20 yy. ikinci çeyreğinde İstanbul sanat arenası Batı kaynaklı estetik tarzlarla haşır neşir olmuş, plastik sanatlar alanında Frankofon bir tavır benimsenmiş yaratıcı birkaç özgün ressamın dışında, sanatçının elindeki fırça tuvalin üzerinde boydan boya akarken gözler Batı’nın boya tekniklerine, tematik takılıp kalmıştı. Teknik yöntemi Batı kaynaklı, temaları yerel sayısız eser Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi sanatçıları tarafından üretildi. Bu Tanzimat’la başlayan bir süreçti. Estetik akımlar arka arkaya yaşandı, ünlü ressamlarımız kendilerine has ruh hallerini, algılarını, dünya görüşlerini estetik dille tuvale aktarıyorlardı.(Klasikler,Çallı Kuşağı, D Kuşağı, Soyut tarz çalışanlar, Fantastikler, Figüratifler, Çağdaşlar )

20’yy. son çeyreğinde/ 1980/ ilk kez1948 ‘de Venedik’te düzenlenen Bienal’den yola çıkarak, sanatın yeşerdiği her ülkeye kültür emperyalistlerinin ajanları iş başı yaparak; yetenekli ressamların özgün çalışmalarını başka bir boyuta, popüler boyuta döndürebilmek için hızlı bir çalışma başlatmışlardı. Ülkelerin plastik sanat alanlarını zorlayarak iki yılda bir yapılan Bienalleri; kültür Emperyalistleri bir araç olarak kullanıyor ve sanki bir matahmış gibi yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı. Batılı ilk sanat ajanlarının ülkemizdeki amaçlı İlk eylemleri, 1987’de düzenlenen İstanbul Bienali’ydi ve bu etkinlikte Amerikan kaynaklı estetik program paket olarak sanat izleyicisine sunuluyordu. Bilinçli olarak bozma, yozlaştırma, yıkma programı olarak, küreselleşme yalanı ve kandırmacasıyla kültür emperyalistleri ülkelerin doğal yaratı alanlarını sarsacak, bilinçlerde yıkım yaratacak bir paket hazırlamışlardı. 1987’deki İstanbul Bienalinde ilk dikkatimi çeken şey; tavana asılı canlı adamlardı. Bu ne anlama geliyordu? Sanat imgesi olarak yüzyıllardır var olan “Güzel” anlayışı ya da “Büyüleyici” “Harmoni” kavramı nereye gitmişti?

Derken iki yılda bir İstanbul’da düzenlenen Bianel’de saçmaya varan yerleştirmeler, abuk sabuk Video Art’lar / sürekli balık yıkayan bir kadın/ dağınık bir yatak/ sanat eseri olarak bize kabul ettirilmeye çalışıldı. Duvara asılmış yüz adet minik çerçeve, kullanılmış çay poşetlerinden üst üste konularak yapılmış bir kule ve daha bir çok abuk örneği izleyerek havayı saran düşük frekanslarla donanmış olarak yol almaya başlamıştık. Sanat eseri olarak bize sunulan bu saçmalık da neydi?

(Sanmayın ki ben gerici ve yeniliğe karşıyım. ASLA!)

Bir sanat yapıtından beklediğimiz uyum, büyüleyicilik, zamansızlık, güzellik

denge, özgünlük ,aşkınlık neredeydi?

Dış güçlere bağlı bu estetik dayatmanın yavaş yavaş etkilerini görmeye başlamıştık. 2000’li yıllara yeni Milenyum’ a vardığımızda ülkemizde yaşayan ve üreten özgün yapıtlar sergileyen sanatçılar bir köşeye çekilmiş, işe yaramaz adamlar olarak sanat arenasından ikinci, üçüncü planda kalacak biçimde toplum dışına itilmişlerdi. İçlerinde bazıları bu Pseudo akımına kapılarak ya da mecburiyetten araziye uyum sağlamışlardı.

Anissa Touati ( CI direktörü)

SATIN ALINAN bazı sanat galerileri yetenekli bir sanatçıyla anlaşma yapıyor derken o sanatçı İstanbul’da düzenlenen sanat fuarlarına galeri tarafından konulan bir işini ancak dayatılan estetik tarzda çalışırsa eseri sergileniyordu. Ortalık karışıktı, koleksiyonerler galeri açıyor, dış güçlerle anlaşıp çok yetenekli o sanatçının süregelen çalışmalarını bırakmasını ve “yeni estetik tarzda” eser üretmesini talep ediyordu. O sanatçı da büyük bir taş kütlesini alıp, cilalayıp fuar standına yerleştiriyor ve sanat eseri olarak sunuyordu (dağlar cilalı taşlarla dolu.)

Tam bir beyin yıkama.

Galeri, anlaşma yaptığı sanatçının doğal yeteneğini öldürmek üzere “Kültür Emperyalistleri’yle” iş birliği içine girerek, saf yaratıcılık taşıyan ürünlere sırt çevirme kararı almışlardı. Hemen tüketilen, satın alındığında dağılıp parçalanan bu garip tarzın örnekleri “zamanla” yarış içinde olmamalıydı. Amaç; zamana dayanıklılık taşımayan, sergi mekanında tek başına duran tek bir sandalye, tavandan sarkan bir ip ve ucunda sallanan balonlar gibi hiçbir anlatımı olmayan hiç bir şeyi sembolize etmeyen, alegorik ya da simgesel olmaktan uzakta, “Anlamsızlığı” vurgulayan, manasızlığı gündeme taşıyarak; bilince, ruhlara, algı boyutuna darbe indirmeyi amaçlamış bir programı uygulamaktı.

İngiltere’nin en büyük “Güncel Sanat” örnekleri koleksiyonunu yapan Mr. Saatchi bile bir süre sonra Londra’daki muhteşem anıtsal müze binasındaki mekanında, iki yıl önce, “It’s Over” diyerek güncel sanat örneklerini satın almayı bırakmış ve galerisinde Tuval-Yağlıboya-Akrilik üçlüsünü kullanan sanatçıların eser örneklerine yer vermeye, sergileme başlamıştı. Bu sanat hastası tutkulu adam, “Ben bir Artkoliğim” adlı bir kitap yayınlayarak, güncel sanat alımında hata yaptığını bildirecekti.

Her sonbaharda İstanbul’da düzenlenen sanat fuarı yıllar içinde yavaş yavaş dışa bağımlı bir görünüm sergileyerek sonunda 2019 Eylül’ünde yeni dış yapım bombasını patlatacaktı (ama ne bomba?). Organize edilecek yeni sanat fuarı için dış ülkelerden gelen Türk resim tarihini hiç bilmeyen baş curator X KİŞİ; yıllardır ülkemizin sanat oluşumunda başı çekmiş ülkeye sanatı taşımış, topluma sanatı sevdirmiş, yetenekli sanatçıları tanıtmış duayen, öncü Y.B’yi bir kalemde eleyerek bir skandala imza attılar. Üstelik fuar sahibi ve fuar yönetim kurulunun kapıkulu askerleri gibi bu karara yandaşlık yapmaları çok ilginç. Ülkenin öz güçlerini küreselleşme adına hiçe saymak küreselleşme palavralarına bilinçsizce kapılmak demektir.

Bu ne saygısızlık, siz de kimsiniz?

Hollanda‘da ki sanat fuarlarını Hollandalı’lar düzenler, İngiltere’deki sanat fuarlarını İngilizler,Almanya’da ,Fransa’daki sanat fuarlarını Fransızlar düzenler. Burada milliyetçilik ya da ulusalcılık yapmıyorum; ülkemizde en özgür olması gereken platformlara saldırıdan söz ediyorum.

Yanı sıra İstanbul sanat ortamında birçok galeri, X KİŞİNİN mantığına uymadığı için teker teker elenerek, yıllarca fuarda yer aldıkları halde dışlanmışlar ve yönetim kurulundaki bireyler de atıl kalarak hiçbir varlık gösterememe aczi içinde araziye uymuşlardır. Araziye uyan bu kişiler zaten “Her Devrin Adamları” olarak sanatı sanat olduğu için değil, sadece para kazanılacak, rant sağlanacak bir alan olarak planladıklarından, sanat eseri onlar için “Amaç Değil Araç “ olduğundan ve kendileri yurtsever olmadığından ve üçüncü boyut bilinci taşıdıklarından; bizlerin savaşmak için kalkanlarımızı hazırlamamız gerekiyor. Sanata yeni ayar vereceğini safça düşünen “Yeni Uluslararası Küratörümüz” X KİŞİ, İstanbul’un kendi ülkesinin geçmişine hiç benzemediğini, Türkiye’deki sanatçıların, üç büyük İmparatorluğun; Doğu Roma, Bizans, Osmanlı’nın mirasçıları, çocukları olduğunu anlaması zaman alacaktır. Ama bizim zamanımız kalmadı. Bütün bu oyunları, dalavereleri kısa sürede çökecek ve bu çöküntünün toz toprağını düşük enerji frekansını büyük bir süpürgeyle derleyip toplamak zorunda kalacağız.

Gerçek sanat yapıtı genetik taşıyıcıdır.

Sanat yapıtının ileriye taşıyıcı, aydınlatıcı, yükseltici gücünü bilen “Kültür Emperyalistleri” toplumları geriye taşımak, beynini yıkamak, tahribat yapmak adına bu saldırı yöntemini seçmişler ve onların ülkemizdeki işbirlikçileri ise bile bile ülkelerinin saf ve özgün yaratıcılarına ihanet etmişlerdir.

Gün olur devran döner.

Yeni ci küratörünün tartışılan röportajı için bkz: http://www.diken.com.tr/contemporary-istanbul-direktoru-dirdiri-kiskancligi-dedikoduyu-birakip-calissinlar/