Ana Sayfa Kritik BENİM GÖNLÜM BİR KELEBEK veya LOCKED-IN (Kilitli kalma) SENDROMU

BENİM GÖNLÜM BİR KELEBEK veya LOCKED-IN (Kilitli kalma) SENDROMU

BENİM GÖNLÜM BİR KELEBEK veya LOCKED-IN (Kilitli kalma) SENDROMU

Truffaut’un ilk ve belki de en bilinen ve takdir edilen filmi ¨400 Darbe¨ uzun bir Paris sahnesiyle açılır. Çok da hızlı ilerlemeyen üstü açık bir aracın içindeki yolcunun gözünden 1950’lerin Paris’ini hüzünlü bir melodinin eşliğinde izleriz. Görkemli anıt yapılar, şehrin bilinen mimari özelliklerini taşıyan binalar ve etrafında dönülüp dolaşılan, sonunda yakın planda görülen ama arkada bırakılarak uzaklaşılan Eiffel Kulesi filmin başkahramanın aslında Paris olduğunu düşündürür. Esas kahraman ise, Truffaut’un kendi yaşamından esinlenerek kurgulanmış, ev, okul, yönetim arasında kendisini hapis kalmış hisseden huzursuz bir ergendir. Filmin kapanış sahnesinde ayni müzik eşliğinde bu ergenin sahile doğru kaçışını izleriz. Kumsala, deniz kenarına vardığında bir hürriyet duygusuyla dalgaların içinde yürürken kamera yüzündeki tedirgin ifadeye odaklanır ve film sona erer.

400 Darbe’nin açılış sahnesinin neredeyse benzeri ¨Kelebek ve Dalgıç¨ filminin sonuna doğru, hem de ayni müzik eşliğinde karşımıza çıkar. Filmin kahramanı yeni aldığı üstü açık spor arabasıyla Paris’te benzer bir tur atarken biz de ayni binalara, ayni müzik eşliğinde, ayni perspektiften bakarız, dışarıya gökyüzüne doğru, odakta gene kısa süre Eiffel Kulesi vardır. Film Elle dergisinin yakışıklı editörü  Jean-Dominique Bauby’nin gerçek yaşam hikâyesini anlatır. Boşanmayla sonlanan evliliği ve babasıyla zaman zaman yaşadığı sorunlar bir tarafa bırakılırsa mükemmel bir yaşamı vardır Bauby’nin, Paris ve çevresi özgürce koşuşturduğu bir cennettir. Ancak bu özgürlük beklenmeyen bir tutsaklıkla sonlanacaktır, yeni aldığı spor arabasında oğluyla Paris’in dışında, muhteşem bir pastoral arka planda aracını sürerken birden dünyası kararır.  Film onun gözünden dünyaya bakışla açılır, etrafında doktorlar, hemşireler beyin ölümü olup olmadığını anlamaya çalışırlarken o her şeyin farkındadır ama dış dünya ile hiçbir iletişimi yoktur. İçinden çaresizce “duyuyorum sizi salaklar, dokunmayın sakın gözüme” diye haykırırken doktorlardan biri felçten açık kalan ama aslında dünyaya açılan pencerelerinden biri olan sağ gözünü mikroptan korumak için dikişle kapatır. Dış dünya ile iletişim kurabilmek için tek silahı açıp kapatabildiği sol göz kapağıdır artık. Bakımını üstlenen terapistlerden birinin dikkatini çeker gözünün tam da içine bakan bakışları, terapist “duyuyor musun beni” dediğinde ilk mesajını verir göz kırparak, “duyuyorsan tekrar kırp gözünü” der terapist ve böylece yeni bir dünyaya ilk adımlarını olaydan aylar sonra nihayet atar Bauby. Geliştirdikleri alfabe iletişimi sayesinde tam 200 000 göz kırpma sonunda hikâyesini yazar, bu iş için görevlendirilen birinin yardımıyla. Kitabın adını da “ Dalgıç Elbisesindeki Kelebek” koyar. O dalgıç elbisesinin içinde hapsolmuş bir kelebektir, bedeni dışına çıkamasa da zihni bir kelebek gibi anılarda, mekânlarda, olaylarda gezer bütün uykusuz geceler boyunca.

Filmin kapanışına yakın 400 Darbe’deki gibi bir kumsal sahnesi seyredenlerin içini acıtır, arka planda Tom Waits’in sesinden “All the World is Green“ çalarken. Tekerlekli sandalyesindeki Bauby sevgilisinin hafifçe sıyrılan eteğine bakar, geçmiş tutkulu anlarını yaşar yeniden beyninde. Çocuklarıyla o kumsaldaki anlarını hayal ederken çocukları etrafında neşeyle koşuşturur. Yaşadığı , sahip olduğu ve artık ulaşamayacağını bildiği şeyleri hayal eder, biraz da ümitsizce, ama onları hayalinde yaşayabilmek ve yazdırabilmek yaşamının yeni anlamı olmuştur. Dikte ettireceği her kelimeyi bütün gece kafasında kurgulayarak sabahı heyecanla bekler kelebek hafifliğindeki ruhu; yazdıracağı her cümleyi sabaha kadar kafasında tekrar edecektir geceler boyunca. Ne yazık ki kelime başına ortalama 2 dakikadan günde 4 saat çalışmayla, 10 ay sonunda baskıya hazır olan kitabı göremeden, ilk olaydan 15 ay sonra akciğer enfeksiyonuna bağlı komplikasyonlar sonucu yaşamını kaybeder Bauby; kitabının ve filmin ne kadar beğenildiğini ve insanların üzerinde bıraktığı etkiyi göremeden…

Locked-in (Kilitli kalma) Sendromu son derece nadir gözüken bir durum. Tıbbi literatüre giren olgu sayılarına bakarsak dünyada belki de toplam 2000’in altında bildirilmiş hasta var çünkü tüm hareketleri felç edecek ama yaşamı da sürdürüp akli yeteneklere de zarar vermeyecek olay sayısı doğal olarak çok nadir. Bu tip beyin hasarlarının çoğu ani ölümle sonlanıyor. Bu hastaların bir kısmı tüm vücut işlevlerini kaybederken bir kısmında, göz kapağı, göz küresi hatta boyun hareketleri kısmen devam edebiliyor, ama hepsinin zihinsel kapasitesi yerinde, tam anlamıyla gövdelerinde hapis kalmış durumdalar. Tüm dünya pandemi nedeniyle kendini “hapsolmuş” hissederken belki de gerçekten kendi gövdelerinde kilitli kalan ve buna rağmen yaşamı yaşamak konusunda başka hiçbir seçeneği olmayan bu insanların neler hissedebildiklerini ve yaşama nasıl sarılabildiklerini görmek 21. yüzyılın sürekli tatmin ve dış uyaran peşinde koşan insanlığına bir ders niteliğinde.

Ali Arif Ersen, kadim dostlarımdan biridir uzun zamandır görüşemiyoruz ama e-posta üzerinden haberleşiyoruz. Dün gelen e-posta mesajlarından ilki “Abi günaydın, bugün 23 Nisan, neşe dolamıyor insan” idi. Bunun üzerine “Dünyanın ve memleketin durumunu boş verdim, 9 aydır kızımı görmemiştim, dün o geldi, bugün de kendimizi Assos’a attık, içim neşe dolu” diye cevap verdim. Yarım saat sonra “Hoş gelmiş, uçak dolu muymuş, iyi kurtardılar o Trump denilen salaktan, bu akşam TRT2’de Van Gogh var, sakın kaçırma” cevabı geldi.

Akşam üstü gene kısa bir mesaj, “Yarın İTÜ Radyo’da programım var, Guacomole, saat 16:00”, derken biraz sonra bir espiri, “Hocam hayvanların en gurmesi ayı, bal, frambuaz, somon, armut… ağız tadını nasıl da biliyorlar.” Ali Arif tam tabiriyle “damardan” sanatçıdır, fotoğrafçıdır, müziği, hele ki cazı, sinemayı, dansı, yaşamı iyi, hem de çok iyi bilir, nüktedandır, hiçbir şeyi unutmaz, dostlarını çok sever ve onlar için elinden geleni yapar. Bana Bukowski’nin  “Style” şiirini hatırlatır Ali Arif. Türkçeye “Stil, Tarz” olarak çevrilmiş o şiir, ama en iyi karşılığı bence “Gusto-Lezzet” olmalı, yaptığı her şeyi lezzet alarak yapar Ali Arif, gençken öyleydi, şimdi 60’lı yaşlarında da öyle. Tek farkı örneğin zamanında “Tres Americas” fotoğraf sergisi için bütün kıtayı gezip fotoğraflar çekmişken, şimdi bütün seyahatlerini Topağacı’ndaki evinin arka odasından, gözünü kırparak hükmedebildiği bilgisayarının yardımıyla yapıyor; hem de 13 seneyi aşkın süredir böyle.

Ali Arif de o sayısı tam olarak bilinmeyen vücudunda hapis kalan ama zihni bir kelebek gibi gezme yeteneğini kaybetmemiş insanlardan biri. Yazışmalarımızı tekrar tekrar okudukça  hayata bağlığı, yaşamı yaşayabilme yeteneği, arzusu ve sevinci bana insan olmanın anlamını, değerini ve onun arkadaşı olmanın ne bulunmaz bir hediye olduğunu hatırlatıyor. Uzun bir aradan sonra ilk yazışmalarımızdan birinde bana yıllar evvel yaptığım bir espriyi hatırlattı, Ali Arif.  Esma Sultan Sahnesinde beraber gittiğimiz bir Cesaria Evora konserinde “Sangue de Beironia” şarkısından sonra Ali’ye dönüp, “Verona’ya mı benzetmiş Boğazı, sanki Verona mı” diyor diye sormuştum şaka yollu. “Aklıma geldikçe hâlâ gülerim o espriye” dediğinde gülebilmek için sadece gülebilmeyi hayal etmenin yeterli olduğunu kendi kendime gülümseyerek fark ettim.

Geçen ay gelen mesajlarından birinde de “Dün aşımı oldum” yazmıştı, “hiç acımadı”. Ağrı duyusu olmadan da acı çekilebileceğinin, benim gibi kendini artık yıllanmış sayan bir doktora bile bu kadar yalın bir şekilde hissettirilebilmesi derinden etkiledi ruh halimi. Lüferin ve rakının tadını, Eminönü’nün gürültüsü ve kokusunu, tenin tene temasını, alıp başını gidebilmeyi, tabii ki çok özlüyor sevgili Ali Arif, ama kelebek hafifliğindeki ruhu dünyanın tüm sabahlarına heyecanla uyanıyor, müzik, sinema, edebiyatla besleniyor, bunları dostlarıyla paylaşarak onları da besliyor, bilgisayarında resim yaparak sergiye hazırlanıyor, İTÜ Radyo’da Caz ve Latin müzik programları yapıyor, dünya olaylarını takip ediyor ve belki de yaşamı yaşayamayan bir çok insandan daha dolu dolu yaşıyor.

Yaşadığımız olayların tamamının aslında sonunda birer algı, yaşanan anların tamamının hafızada depolanmış birer anı ve yaşam denilen kavramın da bunların birikiminden oluşan bir anı defteri olduğunun ve paylaşıldıkça değerinin arttığının bir âbidesi olarak bizlerin hayatına da renk katmaya devam ediyor.

Pandeminin yaşamlarına getirdiği kısıtlamalara artık “dayanamadığını” düşünenlere “Bakın bu da olabilirdi” diyebilmek istiyorum ama bazı şeylerin değeri ancak kaybedilince anlaşılabiliyor, belki de pandemi sonrası yaşamın küçük güzelliklerinin değerini daha iyi anlama fırsatı bulacaktır insanoğlu diye düşünmekten başka çaremiz yok.

 

* Prof. Dr. Doğan Şenocak, Robert Kolej mezunudur. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden sonra, iki sene zorunlu tıp hizmeti dahil olmak üzere, 18 aylık ABD eğitimleri dışında meslek hayatının yaklaşık otuz senesini tıp camiasında geçirdi.

2009’dan bu yana sadece özel muayenehane hekimliği yapıyor.

İyi doktorluk yapabilmek için doktorların yaşamın her konusuna ilgili olmaları gerektiğini, sanat ve tarihe meraklı olmadan bunun layığıyla başarılamayacağını düşünüyor.

Şenocak’ın gazete ve dergi yazıları, ayrıca hikâye yazarlığı dışında ¨Doktorluk Sanatı¨ başlıklı tıbbın ve hekimliğin bir sanat olduğunu savunan bir eseri bulunuyor.

Şenocak son yirmi yıldır, Behramkale civarında bağcılık ve şarapçılık ile uğraşıyor, ödüllü şaraplar üretiyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl