İki Yunan “khiton”u giymiş kadın sağ ve sol elleri başında sanki sokaktan geçenlere bakmaktadır. Mimarlık tarihinde narin ve kıvrımlı İon, sağlam ve bombeli Dor, çiçekli yapraklarla kıvrım kıvrım, detaylı Korint olarak bilinen Yunan sütunlarına eklenen dördüncü bir sütun olarak adlandırılır Karyatidler.

En ünlü örneği ise M.Ö. 406’da inşa edilen Atina Akropolisi’ndeki Erekhtheion Tapınağı’ndaki kadın sütunlarıdır. Karyatidler olarak adlandırılan kadın biçimindeki sütunlar, denizi ve ufku gözlüyorlar suskun zarafetleriyle. Tonlarca ağırlık binmiş sanki zarif bedenlerine ve kıvrımlı giysilerine. Ama dimdik bakıyorlar ileriye doğru; belki dönmekte olan koca karınlı gemilere, “konuk sevmez” şarap rengi denize. Antik Yunan’ın, savaşlarla gümbürdeyen Homerik ve klasik çağların hüznünü taşıyorlar bütün azametleriyle.

Karyatid aslında köken olarak Karyai kızlarına verilen isim. Mimari terim olarak baktığımızda ise kadın heykeli şeklindeki sütunlara karyatid denmektedir. Bunlar gerçekten de sütuna benzemektedir. Elbiselerinin üzerindeki dikey çizgiler adeta sütunlardaki yivler gibi durmaktadır. İsmin M.Ö. 499 ile M.Ö. 449 tarihleri arasında gerçekleşen Yunan Pers savaşında Perslerin tarafını tutan Karyalı kadınlardan geldği rivayet edilir. Sanki kocalarının, yavuklularının, oğullarının ya da babalarının kefaretiyle sırtlamışlardır tavanı bir ceza gibi. Karya bölgesi, Aydın ve Muğla illerinin büyük bir bölümü ile Denizli ilinin batı uç kısmını kapsıyor. Yani İonya ve Anatolialı (Minör Asia) kadınlar var ağırlığın altında.

Sadece coğrafya değil elbette; Karyaditlere bakınca Antik çağın bütün kadınlarını, ezilmişliklerini, gururlarını ve hüzünlerini hissetmemek imkânsız. Kadınlara uygulanan şiddet, köleleştirme sadece Yunan yarımadası ya da İonya’daki krallıklara özel değildir. Ama bu şiddetin dilini, kadının kendi sesini belki de ilk kez Homeros’un İlyada -Odessea’sından Sophokles ve Euripidies’ın tragedyalarına uzanan edebi gelenekte görürüz. Yunan uygarlığını Avrupa ve modernitenin kökeni saymanın birçok ikna edici nedeni vardır elbette. Bildiğimiz anlamda felsefenin, demokrasi fikrinin, tiyatronun, bilimsel düşüncenin, insanbiçimli çok tanrıcılık dolayısıyla insani bir estetiğin ve güzelliğin keşfinin, tıbbın, politikanın, polis-izonomi (özerklik) fikrinin doğduğu coğrafyalardan bahsediyorum. Bugün dilimizde yaşayan siren, narkoz, ekonomi, politika gibi yüzlerce kavramın Latince ve diğer diller üzerinden (İtalyanca ve Fransızca) dönüşerek günümüze gelmesi de bunu gösteriyor zaten.

Elbette bu büyük birikim Mısır’ın, Pers’in, Hindin, Mezopotamya’nın, Habeş’in ve Fenikelilerin de içinde olduğu onlarca uygarlığın harmanlanmasıyla oluşmuş bir zenginlik. Ama onlardan farklılaşarak 15’inci yüzyıldan sonra adına modernite dediğimiz bir sürecin en büyük ateşleyicisi olacak bir uygarlıktan bahsediyoruz.

Karyaditlerden esinle kadının iç sesi ya da içselliği dedik yazının başında. Gerçekten bu yön çok önemlidir: Daha sonra kendini Clarissa’dan Madam Bovary ve Anna Karanina’ya modern bir form olan romanda bulacak ki -19’uncu yüzyılda okurları da kadın olan- kadın içselliği -erkekler yazsa da- ilk önce Yunan tragedyalarında kendini gösterecektir. Yani Erekhtheion Tapınağı’ndaki Kardayitler bu zengin bağlam içerisinde anlamlıdır bir tarafıyla. M.Ö. 5’inci yüzyılın Perikles sonrası parlak Klasik çağı bu içselliği öncelikle tragedya formunda sahneye taşımış, köleliğin üzerine yükselen “özgür” bir kentin yurttaşlarına sunmuştur. Bu yön çok önemlidir gerçekten. Bilinen anlamda insanlık tarihinin en eski anlatısı Gılgamış ve Hind Upanişadlara uzanan gelenek düşünüldüğünde kadının içselliği çok yeni ve devrimcidir.

Hem Yunan söylencesini hem de Avrupa kültürünü (hatta Markos İncili’ni) kuran temel metinlerden Homeros’un İlyada ve Odesseus’u Akha, Danoa olarak da adlandırılan Yunan kabilelerinin 10 yıl süren Troya seferinin destanıdır. Tanrılar ve yarı tanrı çocuklarının hercümerç olduğu, binlerce kişinin hayatını kaybettiği çarpışmaları, “güzel dizlikli” savaşçıları, köleleştirilen kadınları şiirsel bir dille anlatır bu destanlar. Kalkanların, kılıçların, tunç temrenli mızrakların ve gümbürdeyen tanrıların kadınları küçümseyen erkeksiliğine rağmen, İlyada’ya incecik bir tül gibi sızar kadının içkin duygusu.

Sparta kralı Menelaus’un karısı güzel Helen, tanrıçaların da işe karıştığı bir arzu yolculuğuna çıkacaktır Paris’in izinde. Kocasını, çok sevdiği çocuklarını arkasında bırakır. Tanrıçaların bahsi ve sevgisi dışında hiçbir şey zorlamamıştır Helen’i. Sadece tutkularının peşinden gitmiştir İlyon’a; sonu yıkım olsa da Madam Bovary’nin atasıdır bir tarafıyla. Homeros’un İlyada’sı Helen’i geri almaya giden Akhaları ve 10 yıllık kuşatmanın hikâyesidir. Hekabe’den Andromake ve Kassandra’ya ve adsız kölelere, hizmetçilere yüzlerce kadının sesi yankılanır aslında bu “erkeksi” ve acımasız destanın dip akıntılarında. Homeros’un büyüklüğü budur bir tarafıyla; savaşı, kahramanlığı, kralları, Tanrıları kutsarken aynı zamanda onlara dönük mesafeyi, eleştiriyi, insanlara dönük merhameti de hemen oluşturması… Örneğin Akhilleus öfkesini krallar kralı Agamemnon’a açıklarken neredeyse Marx kadar açık bir sınıfsallık ve iktidar analizi koyar ortaya. Ya da “boşboğaz” bir asker olan Thersites, Troya seferinin zengin beylerin işi olduğunu haykırır meydana ve “ne işimiz var burada” deme cesaretini de gösterir Odeseus’tan dayak yeme pahasına. Dünyanın en ünlü “erkek” destanı yine başka bir mağdur kadın ile başlar. Elbette o Helen gibi savaşçı Sparta’dan bir kral eşi değildir. Homeros’un ışıltılı diliyle “güzel yanaklı” Breseis’tir bu kadın ve Akhalar tarafından ganimet olarak ele geçirilmiştir. Apollon tapınağı rahibi Khryses’in kızıdır. İller yıkan tunç gövdeli Akhilleus’un payıdır. Destanın tümüne diline verecek meşhur “öfke”nin Agamemnon ile kavgalarının nedenidir. Troya sahiline yanaşmış gemilerin yanına gelerek kızını kurtarmaya çalışan rahip rencide edilmiş ve Apollon’u öfkelendirmişlerdir.

“Söyleyin Musalar”la başlayan İlyada’nın ünlü açılışı köleleştirilmiş Breseis’in trajedisiyle karşılar okuru:

Khryses kurtarmak için Akhaların elinden kızını, bir yığın kurtulmalıkla gelmişti tez giden gemilerine dek. Elinde okçu tanrı Apollon’un şeritleri sarılı altın değneği, bir bir yalvarıyor tekmil Akhalara.

Babanın iç yakan yalvarmasına, kadınları rencide eden belki de tarihin en acımasız cevabı gelecektir:

Bir daha sakın görmeyeyim ihtiyar, şu koca karınlı gemilerin yanında seni, haydi kır boynunu, düşmesin buralara yolun.

Kovulan yaşlı rahip içimizi titretirken, hemen arkasından ekler krallar kralı Agemennon bütün nefretiyle:

Şurdan şuraya bırakmam kızını, orda, Argos’ta, yurdundan uzak, tezgahına gide gele, yatağıma gire çıka, benim yuvamda kocayacak. Kızdırma kafamı, kendi canını düşün, dön evine.

Bu kadar acımasız olan başbuğ Agamennon oysa başka bir kız çocuğunun acısıyla kavrulmaktadır. Çok sevdiği kızı İphigenia’yı Troya seferi için gereken rüzgarlar uğruna tanrıçalara kurban etmiştir. İlyada’da anlatılmasa da binlerce kişiyi yıkıma uğratan Troya seferinin ilk kurbanıdır İphegenia.

Yüzlerce gemi Aulis’ten denize açılacaktır ama Tanrılar rüzgarı üflememektedir apak keten yelkenlere. Tanrıça Artemis kızgındır Agemennon’a bir avdan dolayı. Rüzgâr gerekir gemilerin ak yelkenlerine ve krallar kralı bu kefareti ödemek zorundadır. Kurnaz Odysseus kandırır İphigenia’yı “Akhileus’la evleneceksin” diye. Süslenip düğün töreni diye geldiği tapınakta Troya seferinin rüzgârı için kurban edilir gencecik bir kız. Bir kadın için başlamış bir sefer, genç bir kızın kanı üzerine üflenen rüzgara dönüşür apak yelkenlerde. Binlerce can almıştır 10 yıllık Troya kuşatması binlerce kadının ahını… Andromake, Hekabe, Kasandra ve adını bile bilmediğimiz kadınlar, süt anneler, hizmetçiler ve köleler… Ya da evi İthake’ye dönmeye çalışan Odyssesus’u bekleyen, taliplerinden kurtulmak için gündüz ördüğünü gece söken Penolepe gibi beklemenin acısını ve erkek şiddetini yaşarlar. İlyada Breseie’ye aşağılayıcı laf savuran Agemennon’un trajedisi ise yine kadınlar üzerinden olur. Troya dönüşü karısı Klytaimnestre aşığıyla bir olup öldürür başbuğu. Kızını kardeşi Menelaus’un kaçan eşi (Helen) uğruna kurban ettiği için nefret doludur.

Andromakhe

M.Ö.500’ler Yunan Altın Çağı tragedyanın ve tiyatronun çağıdır. Tanrılar çağının Homerik destanlarından farklıdır trajedilerin dünyası. Seyredilmek için yazılan bu oyunlar modern bir form olan romana -ve sinemaya- giden en önemli dillerden biridir. Artık kabilelerin pervasız kahramanlık çağı değil, kölelik üzerine yükselse de kentin, Polis’in çağına gelmiş bulunuruz.Yunanca Dionysos’tan Pan ve Satirlere geniş bir bağlamda referansları olan tragedya, Yunanca tragoidia’dan gelir. Tragos ve oidie sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamını da çağrıştırır. Homerik dünyanın kadın öyküleri bu formda kendini bulur aslında. Yuvası tragedyalar olur.

Aisiklos’tan Sophokles ve Euripides’e yazarlar bu acılı dünyayı, evlat ve kardeş katlini, cinayetleri, kadınlara acı çektiren erkeklerin, kralların ve Tanrıların hilelerini gösterirler kent yurttaşlarına.

Acılı ve yıkımlı Troya seferinin ilk kurbanı, Euripdes’in İphigenia Tauris’te trajedisinde konuşacaktır bütün açıklığıyla. Euripides İphigenia’yı babasının kurban edeceği zaman Artemis tarafından kurtarılıp Kırım’daki “barbar” Tauris’e rahibe yapar. Topraklarına düşen Helenleri kurban etmek bir rahibe olarak onun görevidir. Kendisini gelin olacakken kurban eden babasına ve tüm Helenlere kızgındır:

Ama Zeus’un rüzgârları, dertlerimin kaynağı Helen ile kocası Menelaus’u taşıyan gemi sürüklemedi hiç çarpışan kayalardan buralara. İntikamımı alır, Helenlerin beni bir dana gibi sunağa sürüklediği, öz babamın kurban edip canımı almaya hazırlandığı Aulis benzeri yeni bir Aulis yaratırdım burada onlar için. O zamanlar çektiğim acıları hiç unutamıyorum.

Kızgındır haklı olarak İphigenia. Yazar, genç kızın ağzından aşiretlerin, erkekliğin, şiddetin, adaletsiz tanrıların ve düzenin acımasız bir eleştirisini verir. Homeros’un iki büyük destanında anlatılamayan ya da öylesine geçilen her şeyi 5’inci yüzyıl tragedya yazarları yeniden yaratır adeta. Yine başka bir dev yazar Sophokles, Antigone’de acımasız bir sınav verdirir geleneklerle körelmiş Atina aristokrasine. Daha sonra Freud üzerinden yeni bir mit yaratan Oedipus, tanrıların lanetiyle bilmeden babasını öldürmüş, annesiyle evlenmiş ve bunu öğrenince gözlerini oymuştur elleriyle. Oedipus’un acılı yolculuğunda yanında hep iki kızı İsmene ve Antigone vardır. Erkek kardeşler taht için rekabet edip birbirlerini katlederken ona hep kızları kol kanat gerer.

Sophokles’in Antigone tragedyası belki de tarihin ilk kadın direniş anlatılarından birisidir. Oedipus’un oğulları Polyneikes ve Etoekles taht kavgasında birbirlerine kıyarlar. Dayıları olan Kreon yurdunu savunmak için ölen Eteokles’in cenazesini törenle kaldırırken, siteye ihanet ettiğini düşündüğü Polyneikes’i surların dışına köpeklere ve kuşlara yem için bırakır. Antik Yunan’da ölüleri usulünce gömmek, toprağa bir tutam saç ile şarap serpmek kutsaldır. Usulünce gömülememek ölünün ruhunu sonsuza kadar rahatsız eder. İşte kız kardeş Antigone’nin trajedisi kardeşini usulünce gömmek mücadelesidir. Bunun için iktidarı ve savaşçı erkeklik ethosunu karşısına alır hiç korkmadan. Kral Kreon’a karşı sadece gücü ve gelenekleri sorgulamaz o; aynı zamanda tanrıları sorgulayacak cürete de sahiptir. Antigone adının kökeni de anlamlıdır. Anti; karşı, yakın ve gonos; evlat ya da aile kelimelerinden türetilmiştir.

Kreon’a şöyle seslenir bütün özgüveniyle genç kadın:

Bir ölümlünün emirleri, tanrıların hatasız, yazıya geçirilmemiş, değişmez yasalarından önemli olamaz. O yasalar dün ya da bugün yürürlüğe girmedi, ezelden beri vardılar ve kimse bilmiyor nereden geldiklerini. Hep var olduklarına göre de bir ölümlünün emrinden korktum diye suç işlemem tanrıların nezdinde.

Kardeşini gömmek dolayımsız bir etik tavırdır, sorgulanamaz bir eşiktir. Ama iktidar konuşur hemen bütün acımasızlığıyla. Kreon cevap verir:

Öbür dünyaya git öyleyse ve orada sev kimi seveceksen. Ben yaşadıkça kadınlar baş olamayacak ülkemde.

Politik bir “karşı” çıkıştır aynı zamanda Antigone’nin eylemi. Ve toprağa gömer kardeşini kutsal sunularla. Cezası nettir. Kral tarafından bir mağaraya kapatılıp Hades ile evlendirilir, ölmeye bırakılır. Sonuç kralın ailesi de dahil yıkımdır. Herkes payını alır trajediden.

Atina tragedyası, erkekler yazsa da kadının özerkliğini, bakış açısını, içselliğini dokur büyük bir zenginlikle. Homeros’un bıraktığı yerden Sokrates’in dostu Euripides alır sözü Andromakhe oyunuyla. Troya’nın koruyucusu Hektor’un eşi Andromakhe yıkılmış bir şehir, öldürülmüş bir eş ve surlardan atılarak katledilmiş bir çocuk bırakarak Achillus’un oğlu Neoptolemos’a verilir. Troya kraliçesi artık bir cariyedir ve ondan da bir çocuk doğurur. Euripides İlyada’nın bütün acı çığlıklarını bu oyunla tamamlar neredeyse. Andromakhe’nin adının kökeni de anlamdır: Anir (erkek) makhe (savaşmak) kelimelerinden türetilir, sözlük anlamı “erkeklere karşı savaşan”dır. Yunan klasik döneminde maalesef çoğu günümüze ulaşmayan çok sayıda tragedya ya da satirik komedya yazılacaktır. Medea, Elektra, Hekube, Kirke, adsız Troyalı Kadınlar, Phedra ve Bakhalar direnir erkeklerin ve adaletsiz tanrıların dünyasına.

Evet; felsefe, özerklik (izonomi), politika, olimpiyat bir Yunan mucizesi yaratmıştır, doğru. Bugün gündelik dilimizde yaşayan birçok kavram da dahil batı modernitesini tetiklemiştir. Bunu kimse reddetmez. Ama şurası çoğu zaman gözden kaçırılır: Başta tragedya ve tiyatro olarak kadının direnmesini, içselliğini, acısını da bir dile çevirmiştir o coğrafya. Sadece ideal güzelliği ve ihtişamı temsil eden tapınaklar, heykeller yoktur artık, sahne vardır bütün gücüyle. Yunan tragedyaları Helenistik ve Roma döneminde Latince (Ovidius, Seneca) ile başka bir evreye sıçrayacaktır. Yüzlerce yıl sonra Shakespeare’in Ophelia, Juliet, Macbeth’inde yankılanan ses işte bu zenginlikten beslenir. Arkasından Clarissa, Madam Bovary, Sonia ve Anna Karanina dahil yüzlerce kadının iç çekişini, direnmesini ve tutkularını okuruz romanın engin coğrafyasında.

İşte bu dingin ve hüzünlü Karyatidlere bakarken bu zenginliği ve binlerce yıl önceden bize gelen yankıları da düşünmek gerek.

(Bu yazıyı yazarken alıntıladığım tüm eserler, Azra Erhat ve Ari Çokana tercümesiyle Türkiye İş Bankası Yayınlarından.)

TEILEN
Önceki İçerikMesut Kara’nın “Bütün Eserleri” yeni baskılarıyla Klaros Yayınları’nda.
Sonraki İçerikEleştirel Çizgi
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.