Ana Sayfa Vizör ANDY WARHOL’UN DEĞERLİ ARMAĞANI POSTMODERNİZM VE BLUE VELVET

ANDY WARHOL’UN DEĞERLİ ARMAĞANI POSTMODERNİZM VE BLUE VELVET

ANDY WARHOL’UN DEĞERLİ ARMAĞANI POSTMODERNİZM VE BLUE VELVET

Modernizmin aklı yücelten, merkezine ussallığı yerleştiren bir perspektifi, ahlaki anlamda aklı ve gerçekliği temel alır. Mantık ve akıl yürütmeyle gerçeğe ve aydınlanmaya ulaşılacağına dair bir inanç sistemi söz konusudur. Kişi ussallık çerçevesinde düşünmenin mutlaklaştırılışının dayatıldığı, tek tipleştirici, aynılaştırıcı, bütünleştirici bir anlayışın hâkimiyetine hapsolur. Gerçeklik sınırları içinde her şeyin tekliğe indirgendiği, rasyonel olarak akıl yürütme ve önermeler aracılığıyla ulaştığımız mutlak gerçeklerin koşulsuz şartsız kabul edilişini tahakküme zorlayan, insan aklını merkeze alan bir inanç sistemidir.

Ortaçağ’daki ussallık, merkezine tanrıyı alıp her şeyi tanrıyla ilişkilendirirken modernizm merkeze insan aklını yani özneyi koyar. Hakikat çemberinde gerçekliği kanıtlanan bilgi rasyonalizmi oluşturur. Bu tek tipleştirici ve farklı olan ötekinin hiyerarşik bir biçimde dışarıda bırakılışı nesnel olanın evrenselleştirilmesidir. Modernitede ahlaklı-ahlaksız, iyi-kötü, güzellik-çirkinlik gibi her şey zıt kavramla anlamlandırılır. İyi, güzel ve ahlaklıya yücelik atfedilir.

Post modernizmde ise mutlak doğrular yoktur. Çok renklilik, çok seslilik, eklektik olan vardır.1960’larda ve 70’lerde mimari, müzik gibi sanat alanlarında ortaya çıkan bu akımın sinema alanındaki yansımaları 1980’lerden itibaren görülmeye başlar. Bilgiye yönelik heterojen görüşlerin olduğu, büyük anlatıların değil küçük anlatıların insan yaşamını biçimlendirdiği görüşü hâkimdir. Postmodern terimi ilk kez 1930’larda Federico de Onis tarafından kullanılan bir ifadedir. Postmodernizm, estetiğin günlük hayata girişi ve popüler kültürün yüksek sanatlar üzerinde yükselişini benimsemektedir. Sanatta, realizm ve pozitivizm gibi sanatsal temsillerin yerini parodi, nostalji, kitch ve pastiş alır. Derinlik yerini yüzeyselliğe bırakır, imge ile gerçek arasındaki sınırlar netliğini kaybeder. Post modern sinema’da üzerinde durulan konular bireyler değil bireyler arası ilişkilerdir. Heterojen tiplemeler, klişeler tekrarı olan karakterlerin yerini alır. Modern sinemada bireyi ilgilendiren evrensel sorunlar artık anlamsızdır. Cinsellik metalaşır, tüketim kültürü yükselir. Eskiye ait olan biçim değiştirerek yeniden sunulur ve eskiye göndermeler yapılır. Haz, cinsellik, şiddet ve uyuşturucu kullanımını gösteren rahatsızlık verici görüntülere rastlarız. Yüzeysellikler, çeşitlilik, basitlik, geçici imgeler, geçmişe yönelik nostaljik öğeler anlatının vazgeçilmezleri arasında yerini alır. Sıklıkla parodi, ironi, şizofreni gibi kavramlara yer verilir. Amaçsız kahraman figürü, saplantılarında kaybolmuş insanlar, zamanla oynama, tüketiciliğe özendirme, insanın şiddete ve hazza yönelmesi, şizofren karakter kullanımı mevcuttur.

Şizofren karakter kullanımının sebebiyse modernite’nin yücelttiği gerçeklik ve akılcılığı saf dışı bırakma çabasıdır. Şizofreni modern ussallığın karşısında yer almaktadır. Yine post modern filmde kadının cinselliğe indirgenişi, kadına yönelik cinsel istismar ve pornografik öğeler, öfke, başkalarından erillikle özdeşleştirilen şiddet, kopuş ve yabancılaşmayla biçimlenen yaşantıların temsili yer almaktadır. Birbiriyle doğrudan ilişkisi olmayan görüntülerin kopuk bir biçimde art arda verilişi de görülmektedir.

KULAĞI KESİĞİN İZİNİ SÜRMEK

David Lynch’in 1986 yapımı Blue Velvet filmi ilk post modern film örneklerinden biridir. Başrollerini Kyle Machachlan (Jeffrey Beamont), Isabella Rosselini (Dorothy Vallance), Dennis Hopper (Frank Booth),Laura Dern (Sandy Williams) paylaştığı film, Lumberton kasabası sakinlerinden biri olan Jeffrey Beamont adlı bir kolej öğrencisinin boş bir arazide kesilmiş bir insan kulağına rastlaması üzerine kulağın sahibini bulmasıyla başlar. Film kahramanın olayın gizemini çözmeye girişmesiyle birlikte başından geçen bir dizi olay sonunda tecavüz, uyuşturucu, cinayet gibi bir çok suça bulaşmış Frank Booth ‘un karanlık ve şiddet dolu dünyasının parçası oluşunu konu eder. Filmin fon müziği Boby Vinton ‘ın seslendirdiği Blue Velvet şarkısı film boyunca adeta kulaklarımızın pasını alır.

Filmin ilk sahnesinde masmavi bir gökyüzü ve çitlerle çevrili bir bahçe içinde yemyeşil çimenler ve çiçekler görülür. Bir itfaiye arabası geçer. Elindeki hortumla bahçeyi sulayan Bay Beamont birden felç geçirir. Ardından çimenlere zoom yapıldığını ve toprağın içinde hızla hareket eden kemirgen böcekleri görürüz. Seyirci her iki görüntüyü birbiriyle bağıntısızmış gibi algılayabilir fakat böcek metaforu filmde sıkça yer almaktadır. Olağan dünya yani Beamont kasabasında yüzeysel düzlemde her şey güzel herkes huzurlu gibi görünse de derin düzlemde her şey karanlık, kötü ve böcekler gibi ürkütücüdür. İnsanların gizlilik içinde sürdürdüğü çürümüş, kokuşmuş ve yüzeyselliğe indirgenmiş hayatları güven dolu bu atmosferle büyük bir tezatlık gösterir. Güven ve dinginlik vaat eden bu küçük taşra tekinsizlikle sarıp sarmalanmıştır.

Jeffrey babasının felç geçirişinden sonra kasabaya döner. Baba ziyaretinden dönerken boş bir arazide çimlerin arasında kesilmiş bir insan kulağı bulur ve kulağı dedektif Williams’a götürerek olayı araştırmasını ve çözümlemesini ister. Kısa süre sonra merakla John Williams’ın evine giderek olay hakkındaki ayrıntıları öğrenmek ister. Bu sırada dedektif’in kızı Sandy Williams’la tanışır ve kız davanın detaylarını Jeffrey’e heyecanla anlatmaya koyulur. Ona dava’nın şüphelisi olan ve kasabada şarkıcılık yapan Dorothy Vallance efsanesini anlatır ve birlikte kadının yaşadığı evi görmeye giderler. Jeffrey böcek ilaçlama servisi görevlisi kılığına girerek gizlice kadının evine girmeyi başarır. Böcek metaforu yine karşımıza çıkar. Böcekler Dorothy’nin hayatındaki erkekleri temsil eder. Filmde ona zarar veren erkeklerden Dorothy’yi korumak gibi bir misyon üstlendiğini görüyoruz. Evi ilaçlama bahanesiyle giren Jeffrey kapının çalınmasını fırsat bilerek evin anahtarını gizlice alır. Dorothy, The Slow Bar isimli bir mekanda sahne almaktadır. Jeffrey ve Sandy, Dorothy‘nin sahne aldığı yere gider ve kadının sahnede olduğunu fırsat bilerek evine girer. Kadında kısa süre sonra evine döner bu sırada kadının evinde olan Jeffrey dolaba saklanarak kadını gözetlemeye başlar. Fakat kadın evdeki yabancının varlığını kolayca fark eder. Onun kendisini çıplakken izlemek için evine giren bir sapık olduğunu düşünür. (Jeffrey kadının dişiliğinden etkilenmiş olsa da Sandy’ye vurulmuştur.

Cinsel Faşizm… Eril Şiddet… Sado mazoşizm

Filmde Dorothy cinsel bir obje olarak sunulmuş, hedonist, vamp kadın imajı çizmekteyken, Sandy masumiyet ve saflığın sembolü olan kadını temsil etmektedir. Yani biri Lumberton’ın karanlık ve vahşi yanını diğeriyse huzurlu ve mutlu insanların yaşadığı aydınlık yanını temsil eder. Dorothy elinde aldığı bıçakla Jeffrey’i tehdit ederek kendisiyle sevişmesini ister. Aralarında fiziksel bir yakınlık cereyan eder. Jeffrey kadının sado-mazoşist eğilimleri olduğunu fark eder ve bu durum onu korkutur. Aniden kapı çalınır. Dorothy, Jeffrey’i dolaba saklar. Gelen Frank Booth’tur. Frank Booth’un kadının çocuğunu kaçırarak kadına fiziksel şiddet ve cinsel istismarda bulunduğunu öğreniriz. Frank sado-mazoşist eğilimleri olan iktidarsız bir sosyopattır. Bu sahnede bolca pornografik öğeler, sado-mazoşizm, nesne fetişizmi, fiziksel ve psikolojik şiddet gibi olguları doyasıya seyrederiz. ‘‘Post modern film nedir?’’ sorusuna en kesin cevabı işte bu sahnelerdir… Sadece bu sahneyi izleyerek rastlanılan öğelere örnek olarak gösterilen kadın bedeninin metalaşması, erkek egemen kültürün yansımaları görülür. Erkeğin kadını şiddet aracılığıyla etkisiz hale getirilişini seyrederiz. Frank gider ve gitmeden önce “Van Gogh için hayatta kalacaksın” der. Bu replikten Jeffrey’nin bulduğu koparılmış kulağın Frank’le doğrudan ilişkisi olduğunu öğreniriz aynı zamanda Van Gogh’un kulağıyla filmdeki kesik kulak imgesiyle metinler arası bir gönderme de yapılmıştır.

Jeffrey’le yalnız kalan Dorothy yakınlaşmaya devam ederler ama kadın sado-mazoşist eğilimlere sahip olduğu için adamın kendisini dövmesini ister. Jeffrey kadının isteğini yerine getirmez ve kadını yalnız bırakarak eve döner. Her şeyin sıradan göründüğü, masumiyet kokan, samimi ilişki ağlarıyla örülü temiz bir kasaba gibi görülen Lumberton’da ilişkilerin yozlaştığı, ahlaki çöküş yaşayan ve temiz gibi görünen toplumunun eleştirisi yapılmaktadır. Ertesi gün Jeffrey olayın esrarını çözmek için yine Dorothy’nin sahne aldığı yere gider. Dorothy, Blue Velvet şarkısını söylemektedir. Frank’te gözyaşları içinde elinde mavi bir kadife parçasıyla onu izlemektedir.(Şarkı gerçekte naif ve duygusal içerse bile Frank için hastalıklı bir anlam taşımaktadır. Şarkı ve fetiş nesnesi olan mavi kadife sado-mazoşist eğilimlerin sembolü haline gelmiştir. Jeffrey’nin sık sık Heineken marka birayı övücü sözler söylemesi izleyicinin tüketim kültürüne özendirici etkisidir. Tıpkı Tarantino’nun “Pulp Fiction’’ındaki hamburger üzerine yapılan diyaloglarla benzerlik kurabiliriz. ) Dorothy’nin evine gitmeden önce Frank ve çetesini takip eder. Ve bazı görüntüleri belgelemek için fotoğraflarını çeker. Dorothy’nin evine gittiği sırada Frank ve çetesi Dorothy’nin kapısına dayanır, kadını ve Jeffrey’i yakalayarak arabaya bindirir. Ve Frank’in iş ortağı Billy’nin evine götürerek Jeffrey’i döverler.

Tuhaf sahnede Ben, Roy Orbison’ın In Dreams şarkısını Frank’e doğru önce duygusal ardından coşkulu bir şekilde söylemeye başlar. Jeffrey ertesi gün uyanıp evine gider ve polise başvurmaya karar verir. Karakolda John Williams’ın ortağı Gordon’un Dorothy’nin evine girdiğinde gördüğü sarı giysili adam olduğunun farkına varır. Daha sonra Sandy’nin evinde John Williams Jeffrey’in hikâyesini duyduğunda şaşkına döner ama durumun tehlikesi karşısında onu uyarır. Sandy ve Jeffrey dans partisine giderek birbirlerine olan aşklarını ilan ederler.

Hastaneden eve giderlerken Jeffrey, Sandy’ye tekrar Dorothy’nin dairesine gitmesi gerektiğini ve babası detektif Willims’ı bir an önce oraya göndermesini söyler. Dorothy’nin evine vardığında orada sarı takım elbiseli adamın ve kulağı kesilmiş bir şekilde Dorothy’nin kocasının cesetlerini bulur. Evden ayrılmaya çalıştığında Frank’in merdivenlerden yukarı çıktığını görür. Jeffrey dedektifle konuşur ama evdeki konumu hakkında telsizdeki Williams’a yalan söyler. Frank kendi polis telsizinden Jeffrey’in yerini öğrendiği için duyduğu övünçle, daireye girer. Frank Jeffrey’i yatak odasında bulamayınca tekrar rahat haline döner. Jeffrey, sarı takım elbiseli adamın tabancasıyla Frank’i vurur. Bu arada detektif Williams ve Sandy güvenli bir şekilde daireye gelmişlerdir. Günler sonra Jefrey ve Sandy birlikte normal hayatlarına dönmüş bir şekilde görülürler, Dorothy ise oğlu ile birlikte parkta mutlu bir şekilde oynuyordur.

Filmde cinselliğin, hazzın öne çıkması noktasında işlevsel kullanılan Frank ile Dorothy tutarsız, hazza ve şiddete yönelen şizofrenik karakterlerdir. İlişkilerine baktığımızda aralarındaki bağın tutarsızlıklarla dolu olduğunu görürüz. Usdışı davranışlarıyla gerçeklik ve akılcılığın saf dışı edilişi söz konusudur. Yani her ikisi de modern ussallığın karşısındadır. Cinsellik Frank’in ve Dorothy’nin hasta ruhlarının yansımasıdır. Frank’in şiddete eğilimli oluşu eril kültürel düşüncenin somutlaşmasıdır. Filmde Lumberton’un aydınlık yüzünü temsil eden güler yüzlü, evde oturup televizyon izleyen, örgü ören sıradan ev kadınları yani toplumun saygıdeğer kabul ettiği bir kadın tipolojisi birde şiddetle arzulanan, cinsel metaya dönüşmüş, erkek şiddetine açık Dorothy gibi vamp kadın tipolojisi vardır.

Amerikan Melodramlarına Veda

Filme baktığımızda birçok post modern filmde olduğu gibi zamansızlık söz konusudur. Giysiler 1940 ve 50’li yıllarda moda anlayışına uygunken ilerleyen sahnelerde bir ev partisinde dans eden oyuncular 80’lerin kıyafetleri içinde görünür. Nostaljik öğelerin kullanımı kasabadaki arabaların 40’lara ait oluşuyla da bir kez daha görülür. Olayın hangi yılda geçtiğini anlamayız. Geçmişi şimdi gibi gösterme durumu söz konusudur. Ölüm sahneleri parodileşir. Frank’in ve kulağı kesilen adamın ve sarı giysili adamın ölümü parodi gibidir. Filmde oyuncular mekanik tepkiler veriyor ve duygu barındırmıyor gibidir. In Dreams şarkısının söylendiği sahne de oyuncular tüm yüzeysellikleri ve yozlaşmış hayatlarıyla bilinen insanları temsil etmektedirler ama yüz ifadeleri ve seslendirdikleri şarkılar izleyicide katarsis etkisi yaratacak türdedir. Sanki eski Amerikan müzikalleri ve melodramları ve yıldız sistemi oyunculuk adeta karikatürize ediliyor absürtleştiriliyor gibidir. Hayat bu kadar hülyalı ve estetik öğelerle dolu değil gerçekler negatif estetik öğeler taşır hatta estetik bile taşımaz denmek isteniyor gibidir.

Klasik anlatılardaki klişelere de filmde rastlamak mümkün… 30’lu ve 40’lı yıllarda çekilen Amerikan filmlerinde başrol oyuncuları birbirini görür ve birden âşık olurlardı ve fonda birbirleriyle ilk karşılaştıkları an duygusal bir şarkı çalar. Jeffrey ve Sandy birbirlerini gördüklerinde tıpkı 40’lar ve 50’lerdeki gibi bir karşılaşma yaşanır. Birbirleriyle ilk karşılaştıkları sırada Jeffrey’nin Sandy’ye ‘‘Şu an eve gitmek zorundasın değil mi?’’ diye sorması modern filmde ya da klasik anlatıda kadın her zaman kötülükten ya da erkek şiddetinden korunmak için eve gider. Modernite’nin ussallığına göre ahlaki yönden bir kadının karanlıkta, bir erkekle yalnız başına yürümesi tekinsiz bir olayken Sandy’nin ‘‘Hayır eve gitmek zorunda değilim’’ demesi modernite’nin ussallığına karşı bir tepki niteliğinde sanki. Geçmişe ait şeylerin bugüne taşınması görülür bu sahnelerde. Her şeyin sıradan, herkesin mutlu olduğu bir Lumberton diğer yanda da karanlık kirli ilişkilerin, yozluğun ve grotesklik içinde yüzen bir Lumberton vardır. Suçlular ölür… Dorothy kötü adamların elinden kurtulur. Her şey normale dönünce filmdeki kötü atmosfer ve izleyici üzerinde yarattığı dehşet verici etki kaybolur ve yine güven dolu ve mutlu insanların yaşadığı temiz bir atmosferdeymiş hissi yaratılır.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl