Ana Sayfa Litera AŞK HAKKINDA DÜŞÜNCELER

AŞK HAKKINDA DÜŞÜNCELER

AŞK HAKKINDA DÜŞÜNCELER

AŞK BİR SANATTIR: Aşk akılsallığın en üst yaratıcı eylemidir

Empatiden yoksunluk, birbirini anlamadaki yetersizlik yalnız ekonomik, siyasi sosyal farklılaşmanın veya eğitimin ortaya çıkardığı bir sorun değildir. Bir kültür sorunu olarak da algılanmalıdır. Kültür diyorum; binlerce yılın birikimi, yani insanın doğa ve kendisiyle verdiği mücadele de, ayakta kalma mücadelesinde edindiği tüm pratikler, püritenlikler ve egoların toplamından sözetmek gerekir. İnsan yalnızca bir canlı değildir. Doğada canlılar var ama insan yalnız düşünme, muhakeme yeteneğiyle diğer canlılardan ayrılmaz, insan aynı zaman da sürekli değişen bir kültür taşıyıcaısıdır. İnsan kültürel bir varlıktır. İnsan dünya geldiğinde paylaşım yeteneği ve bencil olma yeteneği ile donatılmış olarak doğar.(1) Paylaşım insan doğasının veya varoluşun en önemli parçası ancak bencillik sonrası bir pratiğin sonucu olarak ortaya çıktı. Birileri buna mülkiyet iştahının birileri aşırı üretimin yol açtığını iddia edebilir. Sonuç olarak insanın kendi varlığına kastıdır bencillik. Dolaysıyla “bencillik” bugünün değil geçmişin, acı bir tarihin, ıstırapların ve pek tabi sanatın, kültürün bir parçasıdır. Bu bakış “bencilliği” meşrulaştırmaz aksine tarihsel nedenselliğini, o’na karşı insanal disiplinleri nasıl koruyacağımızı, yeni iktisadi-yaşantılar karşısında insanı var eden tüm çabaların korunmasını sağlar. Bu nedenle AŞK  bir insani durumdur. Kültürel bir olgudur ve içgüdüler üstüdür. Doğanın pek çok canlısı için “aşk” bir hissiyat bir içgüdüsel tutumdur. Dolayısıyla siyasi değil “doğrudan eylem” içerir. Bu anlamda “aşk” vahşidir, saldırgandır. Mart ayı ile başlayan kedi çiftleşmelerini gözünüzün önüne getirin. İnsanda “aşk” içgüdülerle harekete geçer veya tetiklenir ama bir estetik boyut kazanır. Sanatsal bir kaygı dillenir ve kendini vecd eder. İnsan dışı canlıda “aşk” bir içgüdüsellik, bir dağılma, akıl dışılık sözkonusuyken, insanda “ aşk” sanatsal, kültürel hatta rasyonel bir akıl etkinliğidir. İnsan “aşık” olduğunda bir akıl tutulması yaşadığını düşünür ama bu akıl tutulması içgüdülerin baskınlığı olduğunu zamanla anlar ve “aşk”ı oyuna sanatsal bir kurguya dönüştürmekten geri kalmaz. “Aşk” abartıldığı ölçüde, kurgulandığı ölçüde ve oyuna dönüştüğü ölçüde insan-gerçekliğiyle örtüşür. Baudrillard’ın bu anlamda gerçeklik-oyun-ideoloji üçlemesi “aşk” içinde sanırım bir gerçeklik ortaya koyar.

“Aşk” içgüdüler, kültürel ve yaşantısal temasla başlayan ama içine ideolojiler, felsefeler (hayata bakışlarımız) kattığımız bir sanatsal, total bütünlük (bütünleşme) arayışıdır. Sonuç olarak insanda “ aşk” kurgusaldır. “Aşk”ın birey üzerinde yarattığı etki kişinin yaşadığı toplumsal, sosyal koşullar, kültürel iklim ve psişik yaşam belirleyici oluyor. “Aşk” gerek cinsel gerek ulvi bir değer olsun bireyler üzerinde eşit olmayan derinliklerde yaşanır. Platonik, hüzünlü bir seyir veya mutlulukla sonuçlanan bir vuslat sözkonusu olsa da insan bu duygu taşkınlığını farklı düzeyde yaşar.

“Aşk” bir kültürel kodlama ideolojik içeriğe sahip bir duygu felsefi estetiğin abartısıdır. Batı toplumlarında kültürel kodlama sınıf temelinde bir sonraki kuşağa aktarılmasına karşın doğu toplumlarında kültürel artıklar etnik, dinsel, mezhepsel önceliklerle kuşaklara yayılır. Dolaysıyla Batı ve Doğu toplumlarında “aşk” farklı endişe farklı söylem ve ritüellerle yaşanır. Bütün bu farklılık “eğitim”le giderilebilir. Doğunun mistik dünyasıyla yoğrulmuş biri aldığı “eğitim”le Picasso resminden zevk alabilir Wagner sonatıyla romantizmin doruğuna ulaşabilir. Bir Andre Breton, Philip Larkin veya Ece Ayhan şiirinde kendinden çok şey bulabilir.

“Aşk” hayat gibi bir bütünlüğü ifade eder. Hayat nasıl bir bütünse insan da biyolojik bir varlığın ötesinde bir canlının hayatını taşır. Bu varlık insandır. Kültürel, psişik bir canlıdır. Hayatı yalnız biyolojik ihtiyaçlar temelinde değil ontolojik, tinsel ve kültürel ihtiyaçlarla yaşayan estetize eden bir varlıktır. Hayat onun için bulunduğu koşullarda kendinin kurguladığı (tarih bilinci veya kültürel kodlarla) bir seremonidir. Dolaysıyla böyle bir varlığın aşk algısı ontolojik dallanmaya, estetik bir algıya uzanmak zorundadır. Aragon Elsa’sıyla kendinin yeniden yaratıldığını iddia eder. Aragon Marksist bir düşünür ve şair dolaysıyla “aşk”ın varlığına inanırken dış etkenlerin “mutlu” bir “aşk”ın yaşanamayacağını da öngörür. Aragon’un bu çıkarsaması Avrupa’da faşizmin en kanlı dönemine denk düşer. Aragon’da öncelik “aşk” da değil “aşk”ı yaşanmaz kılan, ıstıraba dönüştüren dış dünyanın yıkımına işaret eder. Aragon ne kadar Elsa’ya seslense de seslendiği Avrupa “aşık”larınadır. “Mutlu” bir “aşk” için dış dünyaya karşı bir davettir. Aragon ne melankolin ne’de marazi bir “aşk”ın yanındadır. Bilakis marazi “aşk”ın karşısına toplumsallığı, toplumsal kurtuluşu, toplumsal bir davayı koyar. Ancak bir birini dışlamadan bunu yapar. Arogon’da “aşk” rasyonellikle akılla beslenmesi gereken bir algı, duygu fenomenidir.

Bu “aşk” algısı batı akılcılığının bir sonucudur. Descatres’ten başlayan Aydınlanma akılcığının analitik yönemsemesi ile Locke ile başlayan deneysel akıl (yönemsemesine) Kant’ta kadar uzanır. Kant bu akılsallığa inancı da ekler. İnanca yer açar. Bilinemezcilik Kantı’tı bilimi sınırlamaya zorlar.(2) Hegel ise aklın tanrısallığını savunur (3) bu nedenle öznel bilinç (Berkeley dolayımın da) ile nesnel bilinci (nesnel idealizm) akılsal gerçeklik içinde birleştirir. 19. Yüzyıl felsefecisi Marks ise tanrısallığı dışlayarak akıl maddenin bilinci olarak sunulur.(4) Hegel tanrısal temeli koruyarak Descartes’çi geleneğe yaslanırken Marks doğayı temel alan tarihin maddeci açıklamasıyla İngiliz empirizmin bir devamı gibidir. Bu düşünsel serüven içinde “aşk” akıllı dışlamaz aksine akılsallık yükler. Dolaysıyla “aşk”ın emek temelli bir yol ve gayretle oluşan bir bilinç olduğu söylenebilir. Batı idealizmi veya tarihsel maddeci felsefi gelenek bir birlerini dışlayarak ilerleseler de “aşk “ konusunda emek temelli bir bilinç olduğu kanısında birleşirler.

“Cinsel aşk” veya “ilahi aşk” batı ve doğu toplumlarında aynı gelişim süreci yaşaması bir tesadüfü değildir. Batı ve doğu felsefesi uzun bir dönem nasıl bir birlerini beslemişlerse “aşk” konusunda ortak bir sonuca ulaşmışlardır. Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Paul ve Virjini, Romeo ve Juliet ile işlenen “aşklar” cinsel, dünyevi arzu ve tutkular ateşlese de ilahi “aşka” dönüşür. Hümanist, mistik halk ozanı Yunus Emre’de de her ne kadar aşk cinsel deneyime ve karşılığa dayanmadan ilahi “aşka” yakarışına tanık oluruz. İslam düşünürü Arabi’ye göre kişi sevdiği kadında Allah’ı sevmekte, o’na ulaşabilmekte, “aşk”ın (cinsel sevgi, aşk) insana dairin, yadsımadığı bilakis kabullenildiği, İslam’da “aşk” ruhların bir kaynaşması, birbirine geçmesi olarak tasvir edilir. (5) Platon’da ruhların kaynaşmasından sözeder. (6)

“Aşk”da cinselliğin veya kadının dışlanması “aşk”ı yalnız ilahi bir yakarış olarak algılanması tarihsel bir sürecin ürünüdür. Batı “aşk”tan kovduğu cinsellik, “cinsel aşk” konusundan doğudan daha suçludur. Kültür geliştikçe, ticaret geliştikçe kadın bir kenara itildi ve önemini yitirdi. Buna karşın Budist kültür ve doğu toplumlarda kadının eskil anlamını korumaya devam etti. Euripides’in Medea ve Phaedra’sı, Shakespeare’in, Clepatra ve Lady Mcbeth’i, Racine’in Phedre’i de trajik kadınları işlemesine karşın(7) bugün batı (modernleşme) kadının imgesini piyasa ihtiyaçları temelinde iğdiş yapmış bulunmaktadır. C. Paglia, bugün aşktan söz ediyorsak acaba doğu toplumların varlığına mı borçluyuz, sorusunda haklıdır.

“Aşk” ve ”erotizm” karşısında konumlanan pornografi belki de batının tüm dünyaya sunduğu, ortaklaştırdığı bir cezadır. C. Paglia, pornografinin mağdur cinsi olan kadını ve pornografiyi sorgulamaya çalışır:

Pornografi sanat mıdır? Evet, sanat; kurmaca ve kavramlaştırma, ilkesel gizlerin törensel teşhiridir. Sanat, doğanın kasıp kavuran acımasızlığında düzen üretir. Sanat suçla yüklüdür demiştim. Pornografinin çirkinliği ve şiddeti, doğanın çirkinliğini ve şiddetini yansıtır”(8),“Pornografi yasaklanamaz, ancak yeraltına sürülebilir, orada da yasadışı işlevi daha da güçlenir. Pornografinin ahlak dışı tasvirciliği, esirgeyici hümanist söz kültüne bir serzeniş olarak daima varolacaktır.(9)

C.Paglia’nın çıkarsamaları, tespitleri kapitalizmin varlık koşuluyla sınırlıdır. Oysa sosyal, siyasal ve eşitlikçi toplumda pornografinin yeri veya pornografinin sanat olarak algılanması veya kabulü veya varsa da toplumsal meşruluğundan sözetmek olanaklı görünmediğini söylemek gerekir. Antik çağda batının ve doğunun egemen sınıfları eğlenmek için köle savaşçılarının birbirlerini öldürmelerine zorlamaları, kadınların cinsel köle olarak kullanmaları birçok sanat tarihi eserlerden bilinen bir gerçeklik. Pornografi her ne kadar antik çağda kültür ve sanat içinde kullanılan bir öğe olmasına karşın sanat olarak ortaya çıkışı kapitalizmle ilişkilidir. Binlerce yıllık insan ve doğa odaklı toplumsal üretim ve tüketim yoksunluğunun getirdiği sınıf egemenliğini öngören bir modern üretim anlayışının bir sonucudur. Sanat olarak kabul edilen pornografi, duygudan arındırma öznenin nesnelleşmesi veya yok olmasını gerektiren “katı” bir gerçeklik söylemidir, eylemidir. Pornografinin tarihi çok eski olmasına karşı bir sanat anlayışı olarak kapitalizmle varolmuştur ve kapitalizmle birlikte sanat ve edebiyat tarihine gömülecektir.

18 yüzyılın “parlak”  kalemlerinden Marguis Sade yaşamının 29 yılını hapishanede 13 yılını akıl hastanesinde geçirmesine karşın dönemin yasa, din ve ahlak anlayışına başkaldıran bir özgürlük anlatıcısı olarak pornografiyi kullanmıştır. “Yatak Odasında Felsefe ya da Ahlaksız Eğitmenler” (10), “Sodom”(11) gibi pek çok eserinde bu izlek görülür. Sade “aşk”ı içgüdülere, haz’a indirerek kendine göre ahlak veya ahlaksızlık olarak nitelenebilecek bir eylem felsefesi oluşturur. Ancak bu Sade’yi ne porno yazarı ne’de eserlerini porno eserler olarak değerlendirmemizi gerektirmez. 18 yüzyılın başlarında ortaçağ karanlığına karşı edebiyatın işlevini, alanını zorlayan Sade edebiyat tarihine önemli bir edebiyatçı olarak geçer. Pornografi sanat olarak sanayi toplumların uğrak bir dönemine denk düşse de insan ve doğa merkezli bir dünyada bir sanat olarak varlığını sürdüremeyecektir. Oysa biz Sade’yi tüm tutku ve hazlarına, pornografik anlatımına ortak olmayı sürdüreceğiz.

Batı toplumlarında pornografinin meşruluğu o’nun sanatsal bir algı olduğu görüşü “aşk”ın hayvansal içgüdülerin (kendi soyunun sürdürülmesi) tatminine yönelim olduğunu öne süren(12) görüşün doğruluğunu veya S. Froud’un “aşk”ın kaynağını cinselliğe, bedenselliğe indirmesini haklı göstermez.(13) Ünlü varoluşçu filozof Jean Paul Sarte ile Simone de Beauvair 50 yıllık beraberliklerinde “aşk” bir mücadele pratiği olarak görülür. Cinsel hayatlarında çok eşli pratikler, uzun süre ayrı mekânlarda yaşama tercihi buna karşın sönmeyen bir “aşk”. Zaten Sarte aşkı “aşk iki insanın birbirini biçimlendirme çabasıdır.” (14) çıkarsaması egemendir. “Şeffaflık ve dürüstlük” bu anlamda karşılıklı bir sözleşme gibidir. Sartre’da “aşk” cinsel pratikten öte bir varoluşsal iddiayı içeren bir eylemdir.

“Aşk” konusunda ortak bir tanım üzerinde buluşmak pek mümkün görünmediği çok açık. Değişen “aşk” mı yoksa değişen “aşk” anlayışı-kavramı mı, sorusu “aşk”ın neden ortak bir tanımı veya dönemler arasında farklılaştığının ipuçlarını verir sanırım.

Öncelikle “Aşk”ın (cinsel aşk’ın) iki alanı olduğu kabul edilmelidir. Birincisi içgüdü ilkel duygu da dediğimiz daha çok Sade, Schopenhauer, Freund’un haklı görülen alanı diğeri kültür, akıl alanıyla yoğrulmuş yaratıcı alan. “Aşk”ın yaratıcı alanı sürekli değişen bir alandır, oturduğu zemin kültürel kimlik, akılsal yönemseme ki, burada ideoloji-felsefe veya genel bir tanım gerekirse dünya algısı ile biçimlenen sanatsal yaratı alnıdır. “Aşk” aslında insanın ilk sanatıdır. İlk’tir ve ilkel bir sanattır. Kültürel gelişim bu ilke sanat anlayışını sürekli değiştirmiş, beslemiş bu nedenle de ortak bir “aşk” tanımı üretmesine izin vermemiştir. “Aşk”ın ilkel duygu olarak tanımladığım alan hemen her yaşta hemen her farklı kültürde ortak duyumsama, histeriklik bir algıyla kendini hissettirmektedir.

Bu nedenle “aşk” edebiyatın, şiirin ayrılmaz bir parçasıdır. “Aşk” yalnız bir duygu algısı ve transferi değil bir kültür ve yaşam anlayışının ortaklaşma çabasıdır da. Bir şiir de “aşk” işlenir ama aslında işlenen konu hayatın kendisi, hayatın yarattığı çelişkilerin teşhiridir.

“Aşk” tüm zamanlarda insan hayatında bu kadar önemli bir alanı kapsamasına karşın M. Foucault, “aşk”ın ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığı, nasıl yaşandığı değil, “aşk” neden kendini gerçekleştirme mücadelesinin merkezine yerleştirdiğimiz, onu kafamıza bu kadar taktığımızı sorgulamaya çalışırken(15) çok haklıdır. Foucault “aşk”tan öncelikli olarak toplumsal hiyerarşi önemsemesi “iktidar her yerde” ifadesiyle “aşk-iktidar” ilişkisini sorgulamaya çalışır. Dolaysıyla Foucault için “aşk” toplumsal çelişkilerin, toplumsal adaletsizliğin ve mülkiyet ilişkilerin yarattığı iktidar biçimlerinden yalıtılmış olmadığını, “aşk”ın temiz, saf özelliğinin aksine temiz bir alan olmadığını vurgular. Foucault için “Aşk”   tapınak veya sığınaktan öte bir birini arzulayan gerilim ortamıdır. Yapısökümcü düşünür Jaegues Derrida da “aşk” bir kişinin salt varlığına yönelen bir yoğunlaşmadansa kişinin temsil ettiği özelliklere doğru yönelen bir duydu alanı olarak tanımlar. İlginin, alakanın, sempatinin kişinin temsil ettiği özellikler yönelmesinden sözeder.(16) Derrida “aşk”ı hayranlık, teslimiyet ekseninde yaşandığından sözetmektedir. Hiçte yabana atılmayacak bu bakışın yanlışlığından veya eksikliğinden kuşku duymak “aşk”ı toplumsallığından soyutlamak anlamına gelir ki bu “aşk”ı tanımlayan tarihsel, kültürel kodlardan arındırmayı beraberinde getirir. Böyle bir yorum insani kendi tarihsel serüveninden koparmaktan başka bir anlam taşımaz. Derida’nın getirmiş olduğu yaklaşım alışıla gelen düşünme alışkanlıkların dışında “aşk” irdelemesini yapısal düzlemde tanımlamak, bozmak ve sökmek, yani “aşk”ın nasıl kaygan bir zeminde varolmaya, yaşanmaya çalıştığını göstermek oldu. Göstergebilimin olanaklarıyla yapılan (17) yapıçözümlemeleri “aşk” konusunun temsil niteliğini, temsil niteliğini yitirdiğinde “aşk”ın yok olduğunu anlatmaya çalışır.

Yakın dönem entelektüel, düşünür Pascal Bruckner “aşk’ın batı kültüründe bireyin “sorumsuzluktan” kaçarak bir “özgürlük” tapınağına kendini hapis ettiğini söyler. “Aşk”ı da bu tapınağın içinde görür. Bu nedenle “Aşk, var olan en antidemokratik iktidar”, der. Dışa kapalılığı anlatan ama içerde bireylerin didişmesi, birbirlerine dayatmaya çalıştıkları iktidar olarak tanımlar. “Aşk” bir paradoks olarak yorumlanır. “Özgürlüğü korumak için aşkı kaybetme ya da aşkı elde tutmak için özgürlüğümüzden vazgeçme durumundayız.”, der.(18)

Bruckner “aşk” üzerine söyledikleri bir ölçüde Foucault’ya yakın görünür. Her ne kadar “aşk” “sorumsuzluktan” kaçılan bir “özgürlük tapınağı” olarak ifade edilse de ki, bu algı Focuault yeterince vurgulanmaz, ilişkiye aktarılanın iktidar algıların sürtüşme ve geriliminden yakınılması ortak bir endişedir.

“Aşk” bir gerçekliktir. Bir akıl gerçekliğidir. Aklın tanığı hatta ispatı “aşk”tır. İster cinsel ister ilahi “aşk”tan sözedilmiş olsun aklın ulaştığı en üst düzey yaratıcı eylemdir. Batı’nın ve Doğu’nun ilahi “aşkı” bir dünya disiplini arzular, burada disiplin uyumdur. Bu uyum ancak inançla sağlanır. İnanç fikirle bütünleşme olarak yorumlanırsa birey gerçekliği ilahi adaletten bekler. Dinlerin binlerce yıllık iktidarı, toplumsal alandaki yeri bu nedenle korumaktadır. Çağların bize sunduğu uyum değil büyük toplumsal bunalımlar, savaşlar, sosyal çatışıklar yani eşitsiz ve haksızlığın kol gezdiği uyumsuz bir dünyadır. Belki bu nedenle Marks,

“Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur.”(19)

ünlü deyişini yazar. “Aşk” (cinsel veya ilahi) akılla, kurguyla yürüyen insan özgü bir olgudur. İnsanlık tarihinin en eski mirasıdır. “Aşk” insan vardır. Tasavvufçular, hümanistler insan merkezli bir algıyla ilahi “aşka” yönelmelerini küçümsememek gerekir. Çünkü böyle bir “aşk” da var. İlahi “aşk”a veya bir düşünceye yönelen “aşk” aslında birbirlerinden farklı değildir. Düşünce nihayetinde somut bir gerçeklik sunsa da önseli metafizik bir duygulanmadır. “Aşk” delilik, aşkınlık, şizofrenin bir taşkınlığı, içinde arzuyla beslenmiş kendinden geçme, narsis bir davranışı beslese de aklın, mantığın etrafında dolanır. Hayvanlarda cinsel içgüdüler (üreme güdüsü) estetize olmamış bir fiili müdahaleyken insanlarda seksüel arzuda öncelik beğeni ve haz ile soyutlanan bir aktivite ötesi yönelimdir. Tiyatral aşkınlıktır.

Bir insan nasıl bir düşünceye, davya inanır ve bunun peşinden hayat boyu koşarsa, bir insana da aynı düzeyde bağlanabilir. Bu bağlılığı, aşkı “Özgürlük tapınağına” dönüştürebilir. Bu “tapınağa” pek çok taşkınlık sığdırabilir ve pek çok “tapınağı” yan yana koyabilir. Bir edebiyatçı veya şair dünyanın en güçlü “aşk”ını yaratabilir ve buna herkesi inandırabilir. Marcel Proust’un karşlık arayan sevgisinde aşkın gizli olduğunu sanabilir. Kant’ın bir bülbülün ötüşünü veya kelebeğin güzelliğini estetik anlamda akılsallaştıramaması gibi “aşk”ı akılaştıramayabiliriz, tanımlayamayabiliriz. Dünyanın saçma olduğunu ilan eden A. Camus(20) gibi hayatı ve aşkı saçma görebilir, ıstırap içinde intiharı tercih edebiliriz. Bergson’un “aşk”a akılla değil sezgiyle yaşayabileceğine inanabilir, bizi de inandırabilir. S. Fround eleştirisiyle ünlenen E. Form “aşk”ı iki kişilik yalnızlık olarak ve hayata karşı varoluşsal bir inanç eylemi olarak görebilir. (20) Ama hiç kimse “aşk” olmadığını, yaşamadığını söyleyemez.

“Aşk” dünde vardı bugün de yarın da varolacak. Çünkü “aşk” insan aklının bir sonucudur. Çünkü “aşk” insanı tanımlar. Sorun Foucault’un yaptığı gibi “aşk”ın hayatımızda neden bu kadar önemli olup olmadığını sorgulamak değil “aşk”ın nasıl yaşanması gerektiği ile ilgilenmek, üzerinde düşünmek çok daha önemlidir. Kimsenin sorumlu tutulmadığı, kimsenin yadırgamadığı ve özgürlükçü bir pratikle “aşk” yani bir hayatın nasıl yaşanacağıyla ilgilidir. Seküler veya laik bir toplumsal yaşantı “aşk”ın tüm ihtiyaçlarına karşılık sağlayacaktır. Kuşkusuz “aşk” laiklik gibi siyasi bir kavramı içermeyecektir ama seküler, laik ve liberter bir alanda varoluşunu doyasıya, taşkınlığıyla yaşayacaktır. Sanatın, edebiyatın ve şiirin başköşesindeki yerini korumaya devam edecektir.

1) Richard Lee, aktaran John Molynex, Sosyalist İşçi Yay. S.32 Molyneux, sosyalizmin teorik desteklenmesinin ötesinde pratik olarak gerçekleştirilmesinin olanaklı olduğunu ve bu olanağı geleceğe ertelenmeden bugünkü koşullarda uygulanabileceğini, insan doğasının ve toplumsal koşulların buna uygun olduğunu sade bir dille anlatmaya çalışır. Bu küçük broşürün insan doğası ve sosyalizm arasındaki ilişkiye kuşkuyla yaklaşanlara şiddetle önerilir.

 2) Arı usun Eleştirisi, Immanuel Kantİdea Yay.

 3) Felsefenin Evrimi- Tarihte Akıl- F. Hegel MEB Yay.

 4) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Sol Yay.

 5) İslam Felsefe Tarihi, Henn, İletişim Yay.

 6) Phaidon – Ruh Üzerine Platon (Eflatun) Kabalcı yay.

 7) Camille Paglia Cinsellik ve Şiddet, ya da Doğa ve Sanat Yay.

 8) A.g.ç eser S.89

 9) A.g.e eser S90

10) Yatak Odasında Felsefe ya da Ahlaksız Eğitmenler Marquis de Sade Ayrıntı Yay

11) Sodom Marquis de Sade Chiviyazıları Yay.

12) Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer Tutku Yay.

13) Cinsellik Üzerine Sigmund Freud Payel Yay.

14) J. P. Sartre’da Yabancılaşma Fenomeni Karakoyun Yay.

15) Kelimeler ve Şeyler M.Foucault İmge Yay.

16) Mahmuzlar Jacques Derrida Pandora Yay.

17) Göstergebilim ve Gramatoloji Jacques Derrida AFA Yay.

18)Bireysel bağımsızlık- topluluk bütünlüğü Aşk Paradoksu Pascal Bruckner, YKY

19) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Sol Yay. S.37-39

20) SİSİFOS SÖYLENİ ve BAŞKALDIRAN İNSAN Albert Camus Can Yay.

21)Sevme Sanatı Erich Fromm Payel Yay.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl