Otomatik Portakal’ı ilk izlediğimde, filmin hâlâ aklımdan gitmeyen kimi sahnelerinde nefesimi tuttuğumu hatırlıyorum. O zamanlar sanırım Kubrick sineması ile yeni tanışmıştım. Daha önce hiç görmediğim uyaranlar zihnime çarpıp beni rahatsız etmişti. “Aaa,” demiştim kendi kendime, “dünyayı böyle görmek ve anlatmak da mümkün demek ki!” Ne zaman böyle şeyler geçse içimden, sanki benliğimde ağır aksak da olsa bir hareketlenme olur ve uçsuz bucaksız bir yolda minik bir adım atarım. Daha basit bir ifadeyle, değişirim; bunu kendime itiraf edemem her zaman veya o an anlamam neler olduğunu, ama sonra geriye dönüp baktığımda o attığım adımı, döndüğüm köşeyi, başımı hafifçe kaldırışımı fark ederim. Dünyayı artık eskisi gibi görmek mümkün değildir. Filmden hemen sonra kitabı okudum. Sanırım film kadar yakama yapışıp silkelemedi beni kitap, ama bu ikisini artık birbirinden ayırt edebiliyor muyum, emin değilim o kadar. Sonuçta bunları bir bütün olarak görüyorum galiba. Otomatik portakal, insanın gençken yutacağı mavi veya kırmızı haptır. Bazılarında bir şeyler değişir, bazılarında ise hiçbir şey olmaz. Geçenlerde nedendir bilinmez, aklıma Anthony Burgess düştü. “Yahu,” dedim kendi kendime, “ben hiç bu adamdan bir şeyler çevirdim mi ki?” Oldukça şaşırarak fark ettim ki, eskiden bir iki videosunu izlememe ve hatta çeviri listeme almama rağmen, hiçbir kaydını çevirmemişim. Dedim ki, bu böyle olmaz. Oturdum bilgisayar başına ve elimdeki kayıtları izlemeye başladım.
Sonra da 1973 tarihli bir röportajından ufak bir kesit çevirmekte karar kıldım. Söz konusu röportajda, Burgess’a öncelikle hangi burç olduğu soruluyor. Aslında burçlarla aram yoktur, ama Burgess’in bunu gayet doğallıkla cevaplaması hoşuma gitti. Balık burcuymuş, ama Boğa özelliği de gösteriyormuş. Hemen ardından kaç kitap yazdığı soruluyor sevgili yazarımıza. Diyor ki, otuz kitap yazmış on sekiz yılda. Tabii ki röportör şaşırıyor. Burgess da başlıyor anlatmaya: On altı yıl önce doktorlar beyninde tümör olduğunu ve bir yıllık ömrü kaldığını söylemişler. Ne parası ne işi olan Burgess, okul okul gezmiş iş bulabilmek ümidiyle, ama tüm kapılar suratına kapanmış. Düşünmüş taşınmış Burgess ve yazar olmaya karar vermiş. Ölümü beklediği o bir yıl boyunca beş buçuk kitap yazmış ki, içlerinde Otomatik Portakal da varmış. Ancak gelgelelim, bir yılın sonunda ölmediğini fark etmiş. Burgess’in anlatımına göre, doktorların teşhisi yalanmış. Teşhis konulduğu dönemde Borneo’da sömürge memuru olarak çalışan Burgess, ülkenin iç siyasetine karışmaya başlayınca böyle bir komplo ile sınır dışı edivermişler onu. Diğer bir deyişle, doktorlar kendilerince bir tümör öyküsü oluşturmuşlar. Elbette ki söz Otomatik Portakal’dan açılında röportör de yazarımızın en çok bilinen bu kitabına ilişkin bir şeyler soruyor.
İşte bu noktada, Burgess, muhteşem bir itiraf ile başlıyor lafa: Bana göre, diyor, bir şaheser değil bu kitap. Aslında, yukarıdaki övgülerime rağmen, doğru bir tespit bu. Bir şaheser yok karşımızda, ama nevi şahsına münhasır bir eser var. Burgess devam ediyor: İnsanın seçmek, seçimde bulunmak, tercih etmek hakkı vardır ve insanın kötülüğü seçtiği bir durum da aslında gayet insanidir. Oysa devletin insanlara yalnızca iyilik kabiliyeti ve salahiyeti dayattığı durumlarda, yani insanlara sadece iyilik potansiyeli bahşettiği ve insanları iyiliğe zorladığı durumlarda, gerçek kötülük yatmaktadır. Diğer bir deyişle, insanın özgür iradesiyle kötülüğü, mesela şiddeti, tercih etmesi, devletin bireye iylik seçmekten başka hiçbir hak ve durum sunmadığı durumdan daha iyidir. Yani, diyor, devletin iyilik dayatması, bireyin kendi seçtiği şiddete başvurmasından daha kötüdür. Oysa, diyerek devam ediyor Burgess, izleyicilerin filmle ilgili akıllarında kalan tek şey şiddet oldu. Diğer bir deyişle, devletin, yani yetkili kurum ve kuruluşların bireyi zorla iyiliğe yönlendirmesindeki kötülük değil, bireylerin uyguladığı şiddet kaldı insanların zihinlerinde. Çok yazık, diyor Burgess. Kitabın temel odağının zamanla ve filmin etkisiyle kaydığını ima ediyor. Bir bakıma haklı olduğunu da düşünmemek elde değil tabii. Röportör hemen şunu soruyor dayanamayıp: “Yine de şiddet sizi büyülüyor, değil mi?” Burgess, önce hayır diyor, şiddeti sevmediğini belirtiyor ama sonra kendisini düzeltiyor: “Ben barbarlığı sevmem, şiddeti değil.” Jean-Paul Sartre’ın barbarlık ile şiddet arasında yaptığı ayrıma dikkat çekerek, amaçsız ve sebepsiz yere yapılan şiddetten tiksindiğini, fakat politik değişim yaratmak veya sanatsal bir eser ortaya koymak için uygulanan şiddeti sevdiğini ifade ediyor. Bireyin yaratıcı güdü ve kabiliyetini ortaya koyan, doğayı beşeri bir ürüne çeviren şiddetin kıymetli olduğunun altını çiziyor.
*** Çeviri: Ümid Gurbanov