Sinemada aristokrasinin portresi söz konusuysa  bana göre Luchino Visconti istisnasız en büyük yönetmendir. Kendisinin de köklü bir aristokrat sınıftan gelmesi filmlerine  sınıfsal ve anlatım zenginliğini verir. Hatta yönetmene “Marksist Aristokrat” lakabını da kazandırır.  Luchino Visconti Milano’da, 2 Kasım 1906’da, aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası Kont Guiseppe Visconti tutucu biriydi.. Evdeki çatışmalar yüzünden  Luchino, 18 yaşında Cenova’daki bir süvari okuluna gönderildi. Okuldayken Visconti’nin atlara olan tutkusu başladı ve askerliğini yaptıktan sonra babasının çiftliklerinden birine giderek birkaç yıl at yetiştiriciliği yaptı.  30 yaşlarındayken Paris’e gelerek, “Une Parie de Compagne” için yönetmen yardımcısı olarak Jean Renoir’ın yanında çalıştı.  1937’de Hollywood’a gitti ama hayal kırıklığına uğramış olarak geri Milano’ya döndü.

Aristokrat geçmişine rağmen sosyalizme ve Marksizme yakınlık duyan yönetmen kariyerine yoksul Sicilyalı balıkçı ailesinin toptancılara karşı sınıfsal mücadelesini anlatan, yeni gerçekçiliğin klasiklerinden olan Yer Sarsılıyor-La Terra Trema (1948) gibi filmlerle başladı. Yeni Gerçekçilerinden farklı olarak içinden geldiği aristokrasiyi anlatan 1954 tarihli Senso filmiyle İtalya’nın 19. yüzyılda Habsburgcu Avusturya’ya karşı verdiği bağımsızlık sürecine ve çökmekte olan aristokrasiye odaklandı.

Senso, tutkularının peşinden yıkıma giden Madam Bovary’yi hatırlatacak bir hikayeyle, düşman subaya aşık olana bir kontesin trajedisini anlatır. Bağımsızlık mücadelesinde kuzenlerini destekleyen, hatta direniş parasını konağında saklayacak kadar mücadeleye destek olan kontes bir baloda tartıştığı Avusturyalı teğmene aşık olarak yıkıma sürüklenecektir. Visconti’nin dekor ve dönem canlandırmasındaki başarısı etkileyicidir. Bu yönetmenin edebiyata özel ilgisiyle de pekişir.Visconti’nin edebi lezzetteki sinema dili  daha sonra Dostoyevski’den “Beyaz Geceler”, Camus’dan “Yabancı “ve Thomas Mann’dan “Venedikte Ölüm” filmleriyle devam eder.

1860’lı yıllarda Garibaldi önderliğinde İtalyan’ın birleşme mücadelesini ve aristokrasisinin dönüşümünü anlatan, Burt Lancester, Terence Hill ve Alain Delon gibi yıldız aktörleri buluşturan 1963 tarihli “Leopar” ise Visconti’nin başyapıtı sayılır. İtalya’nın Risorgimento-Diriliş sürecini, 1810 sonrası Fransa, Avusturya ve İspanyol Burbon hanedanları arasında yalpalayan,  krallıklara ve prensliklere bölünmüş bir yapıdan ulusal bir bütünlük çıkarma mücadelesini bir aristokrat aile üstünden gösteren film, çöken ama bunu kabule yanaşmayan bir sınıfın çok gerçekçi bir portresini veriyor.

1816’da Napoli Krallığı ile İspanyol Burbon Hanedanı idaresinde bulunan Sicilya Krallığı’nın birleştirilmesinden oluşan Sicilyateyn Krallığı’nda bereketli topraklara sahip Prens Salina ve ailesini merkeze alan Leopar’ın tarihsel arka planında, Garibaldici güçlerin anayasacı bir bağımsızlık mücadelesi yeralıyor. Film konağın kadrolu papazının yönettiği bir ayinle başlar ve bahçede bir asker cesedinin bulunmasıyla yaklaşan devrimin sesleri duyulur. Hem papaz hem prens ve ailesi tedirgindir. Köylülüğün ve yükselen burjuvazinin sahiplendiği, ayrıcalıklarını zedeleyecek bu anayasal monarşi ve cumhuriyet  mücadelesine küçümsemeyle bakar prens. Oysa yeğeni Tancredi (Alain Delon) Garibaldici devrimden yanadır ve asker olarak barikatlara katılır. Büyük bir heyecanla cepheye gitmeden amcasına söylediği sözler  filmin bütün derdini anlatıverir: “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerektir.” Ya da prensin filmin ileri bir sahnesindeki cevabı gibi: “Her şeyin eskisi gibi kalması için bazı şeylerin değişmesi gerekir.”  Atalarının yüzyıllara yayılan kan ve kılıçla alınmış ve İsa ile kutsanmış “doğal” hakkıyla dünyaya bakan Prens Salina,  “değişmeyen” için çabalamakta ve nelerin “değişeceğini” hesap etmektedir endişe ve kibirle.

Leopar ve Sırtlanlar

Filmin bir sahnesinde devrim sonrası hükümetin bir yetkilisi aracılığıyla Milano’dan gelen senatör teklifine “bu bir ünvan mıdır” sorusunu yöneltir. Görev ve ünvan arasındaki farkı bilmektedir. Teklifi reddetib temsilciye nazikçe “iki dünya arasında kalmış mutsuz bir kuşağın mensubuyum ben” cevabını verir. Bu eşik Marx’ın 19. yüzyılın devrimci sarsıntıları için  söylediği “eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı “ evredir aslında. Prens kendi yerine zenginleşmiş hatta toprak sahibi olmuş, belgeyle soyluluk peşinde olan zengin bir tüccarı önerir. Don Cologero yükselen yeni sınıfı burjuvaziyi temsil etmektedir. Soylu ama parasız yeğeninin tüccarın güzel kızıyla evlenmesini umut edecek kadar ittifaklara açıktır Prens Salina.

Prens şaşaalı sarayında çıkıp hükümetin temsilcisini yolcu ederken Sicilya’nın yoksul sokaklarından geçerler; hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyler. Hemen arkasından yenilgiyi kabul etmiş kibirle ekler: “Bizler leoparlarız aslanlarız, yerimizi çakallar ve sırtlanlar alacak”.  Kamera tepede  çalışan yoksul köylülerden Sicilya aristokrasisinin ve yeni rejimin subaylarının davetli olduğu  büyük bir baloya geçis yapar aynı anda. Yeğen  Tancredi evlenmeyi düşündüğü zengin tüccarın güzel kızını sosyeteye tanıtacaktır. Kızın tüccar babası büyük bir hayranlık ve çekinceyle balo salonunu incelerken göğsüne Garibaldici  yeni takılmış nişanı ile dikkati çekiverir. Tancredi görgüsüzlük olarak niteleyip nişanı göğsünden alarak burası için bunun çok yeni olduğunu söyler. Burjuvazi sembolik düzlemde henüz kabul edilmemiştir çünkü.  Bu sahne filmin en acımasız ayrıntılarından biridir.  Don Cologero yapayalnız balodaki prenslerin, baroneslerin, kont, kontes ve subayların arasında dolaşırken, Prens Salina sarayın bir odasında asılı olan babalarının ölüm döşeğinde çocukları resmeden tabloya bakar. Garibaldi’ye karşı savaşmış kralcı bir albayın anında Garibaldici olduğunu anlatan sözleri prensi tiksintiyle düşündürür. Evet aslında hiçbir şey değişmemektedir. Sadece yeni aktörler çıkmaktadır sahneye. Oysa  albay saf değiştirmesiyle övünürken, direnişin saflarına geçen erler “düzen ve nizam” için balonun sabahı kurşuna dizileceklerdir.

Balo bitmiş, Prens Salina hüzünle karanlıkta yoksul sokaklarda kaybolurken, kışladan kutlama için top sesleri gelmektedir. Arabada uyuklayan tüccar uyanarak filmin son cümlesini söyler. “Ordu işi biliyor.”  Gerçekten de bir şey değişmemiştir. Visconti kibirli bir “Leopar”ın yeni bir dönem ve aktörler karşısındaki yenilgisini, müthiş bir dönem ve karakter zenginliğiyle önümüze getirir.

Estet Bir Kral: Ludwig

Visconti elbette sadece doğduğu topraklardaki aristokrasi ve sınıfsallıklarla ilgilenmedi. Almanya üçlemesi olarak bilinen (Ludwig, Lanetliler, Venedik’te Ölüm) filmleriyle de 1871’de onlarca prenslik ve krallığa bölünmüş durumdan “gecikmiş modernliğini” ve ulusal birliğini sağlamaya çalışan, yenildiği 1. Dünya Savaşı’ndan Nazizme uzanan geçmişiyle sancılı bir coğrafyaya da baktı.  1973 tarihli 4 saati aşkın devasa bir süreye sahip Ludwig bunlar içinde gerçekten ayrıcalıklıdır. Visconti, Ludwig ile aristokrasinin en tepesine yani bir krala bakmaktadır şimdi. Film Almanya tarihinin en ilginç tiplerinden, adı “deli krala” çıkmış Bavyera Kralı 2. Ludwig’e odaklanır. 1845 yılında dünyaya gelen 2. Ludwig’in dedesi 1. Ludwig, Avrupa’nın önde gelen sanat koleksiyoncularından biri olanak biliniyordu. Aristokratik kuralların eşlik ettiği soğuk bir aile ortamına karşı sanat ve yapıtlarla dolu sarayı onun için bir sığınaktır. Başta müzik ve opera olmak üzere bütün dünyasını sanat yapıtlarıyla zenginleştirmeye çalışır. Besteci Wagner’le 16 yaşındayken tanışan Kral Ludwig, Alman sanatçıya büyük bir hayranlık duyar. Prusya ile savaşın getirdiği maliyetlere ve yenilgiye rağmen Wagner’in talebi üzerine Bavyera’da ünlü Bayreuth opera binasının inşasını üstlenir. Bugün Almanya’nın en çok turist çeken mekanlarından ve Walt Disney’e esin veren masalsı Neuschwanstei Şatosu’ndan sonra Linderhof adlı şatonun inşasını da başlatır. 1867’de kuzeni Bavyeralı Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanır,  düğün hazırlıkları bitmek üzereyken nişan bozulur ve Kral bir daha hiçbir zaman evlenmeyi düşünmez.

Ludwig II

Visconti’nin bakış açısından bütün sakinliği ve tekinsizliğiyle Ludwig, Goethe, Schiller ve Novalis gibi  Alman romantiklerinin kutsadığı, doğa ve yücelik içinde yaşayan, hayatını sanat yapıtı olarak oluşturan tipin somutlaşmış örneğidir neredeyse. Bir tarafıyla da Lord Byron’dan Oscar Wilde uzanan  özgür dandy (züppe) tipinin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Hemen herşeyden elini eteğini çeken ve Neuschwanstein Şatosu’na kapanan Ludwig orada kendine pitoresk mağaralar, kuğuların süzüldüğü göller ve şelalelerle düşsel bir Arkadya kuracaktır. Visconti bu ilginç şahsiyetin resmi anlatılarda çok vurgulanmayan biseksüel kimliğine de odaklanır. Kral Ludwig şatosunda sadece yakışıklı uşaklardan bir ütopya yaratmıştır kendisine.  Gerek sarayların masrafları gerekse münzevi kişiliği hükümet ve bakanların tepkisini çekmekte gecikmez. Kralın inmesi gerektiğine inanan bakanlar, 4 ayrı doktordan 2. Ludwig’in akli melekelerini kaybettiğine yönelik rapor alır. Ludwig fazla direnmeyerek görevi bırakır ve çocukluğunun geçtiği Berg şatosunda gözetim altında tutulur. Geceye ve yalnızlığa tutkun kral doktor eşliğinde yakınlardaki göle gezmeye gittiğinde doktoru ile birlikte boğulur. 1.90 boyundaki kral büyük bir ihtimalle kendisini engellemeye çalışan doktorunu da ölüme götürmüştür.

Neuschwanstein Şatosu

Visconti aristokrasinin cumhuriyetçilik, ulusal bağımsızlık ve yükselen sınai kapitalizm debdebesindeki 19. yüzyıldaki portresine odaklanmadı sadece. Alman üçlemesi içindeki 1969 yapımı Lanetliler ile başka bir Almanya’ya daha baktı. Bu kez vizöründe aristokrat kökenli bir sanayici ailesi,1930 sonrası yükselen Nazizim ve Hitler vardı. Aristokratların aylak balolarının, sarayların, barok mobilyalarının yanına 20. yüzyılın çelik fabrikaları, makinalı tüfekler ve  faşizmle ilişkisi de eklenmişti. Lanetliler Nazilerin komünistlerin üzerine yıktıkları ve iktidara gelmelerindeki kritik eşik olan 1933’te Reichstag yangını sonrası, çıkarlarının Nazileri desteklemekte olduğunu gören çelik sanayicisi Essenbeck ailesini konu ediniyor. Nazilere sıcak bakmayan aile reisi Baron Joachim von Essenbeck’in katledilmesiyle çetrefilleşen ilişkiler torun Martin’in Nazilerin acımasız bir destekçisi olmasıyla sonuçlanır. Lanetliler, kan ve çelikle inşa edilmiş Nazi ideolojisinin aristokrat kökenli sanayi burjuvazisiyle ile nasıl iç içe geçtiğinin çarpıcı bir hikayesidir.

Visconti son filmi 1976 tarihli L’innocente -Masumlar’da 19. yüzyıl aristokrasine döner tekrar. Sade, Freud ve Dostoyevski hayaletinin kol gezdiği filmin merkezinde ilginç bir kişilik olan Romalı soylu Tulio Hermil vardır. Eşi ve metresi arasında salınan, narsizm ve kıskançlık arasında gidip gelen Hermil bir bebek katili olarak hayatına son verir. Masumlar etkileyici 19. yüzyıl dekorları ve güçlü karakterleri ile aristokratik nezaketin nasıl vahşileşebileceğini de anlatır bize.

Eğer bugün sinemada aristokrasinin detaylı bir otopsisi varsa,  1976’da kaybettiğimiz “Marksist Aristokrat” Luchino Visconti’nin katkısı ve öncülüğü ortadadır. Bu büyük yönetmeni saygıyla anıyoruz.

 

TEILEN
Önceki İçerikkesik (şiir)
Sonraki İçerikRoland Barthes: “Bugün hâlâ Marx ve Freud’un diliyle konuşuyoruz”
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.