Ana Sayfa Litera Antakya: Kalbin Mantığına Gömülen Şehir

Antakya: Kalbin Mantığına Gömülen Şehir

Antakya: Kalbin Mantığına Gömülen Şehir

Enkazın altında olmamak yüzünden duyduğum suçluluk hafifliyor gün geçtikçe. Beni ağlayan kalbimle yalnız bırakıyor. Ruhu şehirle birleştiren aklın hatırına bırakıyor yakamı.

Enkazın altında küçük bir kalp var ve arama kurtarma ekipleri, onu, aşk ve güzellikle yaratanın hatırına, karanlık çökmeden, güneş yükselmeden, şerden korkmadan, onu kendi hapsinden çıkarıp sevdiklerinin avuçlarına vermek için canla başla sürdürüyorlar çalışmalarını.

Bir rüyalar okyanusunda yelken açıp şehrimin sokaklarında yürümeye çalışıyorum. Her taraf enkaz yığınlarıyla dolu. Yolun gül ve nane kokmasını beklemiyorum gerçi, ama tozdan, ceset kokusundan, suçluluktan, kimsesizlikten, üzüntüden ve yalnızlıktan bir nebula havada asılı duruyor.

Taştan yapılmış bir evin çöktüğü bir manzarayı anlatan ikame bir rüyânın içinde dolașıyorum. “Ev çökebilir, her neyse! Ama onun ruhu hepimizin içinde yaşıyor”, diyor kayıp rüyanın iletisi.

Antakya’daki dayanıșmanın heyecan uyandıran yürüyüşüyle bulaşıcı momentumunu dikkate alırsanız, dersiniz ki, o ev enkazın altından mutlaka yeniden doğacak.

Antakya’m, tüm dünyanın benim doğum yerim ve tüm insanların kardeşlerim olduğunu anımsatan bir şehirdi. Kendi toplumsal kalp kırıklığıma rağmen bana, dünya vatandaşlığının en olumlu eğilimlerinin gerçekleştirilebileceği aşkın [transendantal] perspektifi gösteriyordu. Çünkü Antakya çok kültürlü ‘krallıklardan’ bir dünya inşa etmeyi kısmen de olsa başarmış bir şehirdi. Bu şehirdeki her ruh, krallıklardan birine adanmıştı. Kayalıklara, kır çiçeklerine, orman hayvanlarına, ibadethanelere ve nihayet insana dair krallıklardı bunlar. Bunu bir krallıktan diğerine, muazzam bir piramidal Doğa’nın tüm seviyelerini kademeli olarak kat eden bir senfoni gibi düşünün.

Bu senfoniyi, minerallerden, bitkilere, oradan hayvanlara, insanlara ve meleklere kadar yükselen ve son Adagio ile Tanrı’nın sevgisine kadeh kaldıran bir müzik şöleni gibi düşünün.

Toprak hissiyle sonsuzluk çağrısını birleştiren bir senfoni bu. Mahalleler, inançlar, çiçekler, kuşlar ve insanlar arasındaki sınırları aşan ve Empedokles’in Etna’nın yeraltı ateşiyle bağlanmış olması gibi, onları daha temel bir titreşime bağlayan baş döndürücü bir toprak çekimi ve manyetik alandan söz ediyorum.

Bu senfoni bir yandan, yavaş bir tempoda unutulmaz bir cenaze marşı, orkestranın nefesli üflemelerinin alçak tınıları tarafından taşınan Re minör bir tür anlatım, ama aynı zamanda, coșkulu bir düğün eğlencesinde yavaş yavaş ortaya çıkan, amansız ve geniş titreşimli bir yürüyüştür.

Hayat ve madde arasındaki mücadeleyi içinde kristalleştiren, kendini yavaş yavaş maddeden (eşyadan, paradan, tamahtan, moloz yığınından) kurtaran yaşamın uyanışının senfonisi.

İnsan, o hacimli felaketin içinde, Minerva’nın baykuşu gibi, zaten yaratılmış olduğu Doğa’dan kendisini ayırmak ve çözmek için Gece’yi bekleyen mutsuz bir bilinç hâline geldi.

Üstelik Doğa statik bir eko sistem değil ki, o, tam tersine, fışkıran, patlayan ve anarşi doğuran bir oluşum. Sırf bu yüzden insanı, kendisinden önce gelen kozmik veya doğal bir düzene geri çağırmak gerekiyor.

Ben, deprem sonrası Antakya’sında Doğanın, büyük Pan’ın vahşi gücüne adandığını gördüm. Orada ‘insansızlaştırılmış’ Doğanın tamamen politize edildiğini gördüm. Doğa bu kötülüğe rağmen, orada olabilecek en insani ve en şehirli sesiyle konuşuyordu.

Tanrı Pan’a adanmışlık, onun hibrit olan bir bütünlüğün tanrısı olması yüzündendi; çoban ve tanrı, yarı insan, yarı keçi, Olimposlular tarafından ele geçirilmiş Arkadyalı, doğaya karşı eylemlerden zevk alan bir Doğa tanrısı olması yüzündendi.

Bu ‘gri’ nebuladan kendimi geri çekerek, doğanın alımlı giysilerini üstüne geçirdiği tepeye ulaşana kadar yürüyorum. Ve işte karşımda Saint Pierre kilisesi…

Ölüler şehri ve yaşam kenti arasında salınan Antakya’m hakkında düşünmek için dağın tenha bir köşesinde zeytin ağaçlarıyla çevrili bir yer buldum. İlkinde ebedi sessizliği, ikincisinde sonsuz üzüntüyü düşündüm.

Yaşam kentinde umut ve umutsuzluğu, sevgi ve nefreti, sevinç ve hüznü, zenginlik ve yoksulluğu, inanç ve aldatmayı, pişmanlık ve yalnızlığı, suçu ve cezayı, borçluluk ve kefareti, enkaz ile binayı, battaniye ile üşümeyi, toprağa gömülü gece sessizliğini, sahibini kaybetmiş kediyi ve gökyüzünün yedinci tabakasına kadar yankılanan yas çığlığını ve cenaze törenini ve un ufak olmuş tonozların arasından bir bir öne çıkarak, özenle seçilmiş kelimelerle söylevler çeken sözüm ona liderleri ve başı arkaya düşen körpe bir çocuğu kollarında sallayan deneyimsizi ve mevtanın ardından yakınarak ağlayan yaşayanları ve önce kadına sonra çocuğa bakan toz içindeki topal köpeği gördüm. Dostunun gidişinden haberdar sadık bir köpek edasıyla bakıyordu.

Kalabalık, mevtanın arkasından dualar okurken ilahi ironinin nefesine sadık gibi davranıyordu. Muhtemelen çocuğun annesi kadının biri, “Ya Rab, bütün insanların cenneti nerede”, diye sordu.

Dönüp ardıma bakarken, şehrin görkemli malikânelerinin üstünü enkazdan çıkan duman kaplamıştı. Araba galerisine, spor salonuna yer açmak için kolonları kesilen rezidanslardan söz ediyorum. Serçe parmağı inceliğinde demirin kullanıldığı, deniz kumu çekilerek inşa edilen dairelerden…

Deprem her geçen gün, Antakya aşkını içimde için için yanan bir akkora dönüştürüyor ve şehre dair ideallerimin erken, ekşi meyvesini koparıp önüme atıyor.

Şehir bu haliyle Kafka ve Orwell’in edebiyatına adeta bir dekor oluşturuyor.

Hâlâ muktedir olacağına inanan daha derin bir “büyük siyaset” anlayışı, diğer şehirler gibi, Antakya’ya da ihanet etmeye devam ediyor. Nietzsche’nin “Hey insanoğlu, dikkat et!” (O Mensch, Gib Acht!) şiirsel uyarısını ters yüz eden bir kayıtsızlığın tarumar ettiği ve giderek şehrin ‘demokratik meşruiyetini’ yok eden o büyük siyasetten söz ediyorum.

Her dakika artan ölüm rakamları doğanın maddi, eşyasal, ölümcül eylemsizliğini temsil ededursun, iktidarın, kablolardan, çimentodan, patlamış asfalttan, eşyadan ve ranttan çatılı devasa makinesi homurtulu sesler çıkararak artık enkaz kaldırmaya yönelmiș görünüyor.

Șehrin tüm ‘azınlıklaştırılmış’ insan malzemesi gerçekliğin duygusal özünü doğrudan ifade ediyor.

Antakyacı dayanışmadaki devasalık, ‘azınlıkların’ sesini yükseltirken, canlı olarak kurtulanlara dair yüzdelik oranları, paradoksal bir şekilde, giderek azalan bir ‘azınlık’ sayısı oluşturuyorlar.

Bu insan malzemesi aynı zamanda kendi başına değer taşıyan bir ses bloğu hâline geldi. Onu üstenci bir tutumla kodlayan söylem veya programı parçalayan bir ses bloğu… Bu ses bloğu, kalbin mantığını bir hak olarak iddia ediyor.

Bu ses bloğu, başka bir ‘halk’ tipini, başka bir birlik tipini ve başka bir iktidar şeklini talep etmek anlamına da geliyor.

Deleuze ve Guattari, devrimci romantizmde en çok eksik olan şeyin halk olduğunu söylerlerken aslında yanılmadılar.

  1. yüzyılın devrimci ideolojileri, halkın, köylülerin ve işçilerin günlük yaşamını romantikleştirmeyi sürdüredursun, bu ses bloğu, ideolojilerin romantikleştirdiği köylülerden ya da proletaryadan değil de, topraksız ve aidiyetsiz gönüllülerden, yoldaşlardan ve madencilerden, yersizyurtsuzlardan ve ‘kapalı’ toplumun paryaya dönüștürdüğü ‘halk’tan oluşuyor.

Çünkü zamanımızın Faust’ları ve Tannhäuser’ları, (Wagnerci Oparanın azametine atfen) ‘kurtarıcıları’ köklerinden koparılmıș güvencesiz evsizler olarak kodlayıp anonim hale getirdiler.

Çağımızda kardeşlik en kötü sınavlardan geçiyor. Husserl bunu Krisis’ten beri deneyimlemişti. Bugün artık Sevinç İlahisi’ni acı çekmeden duyamıyoruz. İnsanlar, büyük felaketlerin önlenebilir büyük yıkımlarını defalarca deneyimleyip kırıldıkları için, sahte birlik çağrıları arkasına gizlenmiş ‘ulusal kader’ mitine artık inanmıyorlar. Çünkü onlar doğal afetlerin içinde barınan potansiyel faşizmi fark ettiler.

İnsanlar arasında, hesapçı kapitalizmin istatistiksel mantığına karșı sert bir itiraz da gözleniyor. Çimento baronları aklanıp temiz biyografiler edinmek için sözüm ona bağışta bulunuyorlar. Deprem kontekstinde ‘sayı’ kavramı bir çok açıdan önem kazanıyor. Bu kontekstte sayı, hesaplanan bir şey olmaktan çıkıp bir duyguya dönüșüyor.

Alexandre Blok’un ‘On iki’sini okuyanlar bilir rakamın temsil ettiği sembolizmi, kalbin ansızın durmasını andıran duraksamayla birleşip Devrim’in ritmik ilerleyişiyle momentum kazanan duygu geçişlerini bilir. “On iki” adlı şiirinin, birleşik atomlar gibi kolektif bir bireyleşmeyi adlandırdığını, yapmaya ve yıkmaya hiç benzemeyen üçüncü bir güç ortaya çıkana kadar herkesin köle olarak kalacağını, devrimin dininin olmadığını, ama iyiliğin tarafında olması yüzünden, İsa’nın on iki havarisiyle birlikte devrimin yanında durduğunu bilir…

Alexandre Blok’un Yıldızlar adlı şiirinden bir pasaj düşüyor aklıma:

Gece, şehir uyumuş/ Kocaman pencerenin ardında can çekişen bir adam gibi sakin ve heybetli/ Camın önünde kederli biri küsmüş talihine/ Göğsü ve bağrı açık/ Gözleri yıldızlarda, zihni șehirde biri…/ Yıldızlar, yıldızlar! / Nedir kederimin sebebi?…

Deprem, Antakyalılık ruhunu bir kirpi gibi kendi üzerine kapanmış hâle gelmek yerine, neredeyse peygamberlik bir vizyonla hem Bir’e hem Bütün’e açık olanın, hem habis hem iyicil olanın enerjisini açığa çıkardı. Orada her Antakyalı, hem kendi bağlamında yerel, hem de somutlaştırdığı etki ve onu diğer altüst oluşlara bağlayan ivme açısından evrensel, ama ne yazık ki, ‘tamamlanmak’ üzereyken kırılmıș bir bütündür.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl