Ana Sayfa Art-izan Antroposen Çağı: “Biraz İnsan Verin Bana”

Antroposen Çağı: “Biraz İnsan Verin Bana”

Antroposen Çağı: “Biraz İnsan Verin Bana”

2000 yılında yayınlanan bir bilimsel makaleyle “Antroposen (insan) Çağı” terimi dilimize girmiş, tartışılmaya başlanmıştır. 2016 yılında Holosen çağın bittiği, yeniçağın “İnsan Çağı”nın başlamış olduğu resmen açıklandı. Kimileri bu çağı insan cehennemi olarak yorumluyor. Kimileri de insan cenneti…

İnsanın dünya üzerindeki yok edilemez etkisi olarak şimdiden büyük tartışmalara konu olan bu “Antroposen (insan) Çağı”na, acaba insanın sureti, portresi, yüzü nasıl yansıyacak? Sonsuz bir dolanımla figür, tasvir edildiği şekliyle göze değil de boşlukta açılan oyuğa, ne kadar görünürleşirse o kadar görünmezleşmeye yönelen bir bakış mıdır?

Oktay Çakır’ın portrelerinde, figürü kavrayan, örten, kaplayan deriyi neredeyse hiç hissetmezsiniz. Figürü kaplayan devinimli, kıvrımlı çizgiler, onun sessizliğinin izleri, kendine içkin çığlığıdır. Bu sessiz çığlık sözcüklerin patırtısından, her tanımlanan hikâyeden bir kopuştur. Zaten figürün saklanabileceği bir derisi, kabuğu yoktur. Ürperticidir. Figürler direk ona bakan bakışa yönelir. Duvarda asıldığı yerde sabit durmayan, sürekli canlılığın karmaşasını, varoluşun kaosunu yaşayan figürlerdir bunlar.

Sanatçının “Kanın Ete İçkinliği Ve Resim” isimli yazısındaki kendi yorumuyla eserlerine bakmak yerinde olur.

“Kan gecenin içinde eriyerek ete acı vermekte bir tür sağaltım ve ritüel az ileride üstünde incecik bir ışık giyinmiş anımsanamaz bir düş belirlenmekte. İncinmiş kelebek örgüsü kenarında hayli zamandır sırıtan kelimelerin dışarıda kalmış duyumsanamaz çığlıklarından oluşan sevda yalanları…(Tutunmalar)

Şüphesiz resim kendi gerçekliğinin üzerine kapanır. Kaybedilemez ve sürekli tekrarlanması gereken bir “beyit” gibi her söylenişinde farklı bir bedende dirilebilmek için “kan” “ koku”yu halelendirerek yüzeyde vücut alır…

İçime dökülen bu karmaşık planların anatomisini sizlerle sürekli paylaştım. Parçalanmanın bu kadar esrik ve çılgınca planlanan bir hayatın sahnesinde merkezin kenarında basit pırıltıların onu dışarıda bırakacağını bilemeden. Artık inanılmaz bir sohbetin ortasında art çevrilmiş yüzü olmayan bedenlerin ayak içleriyle beni intihara itmelerine gülümseyerek. Asıl sahnenin kurucusunun “Ben” olduğunu bilmeden… Lambanın titrek alevinde kenardan sarkan o birbirinin üstüne tırmanarak ta içimize gömülen ses benim sesim… Nasıl da gülüyorum nefretle bakan o gözlere ve içerde parça parça bir düş kenti içinde defalarca trajedimi üreterek ters yönde bir oluşu evetlemek adına. Kanın ete, boyanın tuvale emdirilişini. Doğan bir çocuğun memede sağalttığı o süte inanılmaz büyüsel tütsü o koku ve yeniden yeni’den ağlayarak aynı şeyin içime karışmasına izin vermek için parçalıyorum kendimi…

Renklerin bu kadar geriye itilmesi salt duygunun öne çıkarımıyla ilgili aslında rengin verdiği o basit kurutulmuş o incecik altın kabuğun (berrak) kazıyı gerçek kanın ve etin ortaya çıkarılışını sağlamakla ilgili bu ritüel.

Bir çığlığı dikine ikiye kesmek yalnızca…”

Oktay Çakır’ın resimlerindeki figürler, karanlığın derinliklerine kadar inmiş, öznenin şimdiki yerini düşlemleyerek yeniden aydınlatmak için aramıza, yeryüzüne dönmüşlerdir. Burada varoluşsal bir telkinle geçmişten gelen ve yeninin birleşimiyle denge kavramı bütünle özdeşleşir. Çerçeve belirlenebilir bir sınır olmaksızın, algılanan figürün, yani orada olanın (dasein) karşımıza çıkışıdır.

Figürün daha başka yapabileceği tek seçim, bedenin kesintisizliğine uygunluğunu sergilemektir. Böylece oylumlama insan yaşamının yeni biçimlerden üretilmiş yeni biçimiyle sonuçlanır. Figürün yüzü her türlü yüklemeden ve nitelemeden ayrıldığında tarafsızlaşır. “Şimdi ve burada” olur. İnsan onu var eden atmosferin ve dünyanın içine çekilip yokolmaktan ancak eserin ‘şimdi ve burada’ lığı tesiriyle kurtulur.

Antroposen (insan) Çağ, nasıl ki insanın atmosferde ve dünya üzerindeki yok edilemez etkisini temsil ediyorsa, Oktay Çakır’ın figürlerinde de insan oluşumu yine insan etkileşiminin (insanın insan içinliğinin) tam kalbinde yer alır. İnsanın geçirdiği evreler (varoluş-yokoluş-kazanış-yitiriş vb) gerçeklikten koparılmış bir parça olarak değil, hakikatle temas eder. Hakikat; yabancılaşmış bir derinlikten fışkırarak isimsizleşmeye çivilediği bakışı kışkırtır ve mutlak egemenliğini sorgulatır.

Sanatçı daha ileri gider. Ve şöyle der: “Resim bir başka hale dokunma biçimidir. Bir üst perdeyi aralama hali. Gerçekliklerle değil hakikatle ilgili bir tartışma/çekişme duruşuyla ilgilenir. Çoğunlukla imge bunu karşılayamadığından sürekli çoğalır.”

Oktay Çakır’ın resimlerindeki figür çizgilerin devinimsel hareketiyle süresiz bir çoğalmanın yarattığı evrende saklıdır. Bedeni uyandıran çoğalmanın değil, saflığın yankısıdır. Beden, geçmişte vücut bulan çocukluğun saf an’larını, şimdi’de sadece hayaletimsi izler olarak yakalayabilir. Oradadır çünkü sezilebilir. Yoktur çünkü cisimsizleşmiştir. Bedenden asla koparamayacağımız bir şey varsa o da bu saflığa duyulan özlem, bağlılıktır. İnsan yitirdiği bu saflığa, fiziksel koşul olarak mecbur olduğu mekândan koptuğu anda ancak yeniden kavuşabilir. Bu demektir ki insanın mekânı, saflığın merkezidir.

Figürler unutmamayı canlandırıyorlar. Birlikte hatırlayabilme kabiliyetiyle hakikati ustaca saklı tutuyorlar. Buradaki nefes, soluk, canlılık; kararlılıkla yoğunlaşması imkânsız olanı bedenleştiriyor. Böylelikle figür, bir daha düşünülmeye değer kılıyor kendini.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl