Ana Sayfa Art-izan “Aykırı Suretler” Üzerine

“Aykırı Suretler” Üzerine

“Aykırı Suretler” Üzerine

Sergiyi 15 Mart’ta açmamızın üzerinden 10 gün geçmiş iken, serginin kurucu fikrini yazıya dökmemi gerektirecek iki konuşma yaşandı. Biri, MSGSÜ Sanat Tarihi bölümünden Zeki Coşkun’un belirttiği gibi sergide konu edilen “suretlerin” bir şekilde hayatlarının kesişiyor olması. İkincisi ise, sevgili yazar ve doktor Mustafa Sütlaş’ın sergideki resim tekniğine dair yeniliği fark ederek beni bunun üzerine yazmaya teşvik etmesi. Haliyle sergi üzerine yazacak olmak gibi bir işe soyunmak gerekti.

Aslında bu iki altı çizilen nokta, yani sergi kurgusu ve tekniği üzerine tartışmadan önce, sergiyi kısaca bir özetlemek gerekiyor. Sergi sırasıyla Nazım Hikmet, Arcimboldo’ya saygı, Suat Derviş, Charlie Parker, Lenin, Arthur Rimbaud, Yaşar Nezihe, Gomidas Vartabed, Apoxyomenos, Charles Aznavour, Paul Verlaine, Prag Baharı ve son olarak Afrikalı isimli portrelerden oluşuyor. Sergiyi online olarak gezmek isteyenler metnin sonundaki linke göz atabilir, baskılardan edinebilirler.

Bu 13 iş, aynı zamanda bir çeşit tekin ve tekinsiz ilişkisini de kuruyor. Tarihin arka dolaplarında konuşulanlar, genelde fısıltı formundadır, serginin amaçlarından biri de bu birbirleriyle bir şekilde ilişkili 13 adet sureti fısıldaşırken sunmak, böylece egemen tarih yazımına karşı belki de Spivak’ın deyimiyle “Madun’un sesi”ne, ya da sessizliğine kulak vermek. Bir çeşit karşı hegemonya meselesi.

Ancak bir de, serginin nasıl hazırlandığı süreci var, ya da izleyicilerin sık sık sorduğu biçimiyle “neden bu simalar”?

Hepsinden önce şunu belirtmek gerekiyor, sergi, işlerin üretim süreci sonunda, bir bütünlük oluşturduğu hissedilerek ortaya kondu; ortada a priori olarak kurgulanmış bir metin, ya da yolun ortasında metnin devreye girmesiyle üretilmiş işler yoktu. Kısacası, bu simaların birbirini bulduğunu, resmin, ya da bu sergideki medyum üzerinden konuşacak olursak dijital kolajlar ve çizimlerin bir araya gelmesinde bir çeşit “mecra” sunmaktan öteye gitmediğini kabul etmek yerinde olur. Kısacası, resim, bu simaların zuhur ettiği bir zemin, sergi de hepsinin buluştuğu bir çeşit “kafe”.

Ancak bu, tabii ki, tarihe fazla senkronik, yani eş-zamanlı bir bakış açısının ürünü bir yorum olur ve tek başına yeterli değil. Dolayısıyla, serginin aynı zamanda diakronik, yani art-süremli bir yorumsamaya da olanak sağladığını söylemek mümkün. Çünkü bakıldığında, sergideki simaların bir şekilde hayatlarının zaman içerisinde kesiştiğini görüyoruz. Suat Derviş Yaşar Nezihe ve Nazım Hikmetle, Nazım Hikmet Lenin ile, Lenin Prag baharı ve Gomidas Vartabed’le, Gomidas Charles Aznavour, Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud, Rimbaud Afrikalı ve dolayısıyla Charlie Parker ve Charlie Parker gerisingeri Gomidas Vartabed ve Charles Aznavour ile. İşin kısası, sergi, bir çeşit yorumsamacı tarihsel materyalizm çalışmasına pas çıkartıyor.

Tam bu noktada serginin biçimine geri dönmek gerek, çünkü, konu sanat, zanaat, el işi, beceri gibi meselelerse, sergideki portrelerden biri olan Lenin’in sıkça sorduğu soruyu sormak gerekiyor, yani “nasıl” sorusunu?

Bunun cevabı aslında basit, ancak ne yazık ki gerektiği kadar duyamıyoruz. Sergi, bu uzamı tam da dijital çağın olanaklarıyla oluşturuyor. Her gün siber-kültür namına ne varsa önümüze konan bir çağda, hakikat-sonrası bir data yığınıyla mücadele ederken bu kültüre, kendi araçlarıyla minör bir müdahale ve mücadelede bulunuyor. Tabii bu minör müdahalenin, bir perspektif varsayımı süreci olduğunu da unutmadan. Küçük resimleri bir araya getiren, homojenleştirmeyen, ama çokluğu bir arada tutan heterojen bir perspektif tabii bu.

Nasıl’ın bir boyutu bu. Bir diğer boyutu ise son derece somut: işlerin üretim süreciyle ilgili. Sergiyi oluşturan işlerin neredeyse hepsi (belki “Arcimboldo’ya saygı”, “Prag Baharı” ve “Afrikalı” hariç) bir fotoğraf yardımıyla oluşturuldu. Konu edilen simanın fotoğrafı ya doğrudan bir dijital kolaj işlemine tabii tutulmak üzere kullanıldı, ya da fotoğraf elle yapılan bir çizim aracılığıyla suretten koparıldı, tarandı ve dijital ortamda manipülasyona uğradı. Kısacası, bu eserler, zaten dijital baskı yöntemiyle çoğaltıldıkları da göz önünde bulundurulduğunda, “saf” değiller.

Bu açıdan bakıldığında, sergideki işler temsil edilen suretlerle ilişkisini kurarken onları önce bozuyor, daha sonra yeniden düzenliyor (reconstruction). Bu aynı zamanda aralarındaki ilişkilerin nominal bir düzlemin ötesinde, duyumsal bir düzlemde de yeniden inşa edilmesi anlamına geliyor. Kısacası, işlerin yeniden kurgulanması, aynı zamanda tam da bu sırada daha üst bir düzeyde ilişkilenmelerini sağlıyor.

Söz konusu işlerden birkaçı üzerinde durmakta fayda var. Benzer tekniği başka işlerde de kullanmama rağmen, Nazım Hikmet’in portresi üzerinden tartışacağım şey, aynı zamanda resim söz konusu olduğunda yeni bir tartışma. Bütün 20. yy modernizminin aura ve çağdaş sanatın telif sorunsallarını barındırıyor.

Portrede bir adet çark fotoğrafı ve Nazım Hikmet’in şiirlerindeki renk paletini oluşturan mavi ve kızıl renkleri içeren bir resim kullandım. Ancak resmi kendim yapmadım. Resim, hali hazırda Alman dışavurumcu resminin temsilcilerinden Emil Nolde’nin suluboyayla yaptığı bir gün batımı çalışması. Bu seri, aynı zamanda Nazi sempatizanı ressamın yine Naziler tarafından hapsedildiği sırada çok küçük ebatlı Japon pirinç kağıtlarına yaptığı suluboya manzaralardan oluşuyor.

Neticede, ben bu seriden bir resmin, Nazım Hikmet’in parçalara ayrılmış, boynu montajla çıkartılmış bu portresi için anlamlı olacağını düşündüm ve eserin bir parçası yapmaya vererek arkaplan olarak kullandım. Bu, esas itibariyle, resimler-arası bir sanat tahayyülünün ürünü. Ancak, daha önce başka sanat dallarında kullanıldığını söyleyerek bir analoji kurabiliriz. Bu biraz, elektronik müziğin kullandığı sampling yöntemine benziyor. Dolayısıyla başka resimlerden alınan örnekler, deney odasında birleştiriliyor ve yeni bir medyum üzerinde tekrardan temaşa ediyor.

Bir diğer resim olan Lenin’in portresi ise tam bir tarz karmaşası. Kendim yaptığım kilden bir büstün, mercekle bakılırken çekilmiş bir fotoğrafı ve anonim bir fotoğrafın birleştirilmesinden oluşan bu Lenin portresi, aynı zamanda multi-disipliner sanatın artık vaktinin gelmiş olabileceğinin, tekil zanaatlara bir kimlik kaygısıyla sığınmanın ne kadar manasız olduğunun da bir ifadesi.

Bahsetmem gereken üçüncü bir iş ise, Apoxyomenos. Serginin en çok beğenilen işlerinden biri olan bu portreyi, bir fotoğrafın da yardımıyla yalnızca PC ve bilgisayar faresi kullanarak oluşturdum. Esasen el becerisine ait görünen çizme pratiğinin, aslında ne kadar öğrenilip ne kadar öğrenilemeyen bir beceri olduğunun kurnazca bir sorgulaması sayılabilir. Çizim bilek işiyse, bu portre gerçekten neyin ürünü? El becerisinin ne kadarı vücuda ve ne kadarı kafaya ait, ya da bu ayrım ne kadar sahici?

Bütün bu sorular, eserlerin bir araya gelmesiyle katmerleniyor ve fısıldaşan portreler aynı zamanda sanatın kendisi üzerine de sorular sormaya başlıyor. Ben naçizane, bunları metne dökme ihtiyacının bir ürünü olarak bu yazıyı kaleme aldım. Sergiyi gezen, online ortamda göz atan herkese binlerce teşekkür.

https://www.behance.net/gallery/77980137/Aykr-Suretler?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl