Abartılı bir benzetme olacak: Zeki Müren’in sahneye taşıdığı yeniliklere yakın yeniliklerdir Bruce Lee’nin getirdikleri. Mesela dövüş sahnelerini ironiyle renklendirmesi kışkırtıcıdır.

Ne vakit bir Bruce Lee filmi izlesem, aklıma Johannes de Silentio’nin şu sözü gelir: Çağımız, yalnızca ticaret dünyasında değil, idealar dünyasında da düzenli bir temizlik harekâtı örgütlemektedir. Hayata bulaştığından bu yana var olma mücadelesi içindeki insan için ne yaralayıcı bir yargı bu. Aşk dahil, dostluk dahil, hemen hemen her şeyin pazarlığa tabii olduğu bir dünyada insan kalmak mümkün mü? Eğer insandan aynı şeyi anlıyorsak elbette: Kendini bir varlık olarak algılama becerisini göstermiş, maddeye şekil verdikçe erdeme tutunan yaratık.
Buradan hareketle şu denebilir mi acaba: Bruce Jun Fan Lee’nin 33 yıllık hayatını, bağlamlarından kopararak okumak, bile isteye yanılmayı arzulamaktır bir anlamda. Zira bu hayat, yalnız kendisinin çekidüzen verdiği bir hayat değildir; o hayatın içinde ilerleme yahut görünme arzusundan mürekkep boşluklar mevcuttur ve o boşlukları çağın ticari ahlakı doldurur – ya da onların bir gün fena halde patlayacak kerte büyümesine müsaade eder.

Çalışan Kazanır – Kazanan Kaybeder
Kierkegaard, Problemata’da dış dünyadan alınmış bir atasözünden bahseder: Yalnızca çalışan ekmek kazanır. Ah, aidiyet duygusuyla yetişmiş erdemliler için nasıl da iştah açıcı bir söz… Bilhassa da evetçiler için… Halbuki hakikat salt bundan ibaret değildir: “Dış dünya kusurlu olma kanununa bağlıdır ve çalışmayanın da kazandığı, hatta uyuyanın çalışana göre daha çok kazandığı, sürekli yinelenen bir deneyimdir.”
Şimdi soruyorum: Washington Üniversitesi’nde felsefe okuyup Hegel (kimi kaynaklarda Kant) üzerine tez yazmış biri, böylesi bir gidişattan habersiz olabilir mi? Sokak kavgalarıyla beslenirken, kurtuluşu özgürlükler ülkesi Amerika’da araması tesadüf müdür? Dan İnosantio ve Kerim Abdül Cabbar’ın katkılarıyla mitleşen Game of Death’i (Ölüm Oyunu), bir Amerikan filminde başrol oynamak uğruna yarıda bırakması, masum bir arzu olarak okunabilir mi?
Kabul; Bruce Lee için çalışmak ibadettir adeta. Lakin bu ibadetin, Dachau Toplama Kampı giriş kapısında yazılı “çalışmak özgürleştirir”in telkin ettiği şeyden farklı olduğunu peşinen itiraf etmek gerekir. Ancak dikkat: Filmlerinde Çinlilere el kaldırmamış olması, ırkçı bir tavır değildir. Yurtseverliktir olsa olsa… Çinlilerden başkasına öğretilmesi yasak olan Kung Fu’yu, hep banacı Amerikalılara öğretme çabası da bu doğrultuda yorumlanmalı aslında.

Ölüm İmkânsızı Şenlendirir
Efsaneler kişiler üzerine çelik zırhlar ördüğünden midir ne, kişinin zaafları ve becerileri ya abartılır ya da yok sayılır. Onanmışı kırmak imkânsıza eştir. Ve Bruce Lee’nin ölümü bunu şenlendirir. Zira mümkün olan, dünya için cazip değildir. Çağın işleyebileceği malzeme değildir.
Halbuki Lee’nin seçimi değildir efsaneleşmek. Onunki yıkma ve yeniden inşa üzerine kurulu bir hayattır. Ve bunu göze alabilmek dahi bir başarıdır. İlerleme ve görünme gibi arzulara sahip biri için bilhassa.
Gişenin vazgeçilmez ölçüt olduğu bir sektörde, bir göçmenin, bir sarı tenlinin, karate şampiyonu Chuck Norris’i, uzun bir sekansta evire çevire dövmesi basbayağı bir diklenmedir. Paranın nimetlerine, paranın sıcaklığına muhtaç olunmasına rağmen, nanik yapmaktır sanki. Öyle ya, seyircinin kabul etmemesi durumunda, halatı boynuna geçirmekten farksız bir eylemdir bu.

Dan Dun yahut Eylemde Estetik
Oyuncu oyuncudur. Senaryonun gereğini yerine getirir. Yönetmenin arzusunu hayata geçirir. Başka bir sorumluluk almaz. Bruce Lee için bu kabul edilebilir bir durum değildir. Zira vurdulu kırdılı filmlerdeki eylem ve estetik yoksulluğu sinema adına ciddi bir kirliliktir. İçi boşaltılmış el ve ayak hareketleri, bir köylünün odun kırarkenki hareketlerinden dahi kabadır. Dan dun… Ve dan dunlarla dövüşmeyi sanata dönüştüren şeyi ifade etmek imkânsızdır. Bundandır ki, elini taşın altına sokar: Tüm dövüş sahnelerini Wing Chun, Escriama, Nunchaku, Bo ve Kali gibi tekniklerle besler. Ve hatta danstan, bokstan dahi yararlanır. Üstelik genellikle kesmelere ve hızlı kurguya dayalı dövüş sahnelerini rizikoya girerek uzatır. İster ki, dış müdahale belirlemesin dövüşün ritmini; dövüşün ta kendi belirlesin filmin ritmini.
Abartılı bir benzetme olacak: Zeki Müren’in sahneye taşıdığı yeniliklere yakın yeniliklerdir Bruce Lee’nin getirdikleri. Mesela dövüş sahnelerini ironiyle renklendirmesi kışkırtıcıdır (Yalnız buradaki ironiyi Jackie Chan’in espri anlayışından ayrı tutmak gerekir). Mesela yüksek tekmeler, tek ayak üstünde dönmeler, dövüş mekânlarının poetik tasarımı, geniş çerçeve… vb. şeyler rutini bozmuştur (Zhang Yimou’nun, Park Chan-wook’un çalışmalarında bunları görmek mümkün). Mesela filmleri için koreografiler düşünmekle yetinmeyip, Chinese Gun-Fu The Philosophical Art of Self-Defance ya da The Tao of Jeet Kune Do gibi kitaplar da yayımlamıştır (Yani dövüşü sinema dışına taşımış, magazinde önde olmayı sevmiştir).

Muammayla Karışık Ölüm
Bruce Lee, 10 Mayıs 1973’te, o güne değin sürekli itaat eden bedeninin itirazıyla karşılaşır. Aşırı efordan yorgun düşmüştür bedeni. Nefes almakta zorluk çekmektedir. Mecburen hastane koridorlarının hüznünü, sisini teneffüs eder. Kısa bir süreliğine ama… Değirmenin taşını kaldığı yerden çevirmeye devam eder sonra. Bir devir, iki devir… Derken vefat eder. Hastaneye yatışının üzerinden henüz iki ay geçmişken.
Şöhret üretim ve tüketim merkezi Hollywood, iştahlı midesine bir isim daha düşürmüştür, gönlünce kullanabileceği. Beklenmedik ölüm, muammayla karışık ölüm, eğirip bükebileceği bir malzemedir ve bunu kullanmakta imtina etmeyecektir Hollywood.
Bruce Lee, hiç kuşkusuz yüksek sanat ürünü filmler üretmemiştir, kabul. Muhteşem bir oyunculuktan da söz etmek mümkün değil elbette. Ne ki, duruşuyla, yenilikleriyle mührünü vurmayı başarabilmiş biri olarak Lee’nin yalnız efsane olarak okunması da doğru olmasa gerek. Değil mi ki ciddi bir emek, bir fikir ve fena sayılmayacak bir sonuç var ortada.