Ana Sayfa Litera AYGIR FATMA / YÜRÜYEN MERDİVENDE OSMAN CEMAL KAYGILI ÜZERİNE

AYGIR FATMA / YÜRÜYEN MERDİVENDE OSMAN CEMAL KAYGILI ÜZERİNE

AYGIR FATMA / YÜRÜYEN MERDİVENDE OSMAN CEMAL KAYGILI ÜZERİNE

Toplu taşıma araçlarında insanların yüzüne bakarım. Çünkü her surat yeni bir veridir beynimizin hard diskinde. Bazen olayı abartıyor olacağım ki baktığım insanlar işkillenerek bana dik dik bakmaya başlıyorlar, hemen gözlerimi çeviriyorum. Geçenlerde Taksim metrosunda, biri yukarı çıkan diğeri aşağı inen, yan yana iki yürüyen merdivenden yukarı çıkana bindim. Yanımdan aşağıya inen insanları gözlemliyorum. Fabrikasyon üretim gibi, üstten devamlı yenileri geliyor. Afiyetle yediğimiz şekerlemelerin, çikolataların üretim tesislerini gösteren National Geographic belgeseli misali.

Şehir tam bir fabrika. Toplu ulaşım gibi ortamlar bu düzenin önemli aşamalarından biri. Şehirdeki milyonlarca insanın keşmekeş olmadan yaşaması için bu fabrikasyon düzen şart evet ama bu dengeyi sağlayamazsak ve dönüşmekte olduğumuz “şey”, insan olmanın temel yapıtaşlarına üstün gelirse durum hiç de iç açıcı olmayacaktır.

Merdivendeyim hala, yürüyen merdiven diyorlar adına. Merdiveni bile yürütebilen modern dünya, rahmetli anneannemi 15 yıl tekerlekli sandalyeye mahkum etti, yürütemedi, ne tezat! Bakıyorum suratlarına insanların. Herkes karşıya bakıyor. Sanki insanlar ile yüz yüze gelmek ayıpmış gibi… Toplu taşıma aracının içinde olsak akıllı telefon yardıma yetişecek ama yürüyen merdivende o da yok, anlamsız bir refleks ile herkes karşıya bakıyor. Ne var karşıda? Hiçbir şey! “Ufka bakan derin insan” bakışı değil bu; kaçamak, yalancı bir göz kaçırış. Halbuki yanından geçip gidenler toz zerreciği değil, insan! İnsan insanın gözüne bakmalı, onunla iletişim kurmalıdır bir an bile olsa. Büyük şehirlerde yaşıyoruz, bu kadarcık iletişimi de yapmazsak bilim kurgu romanlarındaki insansılardan ne farkımız kalır? Her sabah kurulmuş saat gibi işe giden ve akşam aynı saatte işten dönen kurulmuş robotlar yığını! Ne feci bir dünya… Halbuki bizim gözlerimiz var, hislerimiz var, selamımız var. Metrobüs girişinde akbil basarken, dondurucu soğukta o açık alan istasyonda bekleyen güvenlik görevlisine bir selam versek ne kaybederiz? Cümle kurman, kelime sarf etmen de gerekmiyor; sadece bir bakış ve lütfedersen de bir tebessüm.

Yürüyen merdivenin yolu uzun. Ben yukarı çıkarken yanımdan aşağı doğru akan insanların yüzlerine bakmaya devam ediyorum. Herkeste bir ciddiyet. “Şehirli birey” olmayı bu ciddiyet sanıyorlar herhalde, ne büyük yanılgı! Ciddiyeti yüz ifadesi ile takınılan bir hal sanıyorlar, ne acı! Herkeste yalancı bir ifade. “Bu ben değilim” diye bağırıyor suratları ama nafile, ısrarla vazgeçmiyorlar bu tavırdan.

Yukarıda, yürüyen merdivenin başında beliriveren kot pantolonlu, siyah kaşe kabanı ve atkısıyla gövdesini korunaklı bir kale gibi güvenceye almış dalgalı sarı saçlı kadın mesela… Makyajındaki canlılığı gözlerinde göremiyorsunuz, bir sorun var, belli oluyor, çerçeve ve resim uyumsuz. Boş bir makyaj oluyor o zaman. Kapatıcı gibi kullanmış makyaj malzemelerini. Neyi kapatmıştır kim bilir… Belki eşiyle olan aşılmaz sorunlarını, belki dün gece erkek arkadaşı ya da ailesiyle yaşadığı bir tartışmayı, belki de işyerindeki mutsuzluğunu ve işe yine lanet okuyarak gitmesini kapatmak için sürmüştür boyaları yüzüne.

Onun hemen ardından üretim bandında, pardon yürüyen merdivende; gri takım elbiseli, mat kırmızı kravatlı, seyrek saçlarını geriye doğru taramış ancak uykusuzluktan şişen gözlerini saklayamayan, bankacı ya da öğretmen olduğunu tahmin ettiğim adam beliriyor. Elinde siyah evrak çantası. Bir asker ciddiyetiyle karşıya bakıyor, çevreye bakmak suçmuş gibi, sadece karşıya ve sert ifadelerle. Bakın mutsuzluk demiyorum, ciddiyetle bakıyorlar. Oysa ki bir insan mutsuz olabilir, bu gayet tabiidir, fakat mutlu ya da mutsuzken ciddi görünme zorunluluğu nereden geliyor? İşyerinde değilsiniz, orası bir işyeri değil, neden bu zorunluluk? Bu ciddi adam kırklı yaşlarında. Evlidir de muhtemelen. Kim bilir bu ciddi, vakur adam akşam eve gidince çocuk ya da çocuklarını nasıl seviyor, onlarla nasıl yuvarlanıyordur? Oturup iki kadeh içseniz ne esprilidir kim bilir, kahkahadan çeneniz ağrıyacak duruma gelirsiniz, belden aşağı ne fıkralar biliyordur belki? Ama bunların hiçbiri olmuyormuş gibi metroda takınılan ciddi tavır… Askeri birlik gibi…

Tüm bunlara rağmen, nadir de olsa bu ciddiyet maskesini takmayan insanlara da denk geliyorum. Kimse ona bakmıyorken ve o da kimseye bakmıyorken bile gözlerindeki enerjiyi koruyabilen o mukaddes insanlara rastlıyorum. Bence insan olmanın en büyük sorumluluğudur tebessüm etmek! Her şeye rağmen, tüm sıkıntılarına, acılarına rağmen insan olmanın getirdiği asgari sorumluluğu, yani çevrene insan olduğun ve dünyada olduğun gerçeğini bir tutam tebessümle yansıtamıyorsan yoksun sen, var değilsin! İnsan, hiç değilsin! Mesela şu an yukarıdan merdivene bindi; spor giyimli, kısa saçlı, sarışın, zayıf bir genç kadın. Muhtemelen Kuzey Avrupalı. Gözlerinde yaşam enerjisi var, durduğu yerde dengeli bir tebessüm saçıyor çevresine, asla ciddi değil ve asla laubali bir gülümseme de değil bu. Tam kıvamında. Gittikçe bana yaklaşıyor, yaşam enerjisini hissedebiliyorum, yaklaşıyor ve yanımdan geçerken göz göze geliyoruz. Sağ ve sol yanağındaki iki gamze ve gözleriyle bana selam veriyor, ben de karşılık veriyorum. Tüm bunlar 1 saniye içerisinde oluyor. Yanımdan geçip gidiyor ve muhtemelen birbirimizi hayatımızda bir daha hiç görmeyeceğiz. Ama olsun, ikimiz de insanlığımızın gereğini yaptık ve mutluyuz.

Tavuk kesim tesislerindeki yürüyen bantlara konularak o pek de müthiş olmayan sona doğru giden tavuklardan olmadığını hissediyor ve mutlu oluyorsun. İnsan olduğunu hatırlıyor ve işe gitmek gibi, para kazanmak gibi uğraşların aslında insan olmanın diğer sorumlulukları yanında çok da çapsız kaldığını bir kez daha anlıyorsun.

Genç sevgili çift el ele beliriyorlar yukarıdan. Lise çağındalar. Yaşamanıza lanet ettirecek her şeye, her belaya, her sıkıntıya bir başkaldırış gibi! Gözlerinde meydan okuyuş var yalnızlığın soğuk tenhalığına. Tebessüm ve umut saçıyorlar kapsama alanındaki herkese. Almak lazım bu enerjiyi, bedava çünkü o, paha biçilemez, görmek lazım. Bu genç çifti görünce elimde taşıdığım kitap geldi aklıma. Osman Cemal Kaygılı’nın “Aygır Fatma” isimli romanı. 1900’lerin başı İstanbul’unda, sevgililerin birbirine söylediği bir türküden bahsediyor yazar: “Filya tarlasında vuruldum sana / Aygın baygın gözlüm, işte kul oldum sana” (1)

“Sağ tarafta beklenir, sol tarafta bekleme yapılmaz!” diye bir cümle duyarsınız bazen merdivende. Yürüyen merdivenler için yaratılmış, önceden yazılı olmayan ancak zamanla yazılı hale gelen bir şehir adeti. Dalıp da sol tarafta beklemişseniz arkadan hemen yine aynı, az önce değindiğimiz ciddiyet, bu defa ses tellerine dadanıyor: “Sağ tarafa geçer misiniz, sol tarafta beklenilmez! “ Sanki askeri birlikte ordunun ilerleyişini bozan acemi er gibi azarı yersiniz. O seste emir vardır, bıkkınlık vardır, hükmetme açlığı vardır, şehirli olanın taşralı olana –az da olsa- duyduğu öfke vardır. O ses tonu “medeniyete” erişmiştir, ‘AB’ye çoktan girmiştir o ses tonu; ve yine o ses tonu, işyerinde cahilliği yüzüne vurulamayan patrona karşı biriken öfkenin dışa vurumudur: “Sağ tarafta bekler misiniz lütfen!”

Küçük kırmızı düğmeleri oldum olası severim. Hani bazı eylemler insan beynine tarifi mümkün olmayan bir haz verir: “Çim biçmek, saç kesmek, hamur ellemek, vb.” İşte bu da öyle bir his bende. Minibüslerin kapı açma düğmeleri mesela, aklımı başımdan alır, basmak isterim. Küçükken otobüs sürmeye merakım vardı, imkanlar da kısıtlı, evde bulduğum eşyalarla otobüs sürerdim. Annemin yuvarlak tepsisi direksiyon, sarımsak havanı vites; terlikler gaz, fren, debriyaj, tuzluğun baş kısmı da otomatik kapı açma düğmesi olurdu. O düğmeye bastığımda pıss diye ses çıkartırdım ağzımla, kapı açılıyordu çünkü kolay değil, pıss yapıyor kapılar, annemle dolmuşa binerken öğrenmiştim bunu. Teyzeme dolmuşla giderdik. Çok küçükken dolmuşta benim için para ödemezdi annem, sonra ödemeye başladı. İnsanların varlığının maddi bir bedeli olduğunu öğrenmeye başlıyordum. İşte o dolmuşlarda gördüm bu kapıları ilk defa. Pıss diyordu kapılar, dilleri böyleydi. Yolcularım hayalimde otobüsüme biniyor, kapıyı kapatmak için yine düğmeye bastığımda yine pıss… Yürüyen merdivenlerde de bu kırmızı küçük düğmeden var. Acil durumda merdiveni durdurmak için. O kadar cezbedici ki, her görüşümde basmayayım diye kendimi zor tutuyorum. Yine gözüme ilişti işte, küçücük, altta bir yerde. Çoğu insan görmüyor bile onu. “Gel bana bas” der gibi bakıyor gözlerimin içine. Ama yapamam. Acil bir durum yok. Hem nedir ki acil durum? Mesela birisinin eteğinin merdivene sıkışması, evet ciddi bir tehlike ve acil durumdur. Başka nedir? Bilmiyorum. Metroda trenlerin içinde ”acil durumda treni durdurmaya yarayan kol” vardır mesela. Tam adı da şudur: “Acil durum kapı imdat açacağı”. Fiyakalı bir isim. Aletin adı ve nasıl kullanılacağı yazıldıktan sonra en alta da parantez içinde eklenir: “Gereksiz kullananlar cezalandırılır!” Her görüşümde, yıllardan beri merak etmişimdir. Nedir bu ceza? Diyelim ben bastım buna ve treni durdurdum. Ne ceza verilecek bana? Kim verecek o cezayı? Misal, kapalı mekanlarda “sigara içilmez” posteri asılıdır. Bu posterde sigara içmenin yasak olduğu ve içenlerin kanunun bilmem kaçıncı maddesi gereği kanun ölçüsünde cezalandırılacağı yazar. İlgili kanun maddesi vardır yani. Burada ise ne bir kanun maddesi ne yönetmeliğe atıf. “Cezalandırılır!” yazıyor sadece. İyi de nasıl? Kim verecek cezamızı? Böyle bir yönetmelik var mıdır yoksa sadece küçük çocuklara denildiği gibi, “sobaya yaklaşma cıs olursun, polise veririm seni” türünden bir korkutma mıdır bu? Bilmiyorum. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki…

Ne derin yapmışlar bu istasyonu, çık çık bitmiyor. Toprağın altına girmeyi ölümle bağdaştırıp korkan insanlar; trafik gibi, hava bombardımanı gibi, doğal afet gibi, kalabalık gibi sorunlarla karşılaşınca çareyi toprağın altına girmekte buluyorlar, ne tuhaf!

Yukarı doğru çıktığım yürüyen merdivende sona yaklaşıyoruz. Yanımdan insanlar akıyor. Hepsinin yüzüne bakmaya çalışıyorum ama kaçının yüzünü ezberleyebilirim meçhul. Yüz hafızamız gariptir, çekik gözlü insanların hepsini birbirine benzetiriz, ayırt etmek zordur bizim için. Oysa bir Çinli için çekik gözlü insanların birbirine benzemesi gibi bir şey söz konusu bile değildir, çok kolay ayırabilirler yüzleri. Onlara da gözleri çekik olmayan insanları ayırt etmek, yüz hafızalarına kaydetmek zor geliyor.

Bahsetmiştim. Elimde, sol bel kemiğime yaslayarak taşıdığım bir kitap var: “Aygır Fatma”. Yazarı Osman Cemal Kaygılı. Yanımdan aşağıya inen, orta yaşı biraz geçmiş şık giyimli bir hanımefendi gözlerini kısarak kitabın kapağına odaklanıyor, adını okumaya çalışıyor belli ki, hoşuma gitti bu davranışı. Gözlerime olmasa bile kitabıma da bakabilirsiniz, yeter ki normalleşin! Kitabın adını zor da olsa okuyan kadın başını hafifçe yukarı kaldırarak yüzüme baktı, benim de ona baktığımı görünce tebessüm etti, ben de karşılık verdim. Kötü durumda olsak da umutsuz olmadığımızı gösteren “şeref golleri” idi bunlar. Öyle ya, kadınlar ve gençler bilmez, eskiden “şeref golü” diye bir şey vardı. Futbolda büyük takımlara 7-0, 6-0 gibi sonuçlarla yenildiğimiz, şimdinin futbol bazında Moldova’sı diyebileceğimiz bir seviyedeydik o zamanlar. Ancak bir takıma 6-0 yenilmek onur kırıcı bir durumdu. Mahalle arası maçlarında da aynı ahlak kriteri geçerli idi. 6-0, 5-0 vb. gibi sonuçlarla bitirme maçı, 8 tane gol ye icabında ama 1 tane at! İşte o şeref golüdür! Sizin var olduğunuzu simgeler, şerefinizi temsil eder. “Yok”luğu anlatmak kolaydır, zor olan “var”lığını ispatlamaktır. İşte o 1 gol, senin “var” lığının ispatıdır.

Merdivenin sonuna gelmiştik. “Kara görünmüştü”. Yürüyen merdivenlerin ülkemize geldiği ilk zamanlar –İzmir’de Sümerbank’ta vardı- pek çok kişi yürüyen merdivene binmeye korkuyordu. Kendi etrafında dönüp duran bu “şeye” binmek, dahil olmak ve ondan inmek, ayrılmak büyük endişe yaratıyordu kimilerinde. Hırçın bir at gibi görüyorlardı belki, merdivenin sonunda inilmesi gereken yerde, beyin tam o an “adım at” komutunda gecikirse bu hırçın atın sizi üzerinden fırlatacağı korkusuna benzer bir korkuydu belki de.

Merdivenden başarıyla inip, “karaya ayak basmıştım”. Gün ışığına kavuşunca içinde bulunduğum metro ahalisinin adımları hızlandı. Ana rahminden çıkan bebeğin günışığı karşısındaki heyecanı gibi. Çünkü dünya heyecanlandırır insanı!

Taksim Meydanı’nda yürürken sol bel kemiğime yaslamş olduğum kitaba, orada bulunan bir trafik polisinin gözü ilişti. Kitabın adı malum: Aygır Fatma. Kitabın adını okuyunca gözlerime baktı, beni zararsız gördü ki kafasını diğer yöne çevirdi. Ofise varmadan bir simit alayım diye meydandaki simtçide durdum. O esnada simit almakta olan kasketli, gözlükleri buhurdanlık gibi buğulu, uzun trençkot giymiş, orta yaşın epey üzeri bir adam vardı. Simitçi onun paketini hazırlarken adam çevreye bakınmaya başladı, yan tarafında beni gördü, elimdeki kitaba odaklandı. Dikkatlice kitaba eğilip yazarını görmeye çalışarak sordu:

  • Kimin kitabıdır bu?
  • Osman Cemal Kaygılı.
  • Hımm, hiç tanımıyorum, ilginç bir kitaba benziyor.

Adam simitlerini aldı, bana ve simitçiye paylaşacağımız bir “iyi günler” temennisi bırakarak yanımızdan ayrıldı.

Osman Cemal Kaygılı’yı çoğunuz bilmez, normaldir, ben de bilmiyordum. Bundan bir hafta kadar önce Sait Faik’in düzyazılarını okurken ilk defa rastladım bu isme. Kolay kolay hiçbir yazarı beğenmeyen, hepsini o güzel diliyle eleştiren Sait Faik Abasıyanık, birkaç yerde Osman Cemal Kaygılı ismini öne çıkarıyor ve eleştirdiği diğer yazarlara bu ismi örnek göstererek onu övüyordu. İlk başlarda dikkate almasam da birçok yerde bu ismin Sait Faik tarafından en üst seviyede övgüye mazhar olduğunu görünce dikkatimi çekti. “Şu anda görebildiğim tek ve gerçek yazar” diye iddialı konuşuyordu Sait Faik onun için. Bu adamı araştırmaya ve okumaya karar verdim.

1890 doğumlu olan Osman Cemal Kaygılı’nın babası mahalle bakkalı, annesi ise ev hanımıdır. Askeri Katip Yetiştirme Okulu’nu (Menşe-i Kuttab-ı Askeriye) bitirince Erkan-ı Harbiye Umumiye’sinde müfettiş olarak çalışmaya başladı. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat Terakki’ye üye oldu.Bu onun hayatını değiştirecek bir karar idi. Mizah türünde olan “Eşek” ismindeki ilk yazısı bu yıllarda yayınlanmıştır(1909). Mizah türünde yazmasında Refik Halid Karay gibi isimlerin büyük teşviki olmuştur.

Mahmut Şevket Paşa suikasti sonrasında soruşturmaya bir şekilde adı dahil olmuş ve Sinop’a sürgün edilmiş, üç yıl süren sürgün hayatının ardından İstanbul’a dönerek müfettişlik görevine devam etmiştir. Sürgün dönüşünde, Refi Cevad’ın çıkardığı Alemdar gazetesinde ve Refik Halid’in “Aydede” isimli mizah dergisinde hikâye ve yazılarını yayımladı. Bunların yanı sıra “Şebab” ve “Alay” gibi dergilerde yazdı.(2) Fakat 1918 yılında adını kaynaklarda bulamadığım bir hastalık sebebiyle malulen emekli edilmiş ve hayatının en zor kısmı Osman Cemal Kaygılı için şimdi başlamıştır. Bu tarihten sonra ciddi geçim sıkıntısı çeken Kaygılı; sütçülük, manavlık, manifaturacılık, vapurlarda biletçilik dahil pek çok iş yaptı. Hatta bir dönem dağlardan kocayemiş toplayıp sattığı da söyleniyor. Yine bu dönemde hiçbir gazeteye bağlı kalmadan çeşitli gazetelerde mizah ve fıkra türünde yazıları yayınlanmaya devam etmiştir.

Osman Cemal Kaygılı için dönemin çeşitli eleştirmenlerinin kullandığı “halk romancısı” tabiri bence yerine cuk diye oturuyor. Onun şu ana kadar “Aygır Fatma”(1944), ve “Çingeneler”(1939) romanlarını okudum. Bu iki romanı da nasıl bitirdim anlamadım. Bu kadar sade ve kaliteli bir üsluba zor rastlıyoruz. Onun romanlarından alıntı yaparak sosyal medyada paylaşacak anlamlı bir paragraf ya da cümle bulmak zordur. Neredeyse yoktur. Gayet sade bir anlatım, yalın bir cümle dizimi. Bu yalınlığa, “basit”liğe rağmen onu değerli kılan şey sizi içine çekiveren doğallığıdır. Ağda ve süse hiç gerek duymadan, günlük konuşma dili içerisinde kendini okutan bir yazar. Ahmet Rasim gibi Osman Cemal Kaygılı’nın romanlarında da eski İstanbul’un kılcal damarları olan mahalle aralarını tüm berraklığıyla görüyoruz. Olaylar asla sırıtmayan bir dille, sanki dün yazılmış gibi güncel bir üslupla okuyucuya sunuluyor. Eski İstanbul’un o sıcaklığını, etnik grupların ve şehir sakinlerinin yaşantısını, aşk acısını, parasızlığı size en ince detaylarına kadar hissettiriyor. Çingeneler romanıyla 1942 yılında CHP Roman ödülünü de kazanan yazar; roman,mizah,öykü,fıkra gibi türlerin dışında tiyatro oyunları da yazmıştır.

Argoyu kullanmadaki ustalığı da dikkat çeken bir başka yönüdür. Eserlerindeki doğallık ve gerçekçiliğin onun uzun bir süre yaptığı işportacılıktaki gözlemlerinden biriken bir olgu olduğu düşünülüyor. Bu haklı bir düşüncedir. Vapurda biletçilik yapan bir yazarın, yazacağı ne kadar malzeme birikir bir düşünsenize!

Arkadaşları arasında taklitler yapan, ortaoyununa özel ilgi duyan Osman Cemal için Behçet Çelik’in söylediği şu cümle dikkate değerdir: “… Osman Cemal’i, bu anlamda Hüseyin Rahmi ile Sait Faik arasında bir köprü olarak düşünebiliriz.”(3)

Romanları: Çingeneler (1939), Aygır Fatma (1944), Bekri Mustafa (1944), Antebin Hamamları (1944), Kovuk Palas’ın Esrarı (1942’de Son Telgraf’ta tefrika edilen eser, ancak 2003 yılında kitap olarak yayımlanmıştır).

Öyküleri: Altın Babası (1923), Çuvalcı Şeyhinin Halefi (1923), Bir Kış Gecesi (1923), Çingene Kavgası (1925), Tekin Olmayan Kedi (1925), Goncanın İntiharı (1925), Mahkemede Kaynana Gelin Davası (1925), Eşkıya Güzeli (1925), Perili Bostan (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938)

Oyunları:Mezarlık Kızı (1927), Üfürükçü (1925), İstanbul Revüsü (1925)

Araştırmaları: Köşe Bucak İstanbul (1931), Argo Lugatı (1932), İstanbul’un Semai Kahveleri Meydan Şairleri (1937) (4)

(1) Aygır Fatma – Yaz. Osman Cemal Kaygılı – Mavi Çatı Yayınları – 2017, sf.5

  1. https://www.biyografya.com/biyografi/9771
  2. https://www.biyografya.com/biyografi/9771
  3. https://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_Cemal_Kayg%C4%B1l%C4%B1

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl