Sizi bilmem ama ben sonbaharı sevmem. Veda mevsimidir ve ben vedaları sevmiyorum.

Tüm sadeliği ve güzelliğiyle İzmir şehri geride kalmıştır; plajlar, Kordon, insanın tenini okşayan meltem, kumru, midye ve en önemlisi de ailen…

Muğla şehri geride kalmıştır; Bodrum, Gökova, Marmaris ve niceleri… Komşu geride kalmıştır; souvlaki, Kos ve diğerleri… Yepyeni anılar birikmiştir hiç unutulmayacak mâhiyette. Ömrümüzden bir yaz daha eksilmiştir. Kaç yazlık daha ömrümüz kaldı, hiç kimse bilmiyor.

Hal böyle olunca sonbaharla olan bu husumetim yıllardır sürüp gitmektedir.

Bugünlerde yine aynı hüznü yaşıyorum. Sık sık, kahvem elimde sisli gözlerle pencereden sokağa bakarken yakalıyorum kendimi. Yine öyle bir günde sokaktaki yapraklara dalıp gitmişim. Daha birkaç ay önce gençliğinin zirvesinde, dalında yemyeşil duran yapraklar yavaş yavaş sararıp yer çekimine teslim bayrağını çekmişler. Üzerlerinden insanlar geçiyor ve un ufak oluyorlar. Tıpkı bizler gibi, tıpkı hayat gibi.

Tam o esnada temizlik işçilerinden biri yerdeki yaprakları süpürmeye başladı. Pencereyi açıp bunu yapmaması için sesimi duyurmaya çalıştım ama nâfile, beni duymadı. Buradan belediye başkanlarına sesleniyorum, yapraklar çöp değildir, bir şehre kimlik katar, hüzün katar, hatta görsellik katar. Ne istersiniz o yaşlanmış, hayatın sillesini yemiş yapraklardan? Onlar bize bir gün yaşlanacağımızı, hep böyle genç kalmayacağımızı hatırlatır. Bizi derin bir içsel yolculuğa taşır. Dolayısıyla bu yaprakları temizlemek tamamen gereksiz bir uğraştır, yapmayın.

Pencereyi kapatıp içeriye, bilgisayarın başına geçtim. Çok sevdiğim bir arkadaşımın tweetini gördüm. Aristoteles için “kendi çağının bile gerisinde bir filozoftu” diye yazmış. Yanıt verdim, o da bana yanıt verdi. Konuşmanın sonuna doğru şunu dedi: “Cahilin tekiydi.” O an kendisine de söyledim ve okumakta olduğunuz yazıyı yazmaya karar verdim.

Konuyu araştırdıkça sol kesimden hatırı sayılır miktarda kişinin Aristoteles’e karşı -yer yer aşırı şekilde- bir konumda bulunduğunu gördüm. Bunun tahminimce çeşitli sebepleri var. Yazıya girmeden önce şunu belirtmeliyim, Aristoteles – Hegel ya da mantık – diyalektik mantık arasındaki sonucu tarih tarafından belirlenmiş olan mücadeleye dair bir eleştiri getirmiyorum, meramım başka.

Aristoteles’e bu denli karşıtlık beslenmesi öyle zannediyorum ki onun tarihsel öneminin tam olarak anlaşılmamış olmasından geliyor.

Aristoteles elbette felsefenin ve insanlığın bugün geldiği yerden baktığımızda ilkel gözükebilir, yanlışlanabilir. Ancak dikkat etmemiz gereken şey onun tarihsel süreçte oynadığı rol, yaptığı “ilk” lerdir. Felsefe tarihçisi E.Gilson, “Ortaçağ Felsefe Tarihi” isimli eserinde Platon’un öğretisini “kendisi bir din olmamakla birlikte dine en yakın olan felsefi görüş” olarak nitelendiriyor. Bu görüşe Prof.Dr. Ahmet Arslan “İlk Çağ Felsefe Tarihi” isimli çalışmasının 3. cildinde bir ekleme yapıyor: “Aristoteles’in öğretisi de bir bilim olmamakla birlikte bilime en yakın felsefedir.”(1)

Aynı eserin önsözünde Prof.Dr. Ahmet Arslan şunları da söylüyor:

Kant’ın mantık, Darwin’in de biyoloji alanlarında çalışma ve katkılarından büyük bir övgüyle söz ettikleri, Yunan dünyasında ilk büyük bilimsel kütüphaneyi kurmuş, ilk harita koleksiyonunu düzenlemiş, ilk doğa tarihi müzesini meydana getirmiş olan Aristoteles, öte yandan ilk bilim sınıflandırmasını yapmış, her biri varlığın ayrı bir türü veya çeşidini ele alan ve bu varlık türüne ilişkin özel problemleri inceleyen ‘bağımsız bilimler’ kavramını ortaya atmış, bu bilimlerin kavram ve terminolojilerini oluşturmuş, nihayet bu bilimlere tahsis ettiği özel eserlerinin başında kendi zamanına kadar söz konusu alanda yapılan çalışmalar, ortaya atılan görüşler hakkında verdiği bilgi ve yaptığı değerlendirmelerle de ilk bilim tarihçisi olma ünvanını kazanmıştır.

Fakat Aristoteles sadece büyük bir bilim adamı, büyük bir bilim kuramcısı, büyük bir bilim tarihçisi değildir. O aynı zamanda büyük bir filozof, Platon’la birlikte Yunan dünyasının yetiştirmiş ve bütün felsefe tarihinin görmüş olduğu en büyük filozoftur.

İlkçağ öncesi Yunan dünyası hepinizin bildiği gibi mitologia (mitoloji) temelinde şekillenen bir dünyaydı. Homeros bu dönemin karakteristik örneğidir. Hantallaşan, antik çağa göre düşünce alanında tembelleşen ve ardından da Sofistlerle birlikte daha yüzeysel bir şekle bürünen Yunan felsefesi Sokrates-Platon ve Aristoteles ile sarsılıyor. Sokrates, “Bir şey bilmediğimi biliyorum” derken sistemli bir felsefenin ihtiyacını ortaya koymaktaydı. Platon üzerine kapsamlı araştırmaları bulunan François Châtelet şöyle diyor, “Platon, Sokrates’ten şunu öğrendi: Söylemek için değil, karşımızdaki konuşmasının yararsızlığını ve boşluğunu yavaş yavaş görebilsin diye konuşmalıyız!”(2) Bu anlayış Sofistlere ve hâkim görüşe açıkça meydan okuma anlamına geliyordu. Platon için yapacağımız eleştirileri bir kenara bırakırsak onun gerçek anlamda felsefenin ilk sistematik kurucusu; ahlak, hukuk, siyaset, devlet ve varlık gibi konularda meseleyi bir bütün olarak akılsal kavrayan ve ortaya koyan ilk kişi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Mitolojinin yerine dünyayı ve oluşu anlamak için aklı baz alan yeni bir anlayış gelişiyordu çünkü. Nitekim Aristoteles de hocasının açtığı bu yoldan ilerlemiştir.

Haydi biraz derinlere dalalım. Yunan filozoflar, “şey”in varlığından şüphe etmez çünkü görüyor, o var. O, onun görünen şey mi olup olmadığını sorgular. Yani kaynağını sorgular. Yani “şey” var mıdır yok mudur diye bana göre de saçma bir tartışmaya girmez. “Gerçekte var olan nedir?” bunu sorgular. Bu soruya antik çağda filozoflar (Thales vs.) kimi zaman su der kimi zaman ateş.

Yani şunu diyor Yunan filozofları, “Bir şey yoktan var olabilir mi? Aynı şekilde, var olan bir şey yok olabilir mi?” Bu soruya güçlü bir şekilde “hayır” diyorlar. Bakın burası çok önemli, bir şeyin yoktan var edilemeyeceğini söylediğiniz an o şeyi izah etme serüveniniz, uğraşınız başlar. Yunan filozofları da bu uğraşa girmişler, yani kafalarını yormuşlar, akıl yürütmüşler. Bu akıl yürütmeler kimi zaman -belki de çoğu zaman- saçma önermelere gitmiştir ama bu hiç önemli değildir. Burada asıl olan varlığı açıklama yolculuğuna, aklı devreye sokma aşamasına geçilmiş olmasıdır.

Yoktan var olmayan ve varken de yok olmayacak -sadece değişecek- olan varlığın izahı meselesinde Sokrates, Platon ve Aristoteles “töz” kavramını ortaya atıyorlar. Töz, yani yoktan var olmamış, yokluğa da gitmeyecek olan öz, cevher… Bu ezeli ve ebedidir onlara göre.

Evrendeki asıl “şey” in ne olduğu sorusuna Sokrates, Platon ve Aristoteles’te kendi fikirleri çerçevesinde yanıt verirler. Sokrates buna “ahlak”, Platon “Matematik” diyor. Aristo ise bu ikisinden daha şüpheci yaklaşıyor meseleye. Platon’un iddia ettiği ideaların yani “töz”lerin yüzde 99’u yoktur, bu tözlerin sayısı azdır ve “öz”ün içinde bulunur, yani somut hayatta karşılık bulur diyor. Şöyle izah edelim, ağaç diye bir şey yoktur diyor Aristoteles(bilimin konusu olarak yoktur). E gördüğümüz ne o zaman? O; çam ağacı, köknar ağacı, dut ağacı olarak nitelik bulmuş halde bize görünür, yani töz ve öz iç içedir. Şunu demek istiyorum, akıllar karışmasın; ağaçtan ziyade çam ağacı, köknar ağacı gibi kavramlarla uğraşmak maddeye, somut olana yani bilimin ilk kırıntılarına yaklaşmak demektir.

Yukarıda anlattığım “töz-öz” konusunu başlatan soru şudur: “Bir şeyi şey yapan şey(yani töz) ile bir şeyi o şey yapan şey (yani öz) aynı şey midir?” Buradaki töz kavramı hüviyet, öz kavramı da mâhiyettir. Aristoteles’e göre ağaç bir tözdür, o şeyi ağaç formunda tutan şeydir. O daha fidanken onun ağaç olacağını belirleyen şeydir. Ama onun köknar ağacı olarak bize gözükmesi onun “öz”üdür.

Sokrates öncesi filozoflar varlığın temeline ilişkin hava-su gibi maddi unsurları öne sürerken Sokrates sonrası bunun yerini idealar almıştır. Platon’un felsefe dünyasına en büyük katkısıdır bu idealar fikri. Daha soyut, daha bilinmez bir şey… Aristoteles ideaların sayısını düşürmekle birlikte hocası Platon’dan pek de farklı düşünmez. Tekrarıdır pek çok açıdan ama farkı ve özgünlüğü şuradadır ki o ideaların sayısını azaltır, çoğunluğu için gereksiz der ve bu ideaların somut olan öz ile iç içe olduğu fikrini öne sürer. Bu fikirle ne ortaya çıkıyor? Ruhun ölümlü olduğu… Yani Platon dünyasında ruh (ki buradaki ruh bildiğiniz ruh değil akılsal ruhtur) insan bedeninden ayrı olarak bulunur ve beden öldükten sonra da varlığını devam ettirir. Oysa Aristoteles töz ve özü iç içe kıldığı için ruhu insan bedeninde cisimleşmiş bir töz olarak görür. Mesela görme işlevi bir töz ise bu töz göze ihtiyaç duyar. Yani görme fiilinin gerçekleşmesi için göz organı gerekir. Organ olarak göz ölünce görme tözünün yaşam şansı kalmaz. Aynı şekilde beden ölünce ruh da ölmektedir. Yani ondan sonrası yoktur. Aristoteles’in burada hangi anlayışa kapıyı kapattığının farkında mısınız?

Aristoteles’teki Tanrı anlayışına değinmek gerekir. Platon’un tanrısı ya da tanrıları ideaları seyrederek, dünyayı meydana getiren, onunla ilgilenen (semavi dinlerdeki anlayışa yakın) bir yapıcıdır. Oysa Aristoteles’in tanrısının evreni yaratmayı, onunla ilgilenmeyi bırakın evrenin ya da dünyanın varlığından haberi bile yoktur! Bu tanrının mükemmelliğine aykırıdır. Buna gerek görmez. Tanrı kavramı Aristoteles’te evrenin yapıcı(fail) nedeni değil sadece ereksel nedenidir. Şu örnek verilir, nasıl ki güzel bir tabloya baktığımızda içimizde birtakım güzel duygular beliriyorsa, evren de tanrı için böyledir. Onun mükemmellik anlarından birisinde dolaylı olarak oluşan bir şey. Ama ney? Başka bir örnek verelim. Siz dışarıda ekmek yerken yere düşen kırıntılar ne kadar umurunuzda olur? İşte bu kırıntılar yerdeki suyla birleşip tek hücreli canlıları meydana getirsin. Koşulların uygun olduğunu varsayıyorum. Şimdi bu durumda bizim ruhumuz bile duymuyor bu oluşumu. Haberimiz dahi yok. Bu bana pek mantıklı gelmiyor. Bu izah sadece bizim bir rüya olmamız, gerçeklikle temas halinde olmamamız durumunda tutarlı olabilir. Maddeyi, maddi oluşu açıklayamaz. Nitekim Aristoteles maddeyi bilmenin mümkün olmadığını da söyleyerek yine büyük bir hataya daha düşmektedir. Neyse detaya girmeyelim, burada önemli olan nokta, tanrıyı oluşun dışında tutan anlayışın, “ol dedi ve oldu” anlayışına karşı oluşacak cephenin ilk nüveleri olduğunu görmemiz gerekiyor. Tarihsel önemi buradadır.

 

Tam bu noktada dikkatinizi çekmek istediğim yere geliyoruz. Yunan filozofları yukarıda bahsettiğimiz çerçevede varlığa ve oluşa dair kimi zaman saçma kimi zaman kısmen tutarlı açıklamalar getirip felsefe tarihini sürdürüyorlar. Bu çalışmalarda tanrı veya tanrılar fikri olsa da düşünce yapısı “laik” ve akılsaldır. Fakat birden İsa denilen kişi ortaya çıkıyor ve “Sadece bana iman edin, gerisini merak etmeyin” diyor. Evet dinlerden söz ediyorum. Oluş, hukuk, dünyevi olaylar vs. diyorsun “Onlardan anlamam, boş verin onları sadece iman edin ve öbür dünyada mutluluğa erin” diyor.

Aslında işin bir de evveliyatı var. Evet İsa ile yeni bir anlayış geldi ama asıl zurnanın zırt dediği yer şudur: Platon ve semavi dinlerde ölçü tanrıdır. Oysa Aristoteles’te ölçü insandır! Meseleyi ve farkı anlayabiliyor musunuz? Elbette bu fark, derin tarihsel fikir ayrılıklarının ve size anlatmaya çalıştığım iki cephenin (tanrıyı ölçü alan – insanı ölçü alan) oluşmasına zemin hazırlayan ana etkenlerden biridir.

Varlığa, oluşa ve diğer şeylere kafa yoran filozofların aksine semavi dinlerle gelen bu yeni anlayış insanlara şunu diyor: “Ol dedi ve oldu.” Bu cümle çok önemlidir. Ol dedi ve oldu deyince başka bir dünya kuruluyor. Bir tek “o” var demektir. Başka hiçbir şey yok sadece “o” var. Hüvel baki deyişi de aynı şeyi ifade eder. Var olan sadece o’dur. “Ol dedi ve oldu” kavramı ile özetleyebileceğimiz dinlerin tanrı anlayışı felsefeyi de kökünden değiştiriyor. Varlığı yoktan var eden ve istediği zaman yine yok edebilecek güçte bir tanrı kavramı beliriyor. Ve bunu deyince oradan bir uygarlık çıkması, ilerleme olması ihtimali de ortadan kalkıyor. Çünkü mesele ortadan kalkıyor. Yunan filozofları bilinmezi akılla açıklamaya çalışıyorlar fakat İsa ile birlikte “Boşuna uğraşmayın ol dedi oldu” anlayışı gelince açık konuşursak kafa yormaya gerek kalmıyor, mesele halloluyor, ortada problem kalmıyor. Çünkü zaten “o” kavramı en tepede ve her şeye hâkim ise sen ne yapsan ne etsen bu işleyişi o istemediği sürece anlayamazsın. Dolayısıyla sana ne düşüyor? İman etmek. Sadece iman edeceksin, kurcalamayacaksın diyor İsa. Bu anlayışla insanlığın nereye geldiği ya da gelemediği hepinizin malumu. Buradan bir uygarlık çıkmaz. Mesela Yunan filozoflarında öz olarak töz varken tasavvufta sadece töz vardır öz yoktur. Tanrı bir denizdir, geriye kalan her şey bir dalgadır. Denize ait bir ayrıntıdır sadece. Tanrı mürekkeptir, diğer her şey yazıdır. Evren yoktur sadece tanrı (yani tanrının tecellisi) vardır anlayışına gidiyor bu yolun sonu. Yani bu yazıyı okuyan sen aslında yoksun, sadece “o” var.

Aristoteles Homeros büstüne bakıyor. Rembrandt, 1653

Dinlerle birlikte tanrıyı mutlak hâkim yapan bu yeni anlayışla yeni bir dünya kuruluyor. Bakın tarafları anlayın diye bu konulara yüzeysel olarak değiniyorum. İşte dünyayı ve var oluşu farklı yorumlayan bu iki taraf içerisinde Aristoteles, Yunan filozofları cephesinin (daha da ileri gidersek ‘insan ölçüdür’ diyen tarafın) takım kaptanıdır. Çünkü yeryüzünde bilimsel diyebileceğimiz kavramların hiç olmazsa tohumlarını tarlaya getirmiş bir kısmını da ekmiştir. Evet Aristoteles’e bugünden ve savunduğumuz dünya görüşünden bakarsak onun çok yanlışını buluruz fakat onun neye karşı neyi kurup dolaylı ya da direkt hangi cepheyi savunduğunu bilmeden onu eleştirmek meseleyi yanlış ele almamıza neden olur. Bugün Mac kullanan birisinin Ms-Dos’u insafsızca eleştirmesi gibi olur.

Mantık konusunda da “Aristo mantığı bu hahaha” diye bugün kimilerinin gülüp geçtiği şey o kadar basit bir olay değildir. Kıyasa dayanır evet. A=B ise B=C ise A=C şeklinde tümden gelimci bir yapıdadır. Ancak buradaki asıl mesele Aristoteles’in bu beğenmediğimiz “düz” mantığının tarihteki ilk sistematik mantıksal teori olmasıdır. Haydi daha açık konuşalım, bu adam mantığın kurucusudur. Ondan önce böyle sistematik bir mantık çalışması, araştırması yok. Yani şunu açıkça söyleyebiliriz, bugün Hegel’in diyalektik mantığını sevelim sevmeyelim, ama bu sahayı açan, maçı başlatan, topu sahaya getiren Aristoteles’tir. Mantıksal sistemlerde bugün Aristo’yu aşmış olmak demek onu cahil ya da başka bir şey yapmaz.

Mantık konusunda Aristoteles’in amansız muhalifi olan Bertrand Russell konuyla ilgili şöyle diyor: “ Aristoteles mantığı, 2000 yıldan uzun bir duraklamanın izlediği ölü bir son olmak yerine sürekli bir gelişmenin sahnesi olsaydı hayranlık duyardık ona. Ancak bu mantığın yol açtığı kötülük (Orta Çağ skolastik anlayışını kastediyor, İ.S) böyle bir duyguya engeldir.”

Günümüzde mantığı öğrenmek isteyen herhangi bir kişi, eğer Aristoteles’i ve onun ardıllarını okursa boşa zaman yitirir. Yine de onun mantıksal yazıları büyük bir yeteneğin belirtisidir. Onlar, anlıksal orijinalliğin henüz işlevli olduğu bir çağda ortaya çıkmış olsaydı insanlığa yararlı olurdu. Üzüntüyle söyleyelim onlar, Grek düşüncesinin yaratıcı çağının tam sonunda ortaya çıkmış ve böylece bir otoriteye sahip sayılmıştır. Mantıksal orijinalliğin canlandığı çağda, 2000 yılın egemenliği, Aristoteles’in tahtından indirilmesini çok güçleştirmişti. Modern zamanlarda edimsel olarak, bilim ve felsefenin her ileri adımı Aristoteles ardıllarının karşı duruşlarından kurtulmakla atılmıştır. (3)

Russell’ın bu düşüncelerinin son cümlesine katılmasam da sağlam ve tutarlı bir eleştiri olarak kabul edebiliriz. Ama yine tekrar etmek istiyorum ki Aristo’nun bu mantık anlayışı, izleyen 2000 yılda durağan mutlaklığın dayanak noktası olmaya yol açmışsa bile bu Aristoteles’i “cahil, hiçbir önemi olmayan” bir adam yapmaz. Karl Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar mantar gibi yerden bitmez, onlar çağlarının ve halklarının meyvalarıdır.”

Ayrıca Aristoteles’i eleştiren Russell, gerekli yerlerde onun hakkını vermeyi de unutmaz. Şu söz de Russell’a aittir mesela: “ Aristoteles saçmaladığı zaman altından mutlaka hocası Platon çıkar.”

Bana göre de Aristoteles’in bir şeyin aynı anda hem A hem A olmayan olamayacağı yönündeki mantığı ilk başta doğru gibi gözükse de özellikle atom altı parçacık dünyasında meydana gelen gelişmeler bunun inanılmaz da olsa gerçek olabileceğini gösteriyor. Kuantum teorisinde ışığın hem parçacık hem dalga olması, bir atom altı parçacığın aynı anda birden fazla yerde olabilmesi buna örnektir. Hegel’in mantık tanımına burada girmeyeceğim çünkü buranın konusu değil.

Bilimsel sahada Aristoteles modern bilimin aksine tümdengelim modelini benimsemişti. Tümevarımın önemini anlatmakla birlikte eserlerinde tümdengelimi savunur. Burada Grek filozoflarının tümdengelimci geleneği savunmasının etkisi görülür. Platon da aynı anlayışta idi. Bu da elbette anlam veremediğim ve kabul edilemeyecek bir görüştür. Bu belki de onların döneminde deneysel bilimin henüz ortaya çıkmamış olmasının etkisidir, bilemiyorum.

Çok verilen bir örnektir. Mercedes marka bir araba almak için galeriye geliyorsunuz, arabayı deniyor ve beğeniyorsunuz, almaya karar veriyorsunuz ancak o modelin satıldığını öğrenince ne yaparsınız? Evet, aynı modelden sipariş verirsiniz. İşte burası önemli, sipariş verilen arabanın aynı marka ve model olarak istediğimiz tüm özelliklere sahip olduğunu (denediğimiz araba olduğunu) baştan kabul ederiz. Şimdi burada tümdengelimin hâkim olduğunu savunur bu anlayışta olanlar. Mercedes firması iyidir, kalitelidir, denediğim araba da böyleydi, o halde denemediğim ama satın almak üzere sipariş ettiğim araba da aynı özellikte ve kaliteli olacak. Evet bu bir tümdengelimdir.

Ama burada tümdengelimcilerin gözden kaçırdığı nokta, Mercedes firmasının kaliteli olduğu imajının nasıl yerleştiğidir… Evet, yıllardan beri insanlar bu arabaları almış ve kullanmışlar (deney ve gözlem yapmışlar), neticesinde de Mercedes marka arabaların diğerlerine göre daha kaliteli olduğu bir hakikat olarak ortaya çıkmış. Çünkü ortada yıllardır kullananların gözlem ve tecrübeleri yani deneyleri var. Dolayısıyla meseleye buradan bakınca tümevarımsal bir sonuç yakalıyoruz.

Tümdengelimsel yaklaşıma ilk ciddi tepkiyi yıllar sonra Bacon veriyor ve doğru bilgiye sadece gözlem ve tümevarımsal metodla ulaşılacağını söylüyor. Bu anlayış da zaman içinde terk edilmek durumunda kalınıyor çünkü sadece gözlemle doğru bilgiye ulaşamayız, çünkü duyularımız bizi yanıltabilir. Sonraki süreçte bugün hala uygulanan yöntem, Popper’in “yanlışlanabilirlik” metodu bilime egemen oluyor. Detayına girmeyelim.

Aristoteles mantığında görelilik değil mutlaklık egemendir. Ortaçağda bu anlayış ilk başlardaki etkisinden tamamen değişik bir hale büründürülerek durağanlığın timsali haline gelmişti. Kepler, Galileo gibi isimlerin büyük atılımları ile bu anlayış yıkılmıştır.

Aristoteles’in bilimsel sahada öncül olmasına sebep olan bir diğer etken de onun duyular ile ilgili görüşleridir. Platon, “Duyularla bilgi edinemeyiz, bilgi akla yani matematiğe dayanır” diyor. Duyularla bilgi edinmeyi gereksiz ve aldatıcı buluyor. Evreni gözlemlemeyi de gereksiz bulmaktadır. Buna karşılık Aristoteles, gözlemi önemseyerek belki de bilimsel diyebileceğimiz yolun ilk taşlarını döşüyor. Şunu diyor Aristoteles: “Bir duyuyu kaybeden bir dünyayı kaybeder.” Bu çok derin bir cümledir. Duyuların, evreni ve olup biteni anlamada (bilim ve felsefe yapmada) önemli bir yardımcı olduğunu söylüyor. Ama bunu derken duyuların zaman zaman yanıltıcı olabileceğini de unutmayarak şunu da ekliyor: “Bilim duyulara dayanır ama duyular bilim değildir.”

Görüldüğü gibi pozitif bilime açılan kapıyı aralayanlar arasında Aristoteles’in katkılarını görmemek mümkün değil.

Aristoteles sadece hocası Platon’a karşı değil, Elealılar’a karşı da (mesela Parmenides) bir kavrayış mücadelesi vermiştir. Parmenides’in “değişim ve hareket yoktur” şeklinde özetlenebilecek bu anlayışa karşı Aristoteles, değişim ve hareketin var olduğunu, önermelerin de gerçek olduğunu büyük mücadeleler sonucunda kabul ettirmiştir. Bu başlı başına bir kavrayış ve anlayış mücadelesidir.

Aristoteles’e göre bilmek, ancak nedenle bilmek, olguyu anlamak ve nedeni bilmektir. Yani nedensellik çıkıyor karşımıza… Su 100 santigrat derecede kaynar, suyu kaynatan sebep ateştir, nasıl ateştir, 100 santigratlık ateştir. İşte bu nedenselliğe giden yolu açan da Aristoteles’tir. Ha sonraları Gazâli gibi alimler çıkarak “Tamam, suyun altına ateş koyunca su kaynıyor ama suyu ateşin kaynattığının ispatı nedir?” diye sorarak her şeyin nedenini tanrıya bağlayan, “tanrı ölçüdür” anlayışını daha kötüye evriltecektir ancak pozitif bilim bugün öyle düşünmemektedir. İyi de yapmaktadır kanımca.

Ruh konusuna da birkaç cümleyle değinelim. Aristoteles’e göre ruh ne maddedir ne de maddi bileşenlerin bir oranı. Ruh, formdur. Beden ise onun maddesi, kuvvedir. İnsan bedeni ölünce ruh da ölmektedir. Sonrası yoktur. Ruh ve bedenin ilişkisi aynen göz ile görme kuvvesi arasındaki ilişkidir. Nasıl ki göz yaralandığı ya da ölüm gerçekleştiği zaman artık görme işlevini yerine getiremiyorsa, yani görme kuvvesi göz organına bağlıysa ruhun yaşaması da insan bedenine bağlıdır. İç içedir. Oysa Platon’da ruh, insan bedeni öldükten sonra da var olmaya devam etmektedir. Farkı anlayabiliyor musunuz? Ölümden sonra hayat, günah-sevap kavramları vs. geliyor aklınıza değil mi? En azından o yola çıkan otobanın sapağındasınız. Bakın yukarıda bahsedilen tarihsel cepheleri göz önüne alınca nasıl da taşlar yerine oturuyor. Buradaki ruh kavramının dinlerdeki ruh ile aynı olmadığını, Platon ve Aristoteles’in ruh deyince akli bir şeyi anladığını da hatırlatmam gerekiyor.

Bu yazı, Aristoteles’in felsefi anlayışını irdelemek için yazılmadı, bu sebeple sadece yazının yazılma sebebine uygun düşen kısımlarına değiniyorum.

Aristoteles, hocası Platon’un aksine matematiğe değil doğa bilimlerine meraklı idi. Asos’tan Midilli’ye geçtiği yıllarda hayvanları kesip incelediğini, kemikler üzerinde araştırma yaptığını biliyoruz. Volkanik dağları ilk tanımlayan (Volkanları havanın yaptığını düşünüyor), saçma da olsa ilk tektonik önermeyi ortaya atan (Suyun az olduğu yerlerde depremler daha sık olur diyor) kişidir. Türlerin kendi içerisinde evrimleştiğini savunuyor. Ona göre her canlının bir varoluş işlevi vardır. Yani mesela ellerin küçükse ayakların çok büyük olamaz, keskin dişlerin yoksa eti az tüketiyorsun vs. Gözlemler neticesinde birtakım çıkarımlarda bulunuyor. Farkında olmadan doğal seçilimi açıklıyor ancak yine Platon etkisiyle insana “mükemmel canlı” diyerek evrimin yolunu kapatıyor. Buradaki fark şudur, mükemmel insanı, mükemmel ideayı, Platon gibi tanrı yapıyor demiyor, bunu doğa yapıyor diyor. Bunları anlattığı bölümde tam diyorsunuz ki evrim teorisini açıklayacak, az kaldı ama birden hocasının etkisi ağır basıyor ve evrimin sadece türler arasında sınırlı olduğunu söyleyerek o kapıyı kapatıyor. Yine de bu çabalar değerli ve önemlidir. Nitekim Darwin de kendisinden övgüyle söz etmektedir.

Bu konuyla ilgili olarak o müthiş soruya Aristoteles de cevap arıyor: “Organ mı işlevi belirler yoksa işlev mi organı meydana getirir? Bu sorunun yanıtı, anladığınız üzere, “İnsanı tanrı mı yarattı yoksa evrimsel koşullar gereği gereksinimlere uygun olarak kendiliğinden mi gelişti?” büyük kavgasının temel sorusudur.

 

Aristoteles’in yalpaladığı pek çok konu vardır elbette. Bunlardan biri de 1.derece töz ile 2.derece töz arasındaki fark ve o farkı belirleyen şey nedir diye sorulunca Aristo’nun verdiği “bilmediğimiz bir şey” yanıtı oluyor.

Daha somut konulara geçelim. Mesela “devlet” konusundaki fikirlerine. Hocası Platon’un “bir devlette birlik ne kadar çoksa bunun o devlet için o kadar iyi olduğu” fikrine hiddetle karşı çıkıyor Aristoteles. Ona göre ailede birlik güzel bir olay ancak devlet bir aile değildir. Devletin doğası çokluktur. Devlet, o çokluklar arasındaki dengeyi sağlamak ve farklı yapıdaki vatandaşlarının en iyiye sahip olması için var olması gereken bir yapıdır. Şu sözler Aristoteles’e ait: Kadınların ortak olması beraberinde birçok sorun getirir. Sokrates devletin mümkün olduğunca birlik olmasından bahsediyor. Bunun olamayacağı açıktır. Bir devlette doğal olan çokluktur. Çokluk birliğe doğru gittikçe devlet zayıflar, aileye benzemeye başlar ve zamanla aileden bireye dönüşür. Bu nedenle elimizde böyle bir olanak olsa da birlik olmaktan kaçınmalıyız, çünkü devleti mahvederiz. Devlet yalnızca insanlardan meydana gelmez, bu insanlar birbirlerinden farklı insanlardır, tek tip insanlardan bir devlet ortaya çıkaramazsınız.”(4)

Hocası Platon ve Sokrates’ın devletin birliği için kadın ve çocukların hatta cinselliğin de ortak olması yönündeki fikirlerine de karşı çıkıyor Aristoteles:Bir şeyin sahibi arttığı zaman o mala duyulan saygı azalır. İnsanlar ortak olan şeyden çok sadece kendilerine ait olan şeylere dikkat ederler. Eğer aile ortak olacaksa bir insanın sadece bir oğlu yoktur, birçok oğlu vardır, bu oğul herkesin eşit derecede oğludur. Onların her biriyle hiç kimse yeterince ilgilenmeyecektir…

Platon’un, sadece çocukların ortaklaşa olması fikrine değil aynı zamanda cinsel ilişkinin sadece birbirlerini seven insanlar arasında olmasını yasaklayıp, kardeşler ya da baba oğul arasında bu tür bir ilişkiye ses çıkarmamasına -Oysa bu en fazla ayıplanacak durumdur- karşı çıkılmalıdır.” (5)

“…Bu anayasalar Platon’un önerilerine göre çok daha gerçekçidirler, çünkü kadınların ya da çocukların ortak olması, kadınların ortak sofralara oturmaları gibi şeylerden bahsetmezler. Onlar daha önemli sorunlardan, yani zenginliğin nasıl paylaştırılacağı konusundan işe başlarlar. Çünkü toplumdaki sorunların temel kaynağı budur.” (6)

 

Mülkiyet konusunda da mülkiyetin belli bir noktaya kadar ortak ama kural olarak esasta özel olmasını savunur Aristoteles. Çünkü mülkiyet bir yere kadar ortak olmalı ama işin temelinde yine de özel mülkiyet olmalıdır. Eğer bir mülkiyetin sorumluluğu çeşitli ailelere verilirse burada kargaşa olmaz, aksine herkes kendi kısmıyla ilgileneceğinden üretim de artar.” (7)

 

Aristoteles demokrasi aşığı filan da değildi. Ona göre asıl olan eşitlik değil liyakatti. Herkesin eşit olduğuna da inanmıyordu. Ona göre en iyi yönetim şekli aristokrat bir bilen ya bilenlerin yani erdem sahibi kişilerin yönetimi eline aldığı yönetim şeklidir. Bunun biraz zor olduğunu (bu “bilenlerin” kim tarafından nasıl ve ne şekilde bulunacağının zorluğu meselesi) bildiğinden alternatif yolları da sıralamaktadır. Demokratik birisi değildir ama yine de anayasal demokrasiye uygun şartlarda yeşil ışık yakmıştır. Onun için asıl olan yasalar, normlardır. Aristoteles kendinden önce çeşitli diyarlarda yapılan 158 anayasayı uğraşıp toplamış biridir. Uğraşmış, toplamış ve tarihe yani bizlere bırakmıştır. Sadece bu bile bile insanlığa bilimsel bir katkıdır.

Ona göre demokrasi, orta sınıfın yönetim şeklidir. Yani en tepedekilerle (yani güçlüler yani zenginler yani ayrıcalık isteyen kesim) ve en alttakilerle demokrasi olmaz. Demokrasi için yeri geldiğinde yönetecek, yeri geldiğinde emir almasını bilecek yapıda bir tabaka lazımdır. Bu da orta sınıftır.

O, hocası Platon’un sanatı ve sanatçıyı küçümseyen tavrına da karşı çıkarak şairin (sanatçının) toplumun erdem sahibi olması için misyonunun olduğunu düşünmektedir. Şöyle diyor Aristoteles: Şairin görevi meydana gelen şeyi değil, meydana gelmesi mümkün olan şeyi, yani olası ve zorunlu olmasından ötürü meydana gelmesi mümkün olan şeyi tasvir etmektir.” (8) Bu, sanatçıya toplumsal bir sorumluluk yükleyen, toplumcu gerçekçi olmasını salık veren, belki de tarihteki ilk felsefi görüştür.

 

Aristoteles’in eleştirildiği konulardan bir tanesi de kölelik hakkındaki görüşleridir. O, köleliği normal, köleleri de eşit olmayan aşağı insanlar olarak görür. Aynı şekilde kadınlara karşı da tasvip edeceğimiz bir görüşte değildir. Aşağılar, erkekten sonra gelen bir canlı olarak görür. Engelli doğan bebeklerin öldürülmesi gerektiğini de savunur.

Köleler ve kadınlar hakkındaki bu fikirlerinden ötürü günümüzde de pek çok kişi Aristoteles’i eleştirmektedir. Bu eleştiriler kimi zaman dozunda kimi zaman da gereksiz bir boyuttadır. Benim bu konudaki fikirlerim oldukça nettir. Elbette Aristoteles’in köleler ve kadınlar hakkındaki görüşlerinin en ufak zerresine bile katılmıyorum. Ama bu eleştiriyi yapanların bir kısmı, kültürümüzde hâkim olan “taraftar” zihniyetiyle “Kadınlar hakkında böyle düşünen birini nasıl savunabilirsin?” gibi ifadelerde bulunuyorlar. Kimi de Aristoteles’i bu fikirlerinden ötürü suçluyor. Evet bu fikirler saçmadır. Ancak biz Aristoteles’ten ne bekliyoruz? Bay mükemmel olmasını mı? İyi dediğimiz bir kişinin her alanda her şeyi mükemmel yapmasını bekliyoruz. Kusura bakmayın ama öyle bir dünya yok. Aristoteles de içinde bulunduğu çağın bu hastalığının etkisinde kalmış ve bu alanda kendini geliştirememiş birisidir, hepsi bu. Bu onun felsefe ve bilim alanında yaptıklarına neden zarar versin ya da etki etsin ki? İnsanları, yaşadıkları çağın koşullarıyla değerlendirmek zorundayız. 2019 yılından bakarak o yıllarda yaşayan birine “Neden kadınlar ve köleler hakkında öyle düşünüyorsun?” demek kolaycılıktır, meseleyi tek açıdan değerlendirmektir. Ayrıca Aristoteles köleliğin zorunluluk olarak var olduğunu, ileride dokuma tezgahları (yani makinalar) kölelerin yaptığı işi yaparsa köleliğin zaten ortadan kalkacağını söylemiştir. Nitekim bilmiştir de. Sanayi Devrimi bunun canlı örneğidir. Bakın tam olarak ne diyor Aristoteles:

Bu nedenle mülkiyet kapsamına giren herhangi bir şey o insanın yaşaması için gerekli bir araç olarak görülebilir. Bir insanın, köleler de dahil olmak üzere, sahip olduğu şeylerin toplamına mal varlığı adı verilir. Köle veya diğer hizmetçiler canlı olduklarından diğer araçlar gibi bir değer taşımaktadırlar. Oysa her araç Daidalos’un heykelleri gibi olsaydı ya da Hephaistos’un tekerlekli arabaları gibi ‘kendiliklerinden tanrıların toplantılarına girselerdi’ yani biz ne desek onlar yapsalar, dokuma tezgahı kendi kendine dokusa ya da lir kendi kendini çalsaydı, o zaman zanaatkarlara ya da kölelere gerek olmazdı.” (9)

Karl Marx’ın sözünü bir kez daha hatırlayalım, “Filozoflar mantar gibi yerden bitmez, onlar çağlarının ve halklarının meyvalarıdır”, dolayısıyla onları halklarından ayrı bir formatta düşünemeyiz. Yani bugünün penceresinden değerlendiremeyiz.

Konuları daha fazla açıp yazıyı uzatmayalım. Kâfi derecede uzattık zaten.

Toparlayacak olursam, Aristoteles gibi şahsiyetleri değerlendirirken “tümden iyi” ya da “tümden kötü” gibi taraftar algılarını bir kenara bırakarak, kadim bir mücadele olan aydınlık mücadelesinde temsil ettikleri tarafı, sağladıkları katkı veya olumsuzlukları ayrı ayrı değerlendirmek durumundayız. Kendi inançlarına dokunmadığı sürece bilimi (bilgisayar yapan, telefon yapan bilimi) destekleyen ancak varlığı ve oluşu kurcalayan felsefeye daima cephe almış karanlığın karşısında olmalı ve bu yolda az ya da çok emeği olan kişilere haksızlık etmeyerek haklarını teslim etmeliyiz.

Geçtiğimiz günlerde bir kara deliğin tarihte ilk kez fotoğrafı çekildi. Bu inanılmaz bir olaydır. Bu ekipte yer alarak bulduğu algoritma ile fotoğrafın çekilmesini mümkün kılan kişi 29 yaşındaki Katie Bouman. Çok mütevazı ve naif bir mühendis. Kendisindeki bilim merakının nasıl başladığını anlattığı bir belgesel izledim. Katie Bouman’ın aklına ve yüreğine henüz daha çocukken bilimsel merakı ve bilim sevgisini aşılayan kişi var ya, işte bu fotoğrafın çekilmesi oradan başlar.

Felsefe ve bilim de böyledir. Kademeli olarak ilerler. Her gelen bir tuğla koyar. Bugün atılan küçük bir aydınlık adım, yüzyıllar sonra doğacak güneşin ilk ışığı olabilir. Bunu hiçbir zaman unutmayalım.

Yazı burada biterken o vicdansız çöpçü yine yaprakları süpürüyor. Pencereden onu izliyorum.

 

1- İlkçağ Felsefe Tarihi 3 – Ahmet Arslan – Bilgi Üniversitesi Yayınları 6.Baskı Kasım 2017

2- François Châtelet- Platon – Gallimard , 1965 sf.24

3- Bertrand Russell – Batı Felsefesi Tarihi, Antikçağ – Bilgi Yayınevi, 1972, sf. 305, 313

4- Aristoteles- Politika – Say Yayınları 2013 – sf. 51-53

5- Aristoteles – Politika – Say Yayınları 2013 sf. 54

6- Aristoteles – Politika – Say Yayınları 2013 sf. 65

7- Aristoteles – Politika – Say Yayınları 2013 sf. 57

8- İlkçağ Felsefe Tarihi 3 – Ahmet Arslan – Bilgi Üniversitesi Yayınları 6.Baskı Kasım 2017 – sf.362

9- Aristoteles – Politika – Say Yayınları 2013 sf. 30

 

TEILEN
Önceki İçerikYalnız Bir Simurg: Oğuz Adanır
Sonraki İçerikUÇURUMUN KENARINDAKİ RESSAM: CASPAR DAVID FRIEDRICH
1986 doğumlu. Üniversite yıllarına kadar İzmir'de sürdürdüğü öğretim hayatını İstanbul Üniversitesi'nde tamamladı. Odatv, Yurt Gazetesi Kitap Eki, Red Dergisi, Düşeyazanlar Dergisi, Balkan Aydınları Dergisi gibi mecralarda dönem dönem yazıları yayımlandı. Taksim Dayanışması içerisinde aktif olarak çalışmalar yürütmektedir. "Allahını Seven Defansa Gelsin" isminde bir kitabı bulunuyor.