Şimdi ağlamak istemiyorum. Arkadaşlarım aklıma gelince ağlıyorum çünkü.“- sy. 18

Tarkovski, ilk filmini yapmaya nasıl karar verdi? Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı kitabını hangi ruh haliyle yazdı? Arthur Rembaud, Kıbrıs’a neden gitti? Edward Hooper ilk tablosunu yapmaya başladığında ne düşünüyordu ve ilk hangi rengi kullandı? Eugene Atget, Paris’in bomboş sokaklarını fotoğraf makinesiyle çekmeye karar verdiğinde, deklanşörüne ilk ne zaman bastı? Syd Barrett gibi hayatını notaların ezgisine bırakan Amy Winehouse, ölürken evet ölürken o anda ne düşünüyordu? Bu soruların yanıtını tam olarak bilemeyeceğiz ve bu soru[n]larla yaşamaya da devam edeceğiz. Bu soru[n]ların, hayatla birebir bir ilişkisi var. Nedenine gelince yanıtım hazır; çünkü bir romanın* bana yarattığı güçsüzlükten söz edeceğim.

Hayat denen uzun/kısa bu yolculukta; bazı romanlar okuyucularını, bazı yollar yolcularını, bazı filmler izleyicilerini, bazı ressamlar tablolarında kullanacağı renkleri beklerler… Okuyucuyla roman, yolla yolcu, filmle izleyici, kullanacağı renkle ressamın buluştuğu an‘a, Roland Barthes ‘karar anı’ adını veriyor. Yine Barthes, doğru soruyu sormanın, ‘hayatın bilgisi’ olduğu söylüyordu. Ama Benjamin’e göre, ‘hayatın bilgisi’, aslında ‘erdem’dir. Georg Lukacs’ın, “İyi bir okur için, bilgi ve erdem ne işe yarar?” sorusunu üç ciltlik Estetik kitabının bir yerinde sormuştu. Karmakarışık meseleler değil bunlar! En iyisi, Lukacs’ın, Estetik kitabına döneyim. Kitapta, ‘erdem’ duygusu konusunda Lucas, ‘başıbozukluğun düzenlenmesi’ adını verir. [çev. Ahmet Cemal] Bu, ‘başıbozluluk’ kavramına, Benjamin çok sonra, Pasajlar kitabında, ‘flaneur’ adını vermişti.

Ağaçtaki Kız‘ı romanındaki, ‘erdem’ kavramını düşünmem için uzun bir zamanım oldu. Hem de çok uzun. ‘Erdem’ kavramından, ‘flaneur’lüğe doğru yürüyen Ağaçtaki Kız’ı [Deniz] görünce [evet görünce] durdum ve şunu düşündüm: Burada uzunca söylenmemiş ama yazar Şebnem İşigüzel tarafından tespit edilmiş perspektifle, bir ifade derinliği var. Bir okur olarak, tam da oraya saplandım kaldım. Romana tekrar tekrar geri dönüşüm ifadenin, derinliğine saplanıp kalmış olmam olarak açıklayabilirim. O saplanıp kalma hali, romanın üzerimde yaşattığı bir güçsüzlüğün ifadesi olarak, hala orada duruyor. O güçsüzlükten hala çıkamadım, çıkamıyorum. Ağaçtaki Kız romanını, kaçıncı defa okuduğumuysa asla hatırlayamıyorum. Dedim ya, güçsüzlük işte.

Öfke‘nin, Dil‘de Yaşayan İnancı Ya da Yokuş Aşağı Giden Hayat/Hayatların Kendi Kendisi Çarparak Geri Dönüşü

Sarmaşık, Çöplük, Kirpiklerimin Gölgesi [yazar ne der bilmiyorum ama ben, bu üç romana Türk edebiyatında yazılmış, ‘Kötülük Üçlemesi’ adını veriyorum] ki aralarda Resmigeçit, Venüs [Bir Aile Tarihçesi Bir Yaşamöyküsü], Gözyaşı Konağı Ada 1876 gibi çok sarsıcı romanlara karşı bunu söylüyorum. Bu, benim bir iddiamdır. Hatta bu bir iddia değil, gerçektir.

‘Kötülük Üçlemesi’nin güç noktası, yokuş aşağıya doğru giden hayatların, sarsıcı inançlarla bir varlığa bürünmesinin uzun yolculuğudur. Sarmaşık romanında Nadya ve Hayal’in trajedileri, Çöplük romanında Leyla’nın [Da Leyla Da] çukurun dibinde olup daha fazla dibe düşmeyecek ruh hali’nin asla olması, Kirpiklerimin Gölgesi romanındaki Küçük Kız’ın annesini öldürerek yeni ve yapayalnız hayatına başlaması, Ağaçtaki Kız romanında Deniz’in yazarın ifadesiyle “hayatın şiddeti beni bir ağacın tepesine fırlattı” [sy. 17] /fırlatmış olması. Bütün bunlar, tesadüf olamaz! Tesadüften kötülüğe oradan rastlantıya doğru giden ifadenin, güçlü bir sarmalı ve sarsıntısı bu. Aslında sözünü ettiğim bütün bu kahramanlar köklerinden kopmuyorlar, köklerini varlıklarıyla sağlamlaştırıyorlar. Duygusal çizgilerinde asla bir sapma yok. Çok ciddi bir kararlılığın, ifadesini taşıyorlar. Yanlışsa yanlış, doğruysa kararlılık var onlar için. Kısacası, kötülük kol geziyor! Ve bu karakterler, Terry Eaglaton’un Edebiyat Kuramı kitabında söz ettiği, kopuş‘un kahramanlarıdır. İddiamın gerçekliğinin temeli de işte bu. Bir okur olarak, arka arkaya hayatının en sarsıcı yumruklarını Nadya’dan, Leyla’dan, Küçük Kız’dan ve Ağaçta duran Deniz’den yedim..

Şebnem İşigüzel son romanının 359 sayfası boyunca, romanın dil ekseninde tesadüf/kötülük/rastlantı kavramlarıyla, sürekli şaşırtır. Kahramanlarının arayışının karanlık girdabına çeker, o karanlıkta bir anda okuyucusunu ıssızlıkta bırakır. Tam oraya ve o ana kadar, mecalsiz kalmışsınızsınızdır ki, yazar ölümcül darbesini vurur: “İyilik güzellik anında görülmüş, anlayışsızlık boy vermiş” [sy. 352] İşte o an, yazarın kullandığı dil karşısında, feleğiniz şaşar. Neden şaşar? O romanın/romanların sayfalarını karıştırdığınız zaman, ansızın ve hepsinin birden hayatına girdiğini görürsünüz: “Herkes uyuyor ben uyanığım. Ama kaybeden ben oluyorum. Niye? Çünkü geri zekalılar ordusu gidip en değersiz, en ruhsuz olanı seviyor. Böyle edebiyat olmaz olsun. Ama zaman bu. Zaman değişti. Zaman hızlandı. Ama edebiyat bence buna ayak uydurmamalı. Edebiyat, Jane Austen’ın eteklerini sürüyerek yürüdüğü çayırlarda çimenlerde kalmalı, Ahmet Hamdi’nin bekar odasında, Dostoyevski’nin kumar masasında, Tolstoy’un çiftliğinde, semaverinde, herkesten kaçtığı istasyonda.” [sy. 30] İşte bu, Mikhail Bakhtin’in Karnavaldan Romana kitabında sözünü ettiği, “dil’in tekinliği”dir. İşte, o tekinlik Ağaçtaki Kız romanının -diğer romanlarında olduğu gibi- bütünlüğünde gittikçe katman katman, bir anafora dönüşüyor.

İşigüzel’in romanlarında, yakın döneme dair bir sosyolojik tespite rastlamazsınız. Bu bir iddia değil, gerçektir. Ama Ağaçtaki Kız, hiç öyle değil. “Gelirken parkta kurulmuş çadırları görmüştüm. Direnenler vardı.” [sy. 216] Yazar, ilk defa bu romanıyla günümüze çok yakın bir yere fiyakalı bir bakış atıyor. O bakış, geçmişin capcanlı an‘larını, hatırlatmaya devam ediyor. Ki bu bence -yakın geçmişe- geleneksel olmayan, modern bir bağlılığa, içten ve samimi olduğunun ifadesi.

Şebnem İşigüzel Romanlarında, Çöken/Çökmüş Bir Aile Arkeolojisi

“Annem beni büyütürken sinirli ve gergindi. Babamla mutsuzluğunun faturasını bana kesiyordu.” – sy. 59

İki cümleyi, alt alta okuyalım:

“Dört yaşında filandım. Babam henüz Arkeoloji Müzesin’ndeydi.” [sy. 61]

“Annem ne kadar da yalnızmış. Nereden bakarsanız bakın, enkazdan çıkmış bir kadın. Üstelik sonrasında bir çocuk büyütmekle. Benimle uğraşıyor.” [sy. 71]

Bu iki cümle, ‘başıbozluluk’ kavramını hatırlatıyor. Ama, ‘flaneur’luk kavramı roman devam ettikçe, kitabın kahramanı Ağaçtaki Kız, kitabın 359 sayfasında “Benim Adım Deniz’ Oldu mu şimdi. Artık Ne önemi varsa ya da ne önemi kaldıysa” diye ifade ediyor. İsim değildir asıl olan, kimlik‘tir. İşigüzel romanlarında; kimlik özne‘dir, isimse nesne. Bu konuya, yazarın bütün roman karakterlerini incelediğim, uzun bir yazıyla ayrıca anlatacağım. Ağaçtaki Kız romanı eksenine değil; Sarmaşık, Çöplük, Kirpiklerimin Gölgesi romanlarına -o kötülük üçlemesi romanlarına da- dönmekte fayda var. Hatta Gözyaşı Konağı Ada 1876, Venüs‘e… Bütün bu romanlarda ne vardı; ‘Çöken/Çökmüş Bir Aile Arkeolojisi’nin, ruh‘u vardı. Şebnem İşigüzel bir yazar olmasının çok ötesinde; karalıkta kalan, karanlıkta bırakılmış, yok sayılmış, görmezden gelinmiş, unutulan yüz‘lerimizi kazıyan, edebi bir sosyolog ve arkeologdur.

Utandırmak, sınıfsal bir strateji olmanın yanında, sahici bir öfkedir de. Alıp bir başka vazgeçilmezin önüne koyduğunda, o vazgeçilmezinde sorusu şu oluyor; “Ben, dünyanın yüzkarasıyım ama suç benim mi?” Zihnimde, ağaçta duran Deniz’in hayatı gibi, büyük bir ur var ve bunu iliklerime kadar hissediyorum. O, bir yalnızlık trajedisi olarak dip‘te olmayı ve kopuş’un kahramanı olmayı duygusal olarak seçtiğinde, bilinci açılmış. Suçsuzluğunu, bir ağaç‘a, armağan etmiş. Lucas’ın ‘Estetik alan’ını orada bulmuş. İfadesinin derinliği tam orada bulmuş Deniz. Hayat karşısında mağlup olanların, trajedilerin işte zaferidir budur.

J. M. Coetzee, bir romanında “İnsan, ölüleri geri getirecek sözcükleri, müziği nasıl bulabilir?” diyordu. Bir zamanlar, hep bu sorunun ‘varlığını’ düşünmüştüm. Ağaçtaki Kız romanında bunun yanıtını buldum; toplumsal histeriden uzaklaşarak. Kendisiyle konuşmayan, büyük bir varlığın bedenine, kendini bırakarak: Ağaç‘a… Asıl sorulması gerek soru şu; bir ağaç‘ın sessizliğine sığınan Deniz’in gücü, bir okura bu kadar büyük bir güçsüzlüğü, peki nasıl yaratabiliyor? Bu soruyla yaşaya devam edeceğim.

Ağaçtaki Kız, içeriği ve gerekse kurgusuyla okurunun üzerinde -en azından benim- ağır bir yük bırakıyor. Kusursuz bir dil, şaşırtıcı bir kurgu, derin bir anlam, çarpıcı bir duygu…

Sonuç değişmez, sabittir. Bu yazıyı yazmanın bu kadar uzun sürmesinin nedeni, yazarın kullandığı cümlelerinin dahası romanının üzerimde yarattığı, ‘ağır bir yük’üdür. O ağır yük‘ün, bana yarattığı güçsüzlükten söz ettim. Bilinsin isterim.

* Ağaçtaki Kız, Şabnem İşigüzel, Can Yay., 2016, 359 s.