Ana Sayfa Kritik Berger’ın Picasso’su: Bir Eleştirel Eleştiri Vakası

Berger’ın Picasso’su: Bir Eleştirel Eleştiri Vakası

Berger’ın Picasso’su: Bir Eleştirel Eleştiri Vakası

John Berger 20. yüzyılın önemli dönemeçlerinde aldığı doğru eleştirel tavırlarla biliniyor. Arkasında sanat eleştirisi, öykü, roman ve mütevazı şiir ve denemelerden oluşan önemli bir külliyat bıraktı. Görme Biçimleri adı eseri sanat tarihine eleştirel bir bakış geliştirmek için hala arada bir takılması gereken gözlüklerden. Ancak yazarın hiç bir eseri Picasso’nun yapıtları üzerine yazdığı “Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı” kadar gürültü kopartmadı.

Yayımlandığı tarih olan 1965 senesinde, yani Picasso kültü zirvesine ulaşmışken, Picasso’yu neredeyse mutsuz bir bunak olarak tasvir eden bu eser, aynı zamanda Avrupa avangardının bu ismin gölgesinde kalmış isimlerine de kısmi ve yetersiz bir iade-i itibar çalışmasını da içeriyor. Bu isimler arasında olan ve bugün sentetik kübizm olarak adlandırılan akımın kurucusu niteliğindeki Juan Gris “kübizme klasik formunu veren ressam” olarak taçlandırılıyor.

Peki John Berger’ın kübizme olan ilgisi nereden kaynaklanıyor? Aslında kübizmi “diyalektik materyalist felsefe”nin resim sanatındaki yansıması olarak gördüğünü bahsi geçen kitapta ifşa etse de, bu ilgiye mazhar olunmasına asıl sebebin ne olduğu 1970’lerde BBC’de sunulan bir radyo programının dökümü olan Görme Biçimleri’nde ifşa olunuyor: kübizm çağın görsel kültürüne damgasını vurmuş yeni bir görme biçimidir.

Gerçekten de tek kaçışlı perspektifi yıkması ve onun yerine öznenin fenomenal dünya deneyiminin, merkezsiz bir biçimde örgütlenmesini geçirmesi anlamında kübizm, ihtilalcidir. Hatta John Berger yapıtında kübizmin insanı da diyalektik materyalist felsefede olduğu gibi “karmaşık bir madde” olarak gördüğünü söyleyecek kadar ileri gider. Marksist felsefe içerisinden doğmuş bir ilgi gibi görünmekle birlikte, Berger, resimsel anlamda da kübizmin yüksek derecede deneyselliği ve dinamizminden etkilenmiş gibidir. Kübizm eski dünyanın zaman zarını paramparça etmiştir.

Öyle ya, Picasso gibi Berger da güncel siyasetle ve zamanının geçirdiği dönüşümlerle yakından ilgilenmiş, ilgisini çeken bu büyük keşfi hayatına uyarlamış. Irak işgali, göçmenlik, kırsalın ilgası gibi pek çok konuda yazmış, çizmiş, sözünü söylemiş. Ancak hiç biri Picasso’yla ilgili söylediği yalnız bir soytarı olarak öldüğü iması kadar gürültü koparmamıştır.

Bu, zamanın ruhundan ileri geliyor. Bazı şahıslar zamanın ruhuyla derinden benzeşir, çağlarına benzer ve onun içinde bir havuzda yüzer gibi yüzerler. Dolayısıyla Berger’ın Marksizme olan ilgisine, Picasso’nun Parti’yle kurduğu ilişkiye dair eleştirisine ve bu eleştiriyi verme biçimine daha yakından odaklanmak gerekiyor.

John Berger’ın kendisi gençliğinde başını Virginia Woolf’un çektiği Fabianlar isimli ütopyacı sosyalist gruba üye. Ancak bu manada Berger’ın kendisine siyaseten uygun bulunabilecek, Bolşevizm ve pratik siyasi eylemle ilişkisi olmayan bir edebiyat çevresi aradığını söylemek mümkün, neticede Fabianlar’ın etrafındaki isimler daha ziyade bir edebiyat kulübünü andırıyorlardı. Amerikan devletinin 19. yüzyıldan itibaren bu türden edebiyat kulüplerini kendi nüfuzunu artırmak için İngiltere’de kurduğunu, 20. yüzyılın pek çok edebiyat devinin bu çevrelerden yetiştiğini hatırlamakta fayda var.

Berger da her ne kadar sosyalizmle ilgili bir yazar gibi gözükse ve Latin Amerika solunun görünürlük ihtiyacını sömürse de, sosyalist siyasetle somut bir ilişkisi bulunmuyor. Herhangi bir eyleme veya partiye angaje değil, daha çok “çağın vicdanı” olma derdinde. Bunu Picasso üzerine yazdığı eserde de görüyoruz: temelde bir Marksistten ziyade bir fenomenolog olan Berger, Marksist felsefeye olan yoğun ilgiye mazhar olmak istediyse, hadi bir semptom okuması yapalım, neden Sovyetler Birliği’nde nüfuzu yüksek olan hiç bir sanatçı üzerine yazmadı da, Sanat ve Devrim adlı eserini Stalin zulmüne uğramış, kenarda köşede kalmış ekspresyonist bir heykeltıraşa vakfetti?

Böyle bakılınca Berger’ın sosyalizme olan ilgisinin entelektüel ve vicdani bir ilgi olduğunu görüyoruz, siyasi değil. Reel sosyalizm deneyimiyle ilgili hiç bir teorik çözümlemesi olmayan esasen resim eğitimi almış birinin sosyalist siyaset üzerine bu kadar söz söyleme mecburiyeti hissetmesi gerçekten manidar. Öyle ya, Picasso’ya olan ilgisinin, avangard sanat tarihi yazımının beşiği olan Anglo – Sakson ülkelerden çıkmış bir yazar olarak, Fransız-İngiliz kültür cengine yağ sürdüğünü düşünmemek için hiç bir sebep yok. Picasso’ya olan merakı, tamamen farazidir.

Bunu Pablo Picasso üzerine yazdığı eserinde, Picasso’nun FKP’ye örgütlendikten sonra yaratıcılığının tükendiğini söylediği pasajda bulmak mümkün. Bu söylem gerçeği yansıtmamak bir kenara (Picasso ölümünden hemen önce, bu kitap henüz neşredilmişken yeni-dışavurumculuğu öncelemiştir), siyaset ve sanat arasındaki ilişkiyi de soyut bir düzlemde kuruyor. Bolşevik Parti örgütlerin en demokratiği sayılmazdı, ancak politikalarına angaje, devrimden sonra saflarında görev almış isimleri saymak, sanıyorum bu saçmalık düzeyindeki önermeyi boşa düşürmek için yeterli olacaktır: Vladimir Tatlin, El Lissitzky, Alexander Rodchenko, Vladimir Mayakovski ve daha nicesi.

Berger sosyalist bir merakla eğildiği kübizmin içerisinden olabilecek en anti-Marksist önermeyle çıkmayı başarıyor. Soyut dışavurumculuğu “ıssız bir adadaki özgürlük” olarak yere çalarken, sanatı hala yalnız dehanın ürünü olarak tasavvur edebiliyor. Kübizme eğildiği pasajlarda sosyal koşullar üzerine neredeyse hiç eğilmezken, kitaptan geriye elimizde yarım yamalak bir psikanaliz bilgisiyle bezeli enstantane pasajlar kalıyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl