Ana Sayfa Kritik BİR BAŞKA ‘BİR BAŞKADIR’ YAZISI: BURASI NERESİ?

BİR BAŞKA ‘BİR BAŞKADIR’ YAZISI: BURASI NERESİ?

BİR BAŞKA ‘BİR BAŞKADIR’ YAZISI: BURASI NERESİ?

En sonda söyleyeceğimizi en başından söylersek dizi, tam da bütün huzursuzluğumuzun tekinsiz bir sakinlik içinde olduğu bir zaman aralığında suyu bulandırarak bana kalırsa yapması gereken şeyi en iyi şekilde ifa etmiş görünüyor: bizi kendi açmazlarımız, duygu durumlarımız, ön yargılarımız ve kabullerimiz üzerine düşünmeye ve paylaşmaya itmek. Her şeyden önce Berkun Oya’yı bir kere bu açıdan tebrik etmek gerek, ortaya bu nebze boyutlu bir iş çıkarttığı için.

Tabii bir kısım entelektüelin, halkın ve genel izleyicinin yargılarını paylaşmamak konusundaki itikatı bu filmografi ve ince işlenmiş senaristlikle bile sarsılmadı ya, önemi yok. Kendilerini avamdan ayırmak konusunda bu kadar hevesli bir başka entelijansiya dünyanın hiç bir yerinde görülmemiştir, üstelik bunun içerisine Marksist Solun bir kesimini de hiç üşenmeden katmak gerek. İdeolojik gözlüklerin at gözlükleriyle çok çabuk takas edilebildiği bir coğrafyada Marksist olma kadersizliği diyelim, geçelim, şimdilik.

Sınıfsal bir eksenin yokluğunda Başkalık

Öncelikle bir infiale sebep olmamak adına, bu sınıfların değil, sınıfsal bir siyaset ekseninin yokluğunda Başkalıklarımıza ne olduğunu ima eden başlıkla cümleye giriş yapmama izin verin. Elbette, hepsi fragmante bir görünüm alıyor ki, bana kalırsa Berkun Oya (nedense sadece o tebrik ediliyor) ve ekibinin en temel başarısının, bu yapıyı birbirleriyle irtibatı ve ilişkiselliği, gerektiğinde de çelişkilerin bastırıldığı ve yüzeye vurduğu bir senaryo aksı içerisinde sunabilmiş olmaları.

Kısacası Oya, sınıf siyasetinin yokluğunda, onu varsayarak işleri toparlayabilmenin bir imkanının olduğunu bize gösteriyor. Ne yoksulların hayatını “eski güzel günler” pembeliğinde önümüze fırından taze çıkmış poğaça sıcaklığında tüketilmeye hazır bir biçimde sürüyor, ne de zenginlerin hayatına dair pornografik bir merakı beslemek üzere hareket ediyor. Günümüzde dizi sektörünün bu ikisinden birini yapmakla meşgul olduğu düşünüldüğünde, sanırım Oya zannedilenden de büyük bir iş başardı, denilebilir.

Öte yandan, sinema ve dizi seyircisinin çıtalarıyla ilgili de genel bir yanılsaması var eleştirel kalemlerin. Kimse aylık MUBİ seyirlerinden Godard, Haneke beğenip izlemiyor bu ülkede. Bu türden bir algıda seçiciliği hep olmuştur entelijansiyanın ama bu kadar küstah bir genelleme jargonunun kendisi bir başka diziye konu olması gereken nitelikte, aydın bireyin bunalımı temalı bir Kemal Tahir ya da Oğuz Atay uyarlamasında olabilir mesela.

Dolayısıyla, mazur görün, Oya’yı bu isimlerle yarışmak veya yarışmamak gibi bir bağlamda değerlendirmesem de, ince işçiliği gördüğümüz yerde anlayabiliyor ve bunu sezebiliyorsak, söyleyecek cesaretimiz de olabilmeli. Biraz dedikodu minvalinden olacak, bu burnundan kıl aldırmama durumu “sınıf çatışması psikanalizle çözülmez” gibi naralara ve “filmin uzlaşı içeren mesajı”nı beğenmeme gibi ifadelere kadar varmış durumda. Ne dizinin böyle bir meta anlatıyı sürdürmek gibi bir iddiası var, ne de zaten kendi ölçeğinde bu savın bir gerçekliği. Eminim ki Oya da Marksist estetikten, sinema kuramlarından sizin benim kadar haberdar.

Oysa şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Seren Yüce’nin Çoğunluk filminde yaptığına benzer bir biçimde Oya’nın da psikanalizle sinema sanatının tabiatı gereği dolaysızca kurduğu ancak gündelik pratiklerin, sessizliklerin, suskuların ve deliliklerin, konuşmaların ve yasların içerisinde yakaladığı bu berrak akışta elbette ki bastırılanın ve bastırmanın, konuşmamanın, dile getirecek olamamanın veya yüreklendirilmesi gerekenlerin geri dönüşüyle, dönebilmesiyle, semptomlarıyla ilgili pek çok detay var.

Başkalıkların başkalaşımları

Dolayısıyla öncelikle Yeşilçam’ın dağıttığı karakter rollerini sorgulamaya zaten nicedir başlamış Yeni Türkiye Sinemasının birikiminden beslenerek Oya ve ekibi, nitelikli bir sorgulamayı, eleştirel bir dökümantasyona dönüştürme gayesinde bana kalırsa. Bunda ne derece başarılı oldukları, bir TV dizisinin standartları içerisinde değerlendirilmeli.

Stereotiplerin nasıl başkalaştığı, metamorfoza uğradığı ve birbirlerini baskılayarak ve yeniden, başka biçimlerde üreterek karşımıza çıktıkları, son 20 senemizde yaşadığımız “şu ama şöyle”, “bu ama aslında hiç öyle değil”, “benim şöyle de arkadaşlarım var” gibi ‘açılım’ cümlelerinin içerisine sinmiş, ne belli bir gruba, ne de bütünüyle bir sınıfa mal edilemeyecek iktidar pratiklerinin çok sarih bir analizini yapmamıza imkan tanıdığı için her şeyden önce diziyi bir kere daha, bu kuraklıkta bir vaha kabilinden bir kenara koymak erek.

Kültür endüstrisinin enforse ettiği yeniden üretim aygıtının karşısına lezbiyen türbanlı bacıyı, eşi delirmiş Komando’yu, gündelikçinin gerçekleşmeyecek ya da hüsranla sonuçlanmış, hiç de ‘Pretty woman’ tadında olmayan aşkını ve okumuş insanların, mesleki profesyonellerin yabancılığı ve yalıtılmışlığını, yanı sıra Kürt ailelerin modern hayat içerisinde nasıl ancak hayaletsi bir görünmezlik içerisinde varolabildiğini gösterdiği için, buna “cesaret” ettiği için benim gözümde, sinematografisinin sade diliyle de birlikte, 3-0 önde başlıyor.

Bir şekilde her bastırılanın, söylenmeyeyin, kötü söz olarak işitilen ve duyurulan hislerin kendi hayatımızdaki yüzleşmelerin yoksunluğuyla irtibatlı olduğunu derinden, gerçekten derinden hissettirdiği için ise Bizimkiler, Asmalı Konak, İkinci Bahar gibi kamuoyunca kabul görmüş, beğenilmiş, sevilmiş dizilerin ince işçilikle ötesine geçme görevini de üstlenmiş oluyor.

Türkiye’nin mizaç bozukluğu: kalıcı bir kompleks, yeni normal, ya da geçici bir sendrom?

Aslında şunu teslim etmek gerekiyor ki, Türkiye kendi kimliğini, kişiliğini kaybedeli çok oldu. Ancak bunun için kendisini suçlaması bile en az 50 senelik bir macera. Dünya değiştikçe Türkiye onun içerisinde kaba saba bir ur haline gelmeye başladı. Ama Türkiyesiz bir dünya da olmadı, olmuyor, olmayacak da. Adı Zartonya veya Torku Cumhuriyeti olabilir. İsmin çok bir önemi yok, ama Türkiye her şey bir kenara Türkiye’nin dünyada bir yer olduğu, dünyaya aidiyet duygusunu yitireli de epey oldu. Bu ülke her şeyden önce zaman kaybetti.

Küçük hayatlarımızdaki mikro açılımları görmek, lütfetmek yerine, biraz bu birbirlerine bağıntılanan mikrokozmosları keşfe çıkmak, gibi gördüm ben bu çalışmayı. Büyük şeyler beklemediğimden, hayal kırıklığına da uğramadım. Ancak şahsen Peri ve Sinan karakterlerini bu kadar kolay ateşe açmak yerine biraz daha derinleştirmesini, karanlık tabiatlarıyla önümüze getirmesini isterdim. Belki olur, belki olmaz. Eminim Berkun Oya ve ekibinin seyirciyi ekran başında düşüncelere ve afekt olmayan duygulanımlara gark edecek zekice bir yayın politikası ve düşüncesi de vardır.

Ama her şeyden önce, tartışırken, ayarını kaçırmadan birbiriyle temas etmeyen kimseleri temas etmeye mecbur etmesi açısından bu dizi bana kalırsa yalnızca ekran başındaki değil, sosyal manadaki görevini de yerine getirmiş bulunuyor. Gerisinin önemi, işte bizim burukluğumuzun ve dizi mefhumunun evrendeki yarıçapı kadar.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl