Ana Sayfa Kritik Chernobyl: Asıl Hiroşima’ya Bak!

Chernobyl: Asıl Hiroşima’ya Bak!

Chernobyl: Asıl Hiroşima’ya Bak!

Çernobil, ilgi uyandıran bir dizi dolayısıyla gündemde.(*) Böyle bir dizinin nükleer enerji ve alternatif enerji tartışmalarını tetiklemesini beklerken, olayın Sovyetlerde geçmesi, başka konuları öne çıkarıyor. Kimi kesimlerde, gözü kapalı bir Sovyet düşmanlığı, onun üzerinden Amerikancı liberalizm güzellemesi yapılıyor. “Zaten verimli bir sistem olsaydı, Çernobil olmazdı” gibi çıkarımlar bile var. Kendini feda eden Sovyet işçilerinin kahramanlıkları, ilk başta sosyalizm güzellemesi gibi yorumlanırken, biraz daha kazınca, bunun altından “sisteme itaat eden ‘koyun’ların toplu intiharı” gibi bir anlam da çıkartılıyor; değil mi ki ‘şehitlik’ eleştirisi yapan liberalizm için, uğruna ölünmeye değer, insan yaşamından daha yüce hiçbirşey yoktur.

Abdülhakim İsmailov’un Berlin’e Diktiği Kızıl Bayrak

Bu tartışmalarda, hem liberalizmin kimi yanılgıları hem de Sovyetlere ilişkin, Soğuk Savaş döneminden, hatta 93 harbinden kalma önyargılar ve kalıpyargılar bir kez daha ortaya çıkıyor. Açlıktan kırılan köylü bir toplumdan uzay çağına geçilmesi, Sovyetlerin 25 milyon 2. Paylaşım Savaşı şehidi, ki buna Sovyet halkları ‘Büyük Yurtsever Savaş’ diyor; bu savaşta Sovyet yenilgisinin bir dünya Nazi devletine yol açma olasılığı, savaşa Rus halkı dışında sosyalist ülkelerden büyük katılım, Berlin’e Kızıl Ordu bayrağını dikenin Kafkasyalı bir Kızıl Ordu askeri olması (Abdülhakim İsakoviç İsmailov) ve fotoğrafçısının ise Yahudi bir Kızıl Ordu askeri olması (Yevgeny Anan’evich Khaldei) gibi bilgiler, ak-kara gibi bir indirgemeciliğin gerçeklikten uzaklığını gözler önüne sermiş oluyor. Günümüz için yarardan çok zarara kapı aralayan kadim Stalin-Troçki tartışmaları (yoksa ‘kavgaları’ mı demeli), diziyle birlikte bir kez daha öne sürülüyor ve asıl konuşulması gerekenleri saptırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Sovyet Algısı: Yoldaşlıktan Korkuya

İnönü döneminden başlayarak, cumhuriyetçi tarihyazımı, Sovyetlerin Türkiye kurtuluş savaşına olmazsa olmaz maddi ve manevi desteğini hasır altı etme eğilimi gösteriyor. Bu, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında Sovyetlerin Türkiye’den talepleri ile ilişkili idi. Bu talepler diplomatik yollardan çözümlenebilecekken, İnönü bunun yerine büyük bir korkuyla ABD’ye sığınmıştı. Çok partili yaşama korkuyla girmiş; ABD’ye şirin görünmek için solun baskı altında tutulduğu bir düzen getirmişti. Bu ise kendi intiharı olmuştu: Bir merkez siyaset açısından sağı dengelemek için can simidi olabilecek solun bastırıldığı bir ortamda sağ baskın çıkmış ve İnönü’nün partisine uzun süre iktidar yüzü göstermemişti.

İnönü’nün Sovyet korkusu, bizi önce NATO’ya, sonra Kore Savaşı’na ve sonrasında sağın yükselişine ve egemenliğine mahkum etti. Peki Sovyetler neden kurtuluş savaşına yardım etmişken, İnönü zamanında politikasını değiştirmişti? Dönemin milliyetçi tarihyazımı, bunu “Rusya’nın (değişmeyen) sıcak denizlere inme emeli”yle açıklıyordu. Onlara göre Sovyetler yalnızca bir kabuktu; özünde Rusya değişmemişti. Bu bakış açısı, tarihsel gerçeklerle çelişiyor, çünkü bu, tümüyle doğru olsaydı, Kars geri alınamaz ve Finlandiya bağımsız olamazdı. Sovyet politikaları, sabit değil değişken olmuştu. Sovyetlerin Türkiye politikasındaki değişiklik, İnönü hükümetinin tarafsızlık görüntüsü altında Nazilerle ticaret yapması ve Türkiye anaakım basınının ve birçok siyasetçisinin Hitler ve Nazi hayranı olmasından ileri geliyordu. Türkiye, İspanya İç Savaşı için hazırlanan Sovyet yardım gemisini de Boğazlardan geçirmeyerek savaştan önce de tepki toplamıştı – ki bu savaşta, Franco yandaşlarının arkasında Nazilerin büyük bir lojistik ve mühimmat desteği olmuştu. Bu destek olmasa, belki de kazanan taraf Franco’cular olmayacaktı.

Osmanlı, Alman hayranlığıyla ordusunu Almanlara teslim etmiş, Almanya yenilince de yenik sayılmıştı ya da yenilmeyi kendine yediremediği için öyle söylemekteydi. Almanya yandaşlığının bedeli ağır olmuş, ülke dağılmıştı. İnönü Türkiyesi, bu hatayı bir kez daha tekrarlamış oluyordu. İşte bu gelişmeler sonucunda, Türkiye’de Sovyet algısı da değişmiş, dostluğun yerini korku ve kuşku almıştı.

Gagarin’in Türkiye’de Düşündürdüğü

İstanbul belediye başkanlığını rekor oyla, % 64’le alan CHP’li Ahmet İsvan’ın (1923-2017) anılarında, Gagarin’in başarısının, diğer bir deyişle Sovyetlerin uzaya ilk insan gönderen ülke olmasının ‘ilerici’ kesimlerde bile nasıl algılandığı görüyoruz:

“Solun ve komünizmin ülkemizde geniş halk kesimleri tara­fından nasıl algılandığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir olay anlatayım. Sovyetler Birliği uzaya insan yerleştirmiş, bu alanda ABD’yi ciddi ölçüde geride bırakmıştı. Bütün dünya ba­sını bu başarının yankılarıyla çalkalanıyordu. Uzaya çıkartılan Rus kozmonotu Gagarin’in fotoğrafları bizim basında da baş sayfalardaydı. Bir gazetede Gagarin’in karısıyla birlikte bir fo­toğrafı çıkmış. İlçe başkanlığı yapmış bir dostum o gün beni dükkanının arka tarafındaki kapalı büro bölümüne, çok gizli ve önemli bir şey söyleyeceği havası içinde davet etti ve kapı kapanınca, elinde Gagarin ve karısının fotoğrafı olan gazete, alçak bir sesle “Kuzum bunlarda karı kocalık var mı?” diye sordu. Ülkemizdeki antikomünizm mücadelesi böyle sürdü­rülmüştü. Komünizmle mücadele “Eve girince kapıda kasket görürsen içeriye girmeyeceksin” düzeyinde bir cümle ile özet­leniyordu” (Ahmet İsvan, 2002, Başkent Gölgesinde İstanbul, İstanbul, İletişim, s.30).

İşte Çernobil tartışmalarının bir bölümü aslında birçoklarının Sovyetlere ilişkin ne kadar az şey bildiğini, bildiklerinin ya da bildiklerini sandıklarının çoğunun da yanlış olduğunu gösteriyor. Düşünün ki, insanlık uzaya çıkmış, ama Türkiye’de bu ancak böyle yansıyor… Asıl konumuza dönersek, herşeyden önce, ne anlatılıyor olursa olsun, bunun Sovyetlerin düşmanlarının gözüyle anlatıldığını unutmamak gerekiyor. Dizi üzerinden yapılan tarihsel ya da tarihselimsi tartışmalar, büyük oranda, yerli halkların tarihini kovboy filmleri üstünden yazmaya benziyor. Temsil edenle edilenler özdeş değil. Sovyetlerde hiç mi sorun yoktu; elbette vardı. Ama bu, Sovyetlerin bir numaralı düşmanlarının çektiği filmleri olumlamamızı gerektirmiyor. Bir tarih var, bir de tarihyazımı… Tarihin nasıl yazıldığı, onu kimin hangi amaçla hangi bağlamda nereden neye bakarak yazdığına göre değişiyor. Diziler de gerçeklik iddialarıyla tarihyazımı tartışmalarının kapsamına giriyor.(**) Dolayısıyla, tartışılması gereken, dizinin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığının ötesinde, onun gerçeklik temsillerinin hangi etmenler tarafından biçimlendirildiği olmalıdır.

Boş Zamanların (Öz)Metalaştırılması

Ayrıca, Netflix gibi şirketlerin gündem belirleme gücünü görüyoruz. Bundan kaçmak çok zor; insanlar artık eskisi kadar okumadıkları için, hem kafalarını meşgul etmek hem de konuşacak konu bulmak için Netflix yapımlarına yöneliyorlar. Televizyon çok kötü, ilgi çekmiyor ve özellikle daha ‘eğitimli’ kesimler, artık onu iyice ‘aptal kutusu’ olarak görüyor. Kapitalizmin “eğitimliler Netflix, eğitimsizler televizyon izler” gibi bir algıyı yaratmada başarılı olduğunu ileri sürebiliriz. Ancak bu durum, eğitimlilerin daha eleştirel olmasını sağlayabilecekken, tam tersi oluyor: Televizyon söz konusu oldu mu eleştirellik şapkasını giyenler, Netflix yapımlarına ‘iltimas geçiyor’. Onları yeterince eleştirmiyor; iletilerini olduğu gibi kabul ediyor. Kabulün ötesinde, hayranlık söz konusu. Sanki iyi yapımlar yalnızca Netflix’te varmış gibi bir izlenim oluşturuluyor. Sinemanın yaklaşık 100 yıllık tarihinde çekilmiş çok iyi filmler ve dizi filmlere tenezzül bile edilmiyor. Pozitivizmi felsefe ya da toplum düzeyinde eleştirenler, konu, film yapımları oldu mu, ilerlemecilik anlayışını sorgusuz sualsiz benimsiyor. Buna göre, son çekilen yapımlar, öncekilerden daha iyidir. Böyle olmadığını biliyoruz. Örneğin, ‘Şeker Portakalı’nın eski film sürümü, aslına daha sadık bir ezilen anlatısıyken, yeni sürümde “ünlü yazar nasıl zengin oldu” gibi bir çarpıtma bağlamı yaratılmış; böylelikle yoksul yerli çocuk anlatısı ‘beyaz’latılmış. (***) Dahası, Çernobil’i düşmanın gözünden izlemek yerine, konuya ilişkin Ukrayna-Rusya yapımı filmleri izlemek hiç akla bile gelmiyor.

Boş zaman, metalaşmakla kalmıyor; sosyal medya örneğindeki gibi öz-metalaşma sürecini görüyoruz. Rızayla, kendi kendine metalaşma ve metalaşmayı kabul ediş söz konusu. O da yetmiyor, kendi ideolojik içeriklerini gerçek(çi)lik olarak sunuyorlar ve bu, doğal karşılanıyor. Bilişim patlaması çağındayız ama bilgi çağında asla değiliz. Bilgi ve bilim çağında olanlar Sovyet yurttaşları idi. Bir filmde ya da dizide verilen ‘bilgi’lerin doğru olup olmadığı nasıl anlaşılır? Ancak konuyla ilgili yeterince araştırma yapılınca… Ama izleyicilerin çoğu, zaten hiçbirşey okumak da istemiyor. Dizilerden, filmlerden devşirilmiş yanlış ve çarpıtılmış ‘bilgi’lerle tartışma yürütülüyor. Ama nasıl yürüyecek o tartışma, temel noktalarda bile aynı sayfada değilsek???

İnsanlar Netflix’i böylesine yakından takip etmek zorunda değil. Dizileri mutlaka kaçırmamak zorunda değiller. İzlenecek neler neler var, konuşulacak da çok konu var… Dünün ‘aptal kutusu’ TV’ydi, Netflix de o yöne doğru hızla gidiyor. Örneğin, Mr. Robot, haklayıcıları (hacker) konu aldığı için hayranlıkla izlendi, ama sonunda ne çıktı? ABD’de sisteme karşı çıkmanın Çin’in işine yaradığı… Zaten filmin kahramanlarına olumlu bir temsil de bahşedilmemişti.

Netflix yapımları izlenerek ve sistem dışında kalmaya çalışanları da coşku ve “nasıl izlememiş olabilirsin” ünlemleriyle zorlayıp izlemek zorunda bırakarak (elbette az sayıda istisnası vardır ama) daha zeki, daha yaratıcı vb. olunmuyor; hatta tam tersi… Bu diziler okumanın yerine geçiyor… ‘Taht Oyunları’nda da aynısı oldu. Kapitalizm, egemenlerin kendi içindeki entrikaları izlemeyi yüksek zeka ve eğitim düzeyi ile ilişkilendirmeyi, onu adeta ayrıcalıklı olmakla yan yana getirmeyi başardı. Aynı izleyici kesiti, aynı anlatının benzer bir sürümü olan ‘Muhteşem Yüzyıl’ı ise beğenmiyor. Neden? Çünkü o, genel izleyiciye yönelik; onda toplum içinde grup tutkalı ya da toplumsal tabaka işaretleyen bir öz yok.

Sen Kendi Ülkene Bak Jimmy Carter!”

Sovyetler ‘sağ’ iken, Amerikan başkanları, Sovyetlere insan hakları konusunda yükleniyorlardı. Ne söylendiği kadar, kimin söylediği de önemlidir. Sovyet dönemi insan hakları ihlalleri haklı bir eleştiri konusu olmakla birlikte, bir Amerikan başkanının ağzında bir propaganda aracına dönüşüyordu. Amaç, insan hakları savunuculuğu değil, o bahaneyle Sovyetler karşısında üstünlük kazanmaktı. Bugün demokrasi götürmek adına ülkeler işgal eden, bombalayan Amerika, o günlerde siyah yurttaşlarını linç etmenin olağan karşılandığı ve cezasız kaldığı bir dönemden yeni çıkmış, hâlâ siyahları ayrı otobüslere bindiriyor, ayrı okullara gönderiyor ve birçok siyah sırf deri rengi nedeniyle infaz ediliyordu. İnfazlar son dönemlerde azalarak da olsa sürüyor. Sovyetlere ‘haddini bildiren’ bu aynı Amerika, aynı zamanda Vietnam’da ‘kelimelerin kifayetsiz kaldığı’ kötülükler yapıyordu. Bu duruma tepki göstermek amacıyla, Amerikan Komünist Partisi’nin yazdığı ve 1979’da Türkiye’de de yayınlanan bir kitap çıkmıştı: ‘Sen Kendi Ülkene Bak Jimmy Carter’. İşte tam da o damardan devamla, “Çernobil’i bırak Hiroşima’ya bak” diyoruz.

Biraz da Hiroşima’yı Anlat!

Netflix asıl Hiroşima dizisi çeksin. Açıklasın bakalım, teslim anlaşması yapmak üzere görüşmelere başlayan Japonya’ya atom bombasını canlı canlı denemek için nasıl bir saldırı düzenlenmişti?

O dönem Sovyetlerin elinde atom bombası olmadığını, Hiroşima’nın asıl Sovyetlere savaş sonrası görüşmeleri için gözdağı olduğunu anlatsınlar. Haydi anlatsınlar.

Tek bir ülkenin nükleer güç olmasının dünyayı yıkıma sürükleyeceğini fark eden kimi Amerikalı bilim insanlarının bunu dengelemek için Sovyetlere nükleer sırları sızdırdıklarını, böylelikle Sovyetlerin de bir nükleer güç olduğunu anlatsınlar. İnsanlık adına kendilerini feda eden bu bilim insanlarının, vatan haini sayılarak idam edildiklerini anlatsınlar.

Kuzey Kore’ye baskı uygulanırken, en büyük nükleer gücün Amerika olduğunu anlatsınlar. Amerika gibi atom bombasını bizzat atmış bir ülkenin, hiç nükleer silah kullanmamış, ancak “ısırmayan havlayan köpek” misalı nükleer silahla sağı solu tehdit eden Kuzey Kore’den daha tehlikeli olduğunu anlatsınlar.

Halen bir Amerikan müstemlekesi niteliğindeki Japonya’da, Hiroşima’nın Amerika’yı ürkütmemek için, Amerikan eliyle, demek ki insan eliyle yapılmış bir kötülük değil de doğal bir afetmiş gibi anılmasını anlatsınlar. Haydi buyrun anlatsınlar!

Çernobil bir kazaydı; Hiroşima ise planlı bir katliam. Zorunlu değildi, bilinçli olarak yapıldı. Sayısız kat daha ağır bir kötülük…

Çernobil’i bırak, Hiroşima’ya bak!

(*) Çernobil dizisiyle ilgili üst düzey bir tartışma için bkz.

Çernobil dizisi ne kadar gerçek ne kadar yalan? – Ali Şimşek.

https://www.youtube.com/watch?v=l4Fvmm0SsOQ

(**) Tarihyazımıyla ilgili daha ayrıntılı tartışmalar için bkz.

Iggers, G.G. (2016). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Wang, Q.E. ve Iggers, G.G. (der.). (2016). Marxist historiographies: A global perspective. New York: Routledge.

(***) Bkz. Gezgin, U.B. (2019). Bir Mürekkep Testi Olarak Film: Anlatıbilim Açısından Film Psikolojisi ve Film Çözümlemeleri. Ankara: Töz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl