgisi oldu hep. Küçümsenemez, yalnız steril bir vicdan gösterisi nereye kadar bir “duruş”u besleyebilir, merak ediyorum. “Vicdansız bir eylem” olmaz, burası kabul; peki, “eylemsiz bir vicdan” ne kadar işimize yarayabilir? Tutunamayanlar meseli (Oğuz Atay’dan bağımsız olarak söylüyorum bunu), belli ki kendini şiirde bizi “söz”ün ve imgenin orantısız gücüne teslim etti. Çünkü tutunamayanları anlatmak zaman içinde kolaylaştı gibi. Ancak “tutunanlar”ı anlatmanın sırası ne zaman gelecek diye sormadan edemiyorum. En azından bu soruyu kendime sorduğumu düşünüyorum. Yeter mi, bilemem tabii ki…

“Dikkat Köstebek Çıkabilir”; senin beş şiir kitabın arasında en başarılı bulduğum oldu. Bu kitap hakkında objektif davranamayabilirim. Yukarıda toplumu sıfır noktasında yakalamak demiştim ya bunun en oylumlu en dört başı mamur halini kanımca bu kitabında görüyoruz. Bir yönüyle de izlenimcilik başarısı bu. Tek bir şey merak ediyorum. Bu kitapta sana dokunan, bir tarafıyla mutlaka izlerini bulaştırmış olan Salih, Cabbar, Muharrem (Ayten) gibi insanların hikâyeleri ve çeşitli yönleriyle ele aldığın travmatik hadiselerle somutladığın malum ‘Köstebek’ fikri bu kitapla bitti mi yoksa üzerine farklı disiplinlerden de faydalanarak kılık değiştirip sürdürmeyi düşünüyor musun? Zira bana şiirdeki anlatının halâ harareti dinmemiş görünüyor?

Teşekkür ederim, en azından köstebek ile ilgili böyle düşündüğün için. Çünkü köstebek ile ilgili bir yazı bile çıkmadı. Çünkü köstebek, oldukça düz konuşmaya inandı. Şiir adına ezberci hiçbir veriyi uygulamadı, eh bu bile yeterince onun hakkında konuşulmama durumunu açıklıyor zannedersem. Köstebek‘i, 70’lerin Filistin direniş ya “philistene” şiirlerinden zannettiler. (Bunu olumsuzlama anlamında söylemedim, ama böylesi şiirler de yazılsa günümüzün estetizminin o şiirleri anakronik sayacağından da şüphe duymuyorum). Aslında öyle değildi, tersine bir yürüyüştü. Köstebek’in olumsuz imajını, aslında “halk”a karşı beslenen önyargının terse çevrilmiş haliydi. “İşte bir arada değiliz, peki biz toplum muyuz?” sorusunun güncellenmiş hali bir bakıma. Direnişin gizil bir güç olduğuna ama kimsesizlerin gizil güç dayanışmasına açıktan bir gönderme, diyelim. “Çirkin kral” bile değil, bildiğin tüm çirkinlerin, ismi geçmeyenlerin, “tanınmayanların” bir araya gelişi diyebiliriz, köstebek için. Aslında Fransa’daki Troçkistlerin, köstebek’e mesiyanik bir güç atfederler mesela… Harareti dinmemiş olabilir, ne bileyim, belki bir gün köstebek de dönebilir…

Senin kuramsal yazılarında imge şiirine olan bakışını net bir biçimde görebiliyoruz. Lirizmi de içeren bu çerçeveye yönelttiğin eleştiriler mevcut. Bu bağlamda politize olmamakla, toplumcu söz söylememekle bağlı kalmış bir tarafı var kuşkusuz böylesi bir şiir anlayışının. René Magritte’in “İmgelerin İhaneti” adlı eserinde anlatmak istediği türden bir aktarı biçimi olan imajın kendisiyle sembolik değeri arasında hiçbir şekilde aynılık kurulamayacağı gerçeği fikri “Dikkat Köstebek Çıkabilir” ile ne ölçüde benzeşiyor ya da ayrışıyor? Deneyci uğraşılara olan sempatini de göz önünde bulundurarak bu ve benzeri şekilde sürrealist öğeleri yeni bir toplumcu gerçekçiliğin inşasında kullanabilir miyiz?

Aslında “toplumcu” tanımı üzerine pek bir uzlaşma yok. Sanatta veya edebiyatta toplumsallaşma bağlamını daha çok önemsiyorum. Mesele, sadece imgeye karşı olmak değil. Dekadanslığa veya sembolistliğe atfettiğim bir karşılıktan bahsedilebilir ama bu da oldukça anakronik kaçabilir. Sulandırılmış imgecilik demek daha doğru, yani bir formül üzerinden ilerleyen şiir yapılarını kast ediyorum. Günümüzde matris şiir veya modern lirik şiir, ikinci yeni şiirinden sonra türeyen imge tekniklerinin dışına çıkmıyor, çıkmaması bir yana, bu çıkmama halini de şiirin “olmazsa olmaz” koşullarına bağlıyor. Nerdeyse konvansiyonel algının dışına çıkmamakla eşitliyor kendini. Konformist tutum bu. Konformizm, sadece ideolojik bir alan içinde tanımlanamaz, biçimsel bakımdan da edebiyatın klişeleşmiş dilini ve imge tekniklerini de kapsar. Yani mesele biraz da teknik bir ayrışma da gizli. Bir örnek verelim, “şiir, şiir gibi olmalı” aslında bu tür bir algının eseri. Bu algının güncel formları şiire dahil etmekte zorlandığı iddia edilebileceği gibi, modern dünyayı anlamayı ve ona seslenmeyi de ertelemiş oluyor sanki. Magritte, resimdeki imge düzlemini çatallaştırmış biri, hatta kopuşçudur bu bağlamda. Ama şimdiye dönerseniz, tarihsel önemi olmakla birlikte klasikleştiği bile iddia edilebilir. Günümüzün sanatı, mesela daha performansa dayalı… Twitter’a bile baksanız, onu belirleyen en önemli diskurun “performans” olduğunu görürsünüz. Çağımızdan çok mu kopuk bu durum?! Asla. Şimdi, modern Türkçe şiirde performansa dayalı şiirin dili bir tartışma konusu olmaz mı? Olacaktır elbette. Ama ne olursa olsun, güncelin ve yaşamın kılcal damarlarına yerleşecek şiir, bugün lirik şiir formülasyonlarının (bilerek formül vurgusu yapıyorum) dışındadır.

Köstebek‘e gelirsek, ben onu gerçekçi bir şiir olarak adlandırıyorum. Deneysel gerçekçilik de denilebilir.

Son kitabın olan “Bi Müddet Aranızda Olamayacağım” ın dinginleşen, tekilleşen bir ses vermesi, bireysel geçmişine dönme arzun, oralarda yapılan bir hesaplaşma mı? Bir yan kanaldan da gazete kupürlerinden beslenerek şerh düştüğün, şiirine çifte kanal açtığın üçüncü şahısların hikâyeleri senin şiirinde bir makas değişikliğini mi gösteriyor? Aslında kitabının başında aynı yargılara Pasolini bir cevap veriyor ama bir de senden dinleyelim.

Bir makas değişikliği yok, bir genişleme var diyelim. Bireysel geçmişe dönme arzusu olduğunu söylemek eksik olur. Her şiir kendinle olduğu kadar başka şeylerle de bir hesaplaşmadır, belki bu kadardır.

2000’li yıllarda somut şiirin veya deneyselliğin adının geçtiği çoğu platformda direkt ya da dolaylı olarak senin, arkadaşlarının ve dergicilik maceranın izlerine rastlıyoruz. Bir anlamda günümüzün faili sensin! Türkçede; Cumhuriyet sonrası bu minvalde atılan adımlar; erken dönem Nazım Hikmet şiirlerine ve Ercüment B. Lav’a dayandırılıyor. Günümüzde bu şiiri olumsuzlayanların mimetik bir fasonlukluk şeklinde tevil edebileceğimiz yorumları dışında bu adımların ‘vakti geçmiş bir dekadanlık’a işaret ettiğini söylemelerine rağmen günümüzde genç şairlerin çokça bunun tam aksi istikamette eserler verdiğini görüyorum. Fakat herkes adına konuşamasak da ödül kurumu içinde taltif edilen genç şairlerin, öne çıkarılmak istenenlerin ekseriyetle lirizme odaklanan bir çizgide olduklarını da biliyoruz. Bu durumda genç şair için iki yol beliriyor: ya merdivenleri hızla çıkmasını, başının okşanmasını sağlayacak garantili(!) bir duble-yol ya da güçlü argümanlara dayanan bir ret kültürü geliştirmesi… Çakıllı bir yol… Günümüzün terütazeleri arasında akıntıya kapılmayıp, merkez dergilerden uzakta, internet bloglarında somut şiir işçiliği yapanlar var. Sen bu çabaları son 15 yıl içinde nerden nereye gelmiş olarak buluyorsun? Bir de bu alanda teorik olarak düşünen biri olduğun için şunu da sormak istiyorum. Somut şiirin Campos’un manifestosunda yazdığı; Somutçu şair bir sözcüğü, olasılıkların manyetik alanında, hareketli bir nesne, yaşayan bir hücre, fiziksel, kimyasal ve ruhsal özelikleriyle bütünlüklü bir organizma olarak görür, yaşayan bu kalbin dolaşım duyargalarına temas eder.” şekliyle aradığı bir tipoloji var. Fakat ben okuduğum genç şairlerin üslupta billurlaştırdığı fakat içerikte netleştiremediği somut şiir manevraları gerçekleştirdiğini düşünüyorum. İmajlar, kaligrafiler, puntoları görüyoruz fakat hayata baktığı çerçeveyi, ruhunu, meramını ya okuyamıyoruz ya da sade suya tirit içerikler ve yaraya merhem olmayan iç geçirmeler buluyoruz. Bu bir anlamda somut şiiri olumsuzlayanların ekmeğine yağ sürüyor. Tam da eleştirdikleri noktadan bir yaratıya girişmiş oluyor genç şair. Sen bu konuda neler söylemek istersin. Arzu ettiğin düzey, düzen nasıl sağlanabilir?

Red kültürü tanımlamanda uzlaşabiliriz. Sonuçta, hem deneysellik hem de toplumculuk meselesinde bir karışıklık var. Özellikle şiiri doğrusallıkla örtüştüremeyiz. Bu nedenle burası sakınılması gereken bir alan adeta. Şiir işçiliği, denilen şey aslında sözlü kültürü geçemeyen ya da modern şiiri özerk bir adacık olarak görenlerin, somut şiire veya deneysel diye adlandırılan şiire karşı geliştirdikleri bir argüman. Oysa işçiliği olmayan bir şiir yoktur. Modern şiir zaten böyle bir şey. Ancak senin de belirttiğin gibi; imajlar, kaligrafiler, puntolar gibi teknik kimi ayrıntılara nedense kuru bir formalizm olarak bakılıyor. Yani nerdeyse “şekilli şiir” denilecek nerdeyse. Oysa bağlam nasıl ilerliyor, şair bu tür bir şiirde nasıl bir dil dönüştürmeye çalışıyor, bu dönüşüm güncel mi, bu dil karşı bir dil mi? Görüldüğü gibi, mesafe olarak kat edilmesi gereken birçok soru çıkıyor karşımıza. Bunun okunması için, öncelikle bir yöntem tartışması bile gerekebilir. Ama kimse kusura bakmasın, kim nerde bir şekil görse, hemen o şiiri yaftalamaya girişiyor. Bu da sıkı ezbercilik, doğrusu.

Aslında bahsettiğin karmaşıklığı yaratan diğer bir şey, yaşamdaki malzemenin değişmesi ve başkalaşmasıdır. Malzeme çeşitliliği şiire bir şekilde yansıdı. Güncel olan bu değişiklik, bir müdahaleye dönüşüyor mu, ona bakmak lazım. Yoksa yaşamdaki değişen, yenileşen, dönüşen malzemelerin şiirde bir çıfıt çarşısı gibi görünme gibi bir durumu mu var? Bunlar teker teker üzerinde durulması gereken konular. Ama sanki en başa dönersek, durumu daha sakin ele alabiliriz.

Öncelikle toplumculuk veya deneysellik oturmuş kavramlar değiller, modern Türkçe şiirde. Mesela, kim toplumcu? Mehmed Akif, toplumcu bir şair değil mi? Yoksa sadece sosyalist gerçekçi denilemediği için, toplumcu gerçekçi olarak addedilen şairleri mi kısıt alıyoruz? Bunlar, önemli ezberler ve hala aşılabilmiş değil. Bu yüzden sorundaki, Nazım Hikmet ve Ercümend Behzad Lav gibi şairler önemli. Ancak ben Lav’ın modern Türkçe şiire katkısının sınırlı olduğunu düşünüyorum. Lav, Alman dışavurumcu şiirden etkilenmesinden öte, onları belirleyen şiir Nazım Hikmet’in hapse girmeden yazdığı gerçekçi şiirlerdi. Ama aynı Behzad Lav, 1960’ların başında Üç Anadolu gibi ulusalcı epik bir şiir yazabilmişti. Bir kafa karışıklığıdır, bunlar olur. Asıl mesele, Nazım Hikmet’in yarattığı iki red kültürünün arasında sıkışmasıdır toplumcu şiirin. Nazım Hikmet’ten bize aktarılan iki red kültürü var, bunlardan biri gerçekçi şiirdir. Ve yeni ulus estetiğinin yani Yahya Kemal şiirinin karşısındadır. Yahya Kemal, Tanzimat’tan bu yana söylevci, dramatik, teatral şiiri kesintiye uğratmıştır. Onun ulus inşası dediği şey, modern Türkçe şiirdeki batı etkisini sembolist, dekadans bir noktaya evriltmesidir. Oysa Nazım Hikmet, tam da bu geleneği çürütmüştür. Güncel, gerçekçi bir şiirle 1920’lerin hemen başında genç Cumhuriyet’in ilk red kültürünü inşa etmiştir. Nazım’ın ikinci red kültürü, özellikle hapishanede yazdığı, Anadolu folklorundan bir direniş kültürü çıkaran, bunu Şeyh Bedreddin‘de somutlaştıran şiiriydi. Genellikle toplumcu olarak addedilen şiir, bu ikinci red kültüründen beslenmiştir. Ve bu ikinci red kültürü, “başka” bir cumhuriyetçiliği temsil etti zamanla. Hatta bu öyle bir hal alır ki, 70’lerdeki solculuğun Aşık İhsanicileşmesi dahi buralarda aranabilir. Ancak Nazım’ın ilk red kültürü olan gerçekçi şiir zamanla boşlukta kalmıştır, modern Türkçe şiirde.

Şimdi, sorunun başında belirttiğin, somut şiir ve deneysellik saptamalarına gelelim. Evet, 2000’lere değin gerçekçi bir şiir en azından modern Türkçe şiirdeki paradigmayı değiştirecek bir akımlaşma olarak görülmüyordu. İkinci Yeni, modern Türkçe şiirin en son büyük kırılma hamlesidir. Onun getirdiği, insan psikolojisini yakalamaktaki imaj gücü, ikinci yeni’nin modern şiirde yarattığı dilsel ayak değiştirme altmış yıldır kanonlaşmış durumda. Ama bu imgesel tekniğin paradigmasını değiştirecek şey, gerçekçi veya somut bir şiirdi. Aşmaktan söz etmiyorum, modern Türkçe şiirde muhtemel başka bir kırılmadan söz ediyorum, bu karıştırılmasın. Tam da böyle bir yerde, “deneysellik” bence hafif bir tanımdır. Özellikle Erhan Altan, bu konu üzerinde oldukça durdu, ancak bende altı doldurulmuş bir izlenim yaratmadı. Çünkü onun da verdiği örnekler, Avusturya somut şiirinden olduğu halde, bu isim neden deneysellik diye bir kategoriye kilitlendi. Çünkü deneysellik tek başına yeterli bir kavram değil. Sadece tamamlayıcı bir öğe. Şöyle diyelim, ikinci yeni şiiri deneysel bir şiir değil midir? Bence deneyseldir. Nasıl mı? Kutsal kitap retoriğini dönüştüren Turgut Uyar ve Edip Cansever aslında deneysel bir hamlede bulunmadılar mı? Bulundular. Dizge dışı bir şiir dilinin, deneysel olmadığını kim iddia edebilir?! İlhan Berk, özellikle 70’lerde yazdığı şiirlerde restoranlardaki menüleri bile şiirde montajlayarak kullanmadı mı? Peki, bu deneysel değil miydi? Ama burada değişmeyen şey, imge tekniği üzerinden geliştirilen bir deneysellikti. Demek ki deneysellik, belirleyici değil, tamamlayıcı bir şey. Deneysel lirik şiir olabilir, deneysel somutçuluk da olabilir. Ama deneysellik tek başına büyük bir şemsiyedir, ayrıştırıcı ya da tasnifleyici değildir. Çok sık verdiğim örnektir, (burada da vermiş olabilirim, söyleşi o kadar uzun oldu ki!) “milli” şair Mehmed Emin Yurdakul, köylü şivesiyle hececi şiirler yazarken deneysel değil miydi?! Sonuçta ne yapsın, Balkan Savaşları sonrasında Anadolu’ya sıkışmış bir coğrafyada, köylüye dönmeyi halka dönmek olarak anlamış, onun dilini yakalayabilmek için de onun şivesiyle hececi şiir yazmış. Ama 2000’ler sonrası diye adlandırılan şiirde (bu tanımlamaya da katılmıyorum), şöyle bir yarım yapılabilir. Gelenekten gelen, edayı hala koruyan ama onu deneysel bir imtihana sokan şiirler de olmadı değil. Bu, az önce bahsettiğim deneysel gerçekçi şiirin dışında değerlendirilmelidir. Bu konuda, Cetvelle Çizilmiş Dağınıklık‘ın son yazısına bakılabilir. (Sıfırlı Yıllarda Şiirimize Eleştirel Bir Katkı, Cetvelle Çizilmiş Dağınıklık, S. 244.)

Ezcümle: Deneysellik tek başına kafi gelen bir tanım değildir. 2000’lerde ortaya çıkan şiir öncelikle şiirde rafa kaldırılmış güncelliği yeniden ısıtmıştır. Ama bu kuşak içinde de yekpare bir algıdan söz edilemez bu konuda. Ama şurası artık bir gerçek, bilginin ve gözlemin şiire girdiği gerçekçi bir şiir çıktı bu yıllarda. Bu şiirin nerelere varacağını yıllar gösterecek. Ama gerçekçi şiirin geri döndüğünü ve başka bir paradigma değişikliği olduğunu görmek gerek. Olgusaldır bu, kişisel bir yorum değildir. Bu şiire, yeni oluşan bu momente, deneysel somutçu veya deneysel gerçekçi şiir demek daha doğru.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl