“Atatürk’e benzeyen adamın tek sorunu Atatürk’e benzememesi” gibi bir şey yazmıştı bir sosyal medya kullanıcısı. Haklıydı da. “Atatürk’e benzeyen adam” uzaktan biraz andırsa da aslında Atatürk’e benzemiyordu. “Bir Atatürk karikatürü” diyebiliriz ki bu daha doğru olacaktır. İki anlamda karikatür: Birincisi, kendisine gösterilen ilgiyle birlikte, zaman zaman büründüğü rolü gerçek sandığına dair davranışlar sergilemesi ve kendisini buna kaptırdıkça karikatürleşmesi anlamında; ikincisi ve daha önemlisi ise tiyatral, içi boşaltılmış, ritüellere indirgenmiş, nostalji ve romantizmden ibaret, dolayısıyla karikatürize bir Atatürkçülüğün sembollerinden biri olması, “zamanın ruhu”nu sembolize etmesi anlamında.

Yine de burada bir “masumiyet” olduğunu, daha doğrusu “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”ın yanında “Atatürk’e benzeyen adam”ın son derece masum kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”, asla doğrudan söyleyemese de kendisini “ikinci kurucu” olarak görüyor, rejimi değiştirmediğini iddia etse de rejimi çoktan değiştirmiş durumda ve 1923’le ideolojik, politik, varoluşsal bir derdi olan bir geleneği, yani İslamcılığı temsil ediyor, siyasal İslam bizzat onun şahsında somutlaşıyor.

İşte İslamcılıktan temellenen yeni rejim, bir süredir yeni bir de resmi tarih yazımına girişmiş durumda ve Atatürk, Milli Mücadele ve Cumhuriyet de bu yeni resmi tarih yazımına göre yeniden yazılıyor, yeniden kavramsallaştırılıyor. Türkiye İslamcılığı 17 yıllık iktidar döneminin ardından “kurucu öteki” olarak gördüğü Atatürk’ü ve ona bağlı olarak Milli Mücadele’yi ve Cumhuriyet’i söyleminden dışlayarak bir yere varamayacağını anladığı için, nesnelliğin buna izin vermediğini gördüğü için, “içleyerek dışlama” diyebileceğimiz bir yöntemi deniyor.

Yani İslamcılık bu üçlüyü söylemine dâhil ediyor ama onları tarihsel bağlamından kopararak, Osmanlıcı ve İslamcı bir tarih anlatısının içine yerleştirerek, dolayısıyla hakikati çarpıtarak yapıyor bunu; böylece Mustafa Kemal’i de, Milli Mücadele’yi de, Cumhuriyet’i de daha kolay soğurabileceğini ve zararsızlaştırabileceğini düşünüyor çünkü.

Bu tarih anlatısının son örneğini bu 10 Kasım’da bir kez daha gördük. “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”, Atatürk’ün Samsun’a bir Osmanlı paşası olarak çıktığını, TBMM’yi de Osmanlı adına faaliyete geçirdiğini ilan etti. Üstelik bununla da yetinmedi ve bir süredir yaptığı üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin aslında Osmanlı’nın devamı olduğunu söyledi. Bunları söylerken de uzun uzun Osmanlı’yı övmeyi ihmal etmedi.

Henüz “Atatürk’ü Samsun’a ülkeyi kurtarması için Vahdettin yolladı” seviyesine gelmese de, derdin ne olduğu, ne yapılmaya çalışıldığı çok açık. Yeni rejim kendi resmi tarihini yazıyor ve bu anlatıda Atatürk, hilafeti ve saltanatı kaldıran, Osmanlı mirasını reddeden, hanedanı sürgüne yollayan ve dini kamusal alandan çıkarmayı hedefleyen radikal bir aydınlanmacı olarak değil, “gavura karşı savaşmış bir Osmanlı paşası” olarak resmediliyor.

Atatürk’e ülkeyi kurtardığı için bir minnet duyulması gerektiği belirtiliyor ama sadece bu kadar; inkılapların, devrimlerin Atatürk’ü, “biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” sözlerinin Atatürk’ü yok sayılıyor. Hatta bu yılki 10 Kasım’da görüldüğü üzere, “harf devrimiyle her şey sıfırlandı” denilerek açıkça devrimlere karşı bir tutum sergileniyor.

Cumhuriyet ise bu yeni tarih anlatısında Osmanlı’dan bir “kopuş” olarak değil, Osmanlı’nın devamı olarak kabul ediliyor, öyle sunuluyor. Cumhuriyet’in bir “kopuş” olduğu, Osmanlı mirasını elinin tersiyle bir kenara ittiği, monarşiyi ve teokrasiyi tarihin çöplüğüne attığı, egemenliği “tanrının yeryüzündeki gölgesi”nden ve saraydan alıp yeryüzüne indirdiği ve seküler bir kolektif kimliğe, yani “ulus”a verdiği unutturulmak isteniyor. Böylece Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i Osmanlı’dan bilinçli bir kopuş projesi olarak tasarladığı ve buna uygun bir strateji izlediği gerçeğinin üzeri, “Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamıdır” şeklindeki “süreklilik” iddiasıyla örtülmüş oluyor.

Tüm bunlar ise bugün yaşadığımız sürecin bir rejim değişikliği süreci olduğunu, 1923’ün kurucu felsefesinin tasfiye edildiğini, İslamcıların devleti ele geçirdiğini, İslamcılığın resmi ideoloji haline geldiğini ve “Atatürk’e benzemeye çalışan kişi”nin kendisini “ikinci kurucu” olarak gördüğünü gizlemeye ve böylece Atatürkçü, Cumhuriyetçi kitlelerin potansiyel öfkesini dizginlemeye yarıyor.

Yeni rejim “her şeyin değişmesi için hiçbir şeyin değişmemesi gerektiğini” son derece iyi biliyor. Tam da bu nedenle kitlelere “Bakın işte anayasa, TBMM, Anıtkabir yerinde duruyor, ülkenin adında hala cumhuriyet var, hala 29 Ekim’i kutluyoruz, 10 Kasım’da Atatürk’ü anıyoruz, rejim nasıl değişmiş olabilir ki?” diye sesleniyor.

Peki bu işe yarıyor mu? Kendisine Atatürkçü, Cumhuriyetçi diyen kitlelerde bu söylemin bir karşılığı var mı? Maalesef ki olduğunu söyleyebiliyoruz. CHP’nin “sağ seçmeni ürkütmemek” üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı ama aslında giderek bir merkez sağ parti hüviyetine bürünmesinden kaynaklanan tutumuna ve bu tutum üzerine kurduğu söylemine, bir de kendisine Atatürkçü diyen kalem erbabının bu tutum ve söyleme desteğinin eklenmesiyle birlikte, CHP seçmeni olan kitleler, bilinçsiz bir şekilde, ehlîleştirilmiş, radikalliğinden arındırılmış, tarihsel bağlamından koparılmış, İslamcılığın söyleminin içerisine yerleştirilmiş bir Atatürk imgesini benimsiyor, Atatürkçülüğünü de bunun üzerine kuruyor.

Örnek mi? İstanbul’un CHP’li merkez sağcı belediye başkanı ile Ankara’nın CHP’li ülkücü belediye başkanının 10 Kasım’da Atatürk için mevlit okutması, yani dini kamusal alanın dışına taşımayı hedefleyen bir lideri kamusal alanda dinsel bir ritüelle anması, CHP’liler açısından artık tartışma konusu bile değil; bilakis, kendisine Atatürkçü diyen kitleler nezdinde gayet normal görülen, içselleştirilmiş bir hadise. Bizzat Atatürk’ün kurduğu ve bizzat Cumhuriyet’i kuran partinin bugünkü kadrolarının, dini kamusal alandan dışlayıp özel alana hapseden, kurduğu rejimin temeline laikliği yerleştiren bir lideri kamusal alanda dini ritüellerle anmasını ve CHP tabanından buna en ufak bir tepki bile gelmemesini Türkiye İslamcılığın bir başarısı olarak görmek gerekiyor.

Tıpkı 29 Ekim’de internete düşen bir videoda izlediğimiz ve bir toplu taşım aracında İzmir marşı söyleyen bir grup insanın, sırf araçta sakallı, cübbeli biri var ve bundan rahatsız oluyor diye “tacizci, faşist, vesayetçi, 28 Şubatçı” vs. diye damgalanması ve buna da bir grup Atatürkçünün destek vermesi örneğinde olduğu gibi, bunun da siyasal İslam’ın hanesine bir başarı olarak yazabiliyoruz.

Bu başarının bizi götüreceği yer ise “AKP’siz bir AKP rejimi”nden, aşırılıkları törpülenmiş “light” bir İslamcılığın AKP-sonrası dönemde Türkiye’yi uzun yıllar boyunca yönetmesinden başka bir şey değil maalesef.

Türkiye toplumunun mevcut rejimden bıkkınlığı -ki buna “ölüm” diyelim- düzenin sahiplerinin bizi “sıtma”ya razı etmesi için muazzam bir fırsat anlamına geliyor; onlar da bu fırsatın farkındalığıyla, “light” İslamcılığın taşlarını adım adım döşüyorlar. Bunu yaparken de tıpkı iktidar gibi Atatürk’ü radikalliğinden, aydınlanmacılığından, laikliğinden, devrimciliğinden uzaklaştırıp, tarih dışı, siyaset üstü, içi boşaltılmış bir figüre indirgiyorlar. Bankaların, holdinglerin, yani bu rejimin arkasındaki esas sınıfsal öznelerin 29 Ekim’lerdeki, 10 Kasım’lardaki videoları en çok bunun için var, en çok bu işe yarıyorlar.

Tam da bu nedenle “AKP’nin ve düzenin Atatürk’üyle, CHP’nin ve Atatürkçülerin Atatürk’ü arasında artık sadece derece farkı var” diyebiliyoruz. Hepsi de İslamcı tarih anlatısının argümanları üzerinden bir Atatürk anlatıyor topluma, hepsi de Mustafa Kemal’i İslamize edilmiş 2019 Türkiye’sine uyarlıyor, çarpıtıyor, böylece kendileri açısından zararsız hale getiriyor. Dinselleştirilmiş Türkiye’ye, dinselleşmiş Türkiye’nin iktidarına ve ona ayak uyduran muhalefetine ancak böyle bir Atatürk uygun düşüyor çünkü. Dinselleştirilmiş ve Cumhuriyet’i yıkılmış Türkiye’de düzen için de, iktidar için de, Cumhuriyet yıkılmamış numarası yapan CHP için de en uygun Atatürk anlatısı bu çünkü.

Ve buradan bir kez daha “rejim değişikliği” meselesine geliyoruz!

Bu yıl da bir kez daha “neyi kutluyorsunuz, kutlayacak bir Cumhuriyet var mı” diye sordu gidişata çomak sokmak isteyen, mızıkçılık yapan, oyunbozan birileri 29 Ekim’de ve ne ironiktir ki bir kez daha kendisine Atatürkçü, Cumhuriyetçi diyenler tarafından meczup, deli ve hatta hain muamelesi gördüler. Sadece iktidar değil muhalefet de rejim değişmemiş, 1923’ün kurucu felsefesine bütünüyle ters bir rejim kurulmamış, anayasa askıya alınmamış, ülke saraydan ve kararnamelerle yönetilmiyormuş, Meclis bir dekora dönüşmemiş, ulus yerine ümmet ikame edilmemiş gibi yaparken, birilerinin payına da bir kez daha meczup damgası yemek düştü.

Oysa bir kez daha bağıra çağıra belirtmek gerekiyor ki, Cumhuriyet yıkıldı, rejim değişti, İslamcılar devletin sahibi oldu. Tam da bu nedenle, bu gerçeklere gözünü kapayarak, bu gerçekler yokmuş gibi yaparak, duygusal davranarak politik bir adım atmak mümkün değil. Çünkü “ne yapmalı” sorusuna yanıt vermek için önce mevcut durumu bütünlüklü bir perspektifle ve nesnel bir şekilde değerlendirmek gerekiyor.

O halde tekrar başa dönelim ve öyle bitirelim yazıyı. Atatürk’e benzemediği halde “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”ın yaptıklarının yanında, Atatürk’e benzemediği halde “Atatürk’e benzeyen adam” diye anılan adamın yaptıkları hiçbir şey. “Atatürk’e benzeyen adam”ı var eden şey ise tam olarak “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”ın yaptıkları karşısında, yani Cumhuriyet’i yıkmış ve onun anti-tezi olan bir rejim kurmuş olması karşısında, milyonların öyle değilmiş gibi yapması, hakikate kulağını kapaması.

O milyonlar hakikatle yüzleşmeyi reddettikçe ise “Atatürk’e benzeyen adam”la “Atatürk’e benzemeye çalışan adam”dan ibaret bir ülkeden başka bir şey kalmıyor elimizde.