Ana Sayfa Litera Bir Başka Coğrafyadan Yalın Zaman Şiirleri – Cevat Çapan’a

Bir Başka Coğrafyadan Yalın Zaman Şiirleri – Cevat Çapan’a

Bir Başka Coğrafyadan Yalın Zaman Şiirleri – Cevat Çapan’a

İyilik Mektupları (*) 

Sabahın en taze saatleri, ışıklı  bir pencerenin önünde İstanbul’un kuşlarını seyrediyorum. Gök açık, kusursuz mavi.  Kent günlerdir ücradaki bir köy sessizliğine gömülü. Az sonra yeni bir kitabı okumaya başlayacağım: Bir Başka Coğrafyadan.

Kitaba başlamadan önce şairle İngiltere’de ilginç bir tesadüf sonucu tanışmam  canlanıyor zihnimde. Yabancı bir kentin mesafeli sokakları; şairle tanışıp, şiirlerini dinlediğim o akşam birdenbire mevsim değiştirmiş, kendimi eskisi kadar yabancı hissetmediğim bir kasabaya dönüşmüştü. Bazı karşılaşmaların içimize yaydığı hürriyet duygusu unutulmuyor. 

Oxford’un o eski, görkemli üniversite binalarından birinde yapılan şiir söyleşisi, başka bir dilin tutsaklığını yaşayan benim gibi birkaç yabancıya memleket havası getirmişti Ege’den. Cevat Hoca da, o rüzgârların yapraklarını karıştırdığı canlı bir zeytin ağacı gibi duruyordu karşımızda. Etrafını sarmış, gölgesinde köklerimize kavuşmuştuk sanki bir anda.  

Sen gelince, deniz kıyısından tepelere yükselen /Zeytinlikleri göstereceğim sana ve güneşleri/Zeytin tanelerinin içine gizlenen. Akşamları/Denize karşı oturduğumuzda, Sappho’nun/Şarkılar söylediği o eski bahçeleri anlatacağız birbirimize.

Oysa ne şair henüz bu dizeleri yazmıştı ne de ben zeytin çekirdeklerine saklanan güneşten haberdardım o zamanlar. Sezgiyle şiirin içine çekilmiştim, o kadar. Yıllar sonra bu dizeler, bu zeytin ağaçları; Son Duraktan Bir Önce’de karşıma çıktığında kişisel referansların asla zamanaşımına uğramadığını, şairin  bana hep bir zeytin ağacını hatırlatmasının ve sadece bu nedenle kendisine akrabalık duymamın bir tesadüf olmadığını biliyordum. 

Çoğunluk yaptığım gibi bu yeni kitabı tanımaya şiir adlarıyla başlıyorum. Kitabın ilk bölümü Karanlığın İçinden aşk’la açılıyor.. Kelamına aşkla başlasa da şair hemen oracıkta bizi kendi icadımız, celladımız baltayla tanıştırmaktan geri durmuyor: İnsan yarattığı tahribatı kendi kolunda bir balta izi gibi taşır. Nereden geldiğinin hikâyesini unutma..

Bir akşam o yanık ağaçlar ormanında /dağ rüzgârları eserken, /doğdukları çölleşen topraklarını bırakıp /nasıl buraya geldiklerini anlattıydı yorgun babaları, /sallarla nasıl geçtiklerini karşıdan yüzme bilmeyen çocuklarıyla.

Nereden gelmiştik ve nasıl? Hepimiz bir başka yerin göçmeni değil miydik? Girit’ten Ege’ye varan sallarla Meriç’te savrulan sular, insan göçünün akışı bitmeyen yolculukları değil mi? Yüzme bilmeyen o çocuklar şimdi Meriç’te sınırın dikenli tellerine  asılmıyor mu?

Çapan’ın şiirleri oturup bir kerede yazılmış lirik bir anlatı gibi başlıyor. Yanık ağaçlar ormanında insanlığın karanlık boşluklarına gözlerimi daldırdıktan sonra birdenbire çiçekli dürbünlerle bulutların içinde kaybolan ovaları seyretmeye başlıyorum, oradan dağ yamaçlarına, gelincik tarlalarına çağrılıp, soluklanıyorum  bu geniş topraklarda. Nostaljiye, yorucu bir kedere dalmadan geçmiş yolculuklardan haz almak, şafağın kızıllığını hatırlamak, bu usta şiirin en güzel yanlarından.

Uzaklara Gitmek şiirleri hayata bir göç hikâyesiyle başlamış şairin, hem gerçeği hem de bitmeyen bir özlemi gibi.

Uzaklara, daha uzaklara gitmek, /yol almak rüzgârın değişmeyen hızıyla.

Şairle birlikte yaptığımız yolculuklar, uğradığı birbirinden merak uyandıran duraklar kadar zengin insan coğrafyasıyla da imrendirip, şaşırtıyor insanı. Benim bir orman şairi olarak tanıyıp sevdiğim Ülkü Tamer’le uyumsuz bir şehir şairi olan küçük İskender’i buluşturuveriyor bir şiir kavşağında: Yazın bittiği her yerde söylense de..(**) Hemen arkasından da şiire bir hançerin paslanırken çıkardığı ses’i armağan ediyor Çapan.

Okurun şiirinden önce çevirileriyle tanıdığı şairin yolculukları; elbette sadece gittiği coğrafyalarla  değil, okuyup çevirmek için zihninde yolculuk yaptığı diğer şair ve yazarların dünyasıyla da yoğun, görkemli bir imge pınarına varıyor. İnsan hem gerçek yolculukların hem de çeviri işinin doğası gereği başka şairlerin dünyalarına dalıp, adeta onların mürekkebine bulanma hallerinden sonra kendi kalemini tutma macerasını merak ediyor. Soppho’nun yaşadığını tahayyül ettiğimiz dünyadan Tu Fu’nun yazılarına gitmek, oradan Sean O’Casey’le Dublin’de bir pub’a uğramak, Elisabeth Bishop’la sohbete durduktan sonra Seferis’e dönmek… Bütün bu tanışıklıklar nasıl damıtılır aynı zihinde! Çapan’ın “hikâye” edilesi bu yolculukları akıp giden lirik nehirlere dönüşmesine kapılıp gidiyorum ben de.

Çapan’ın şiirinin insanı sarsması, ama serseme çevirmemesi onun, hayatın ve zamanın evrensel dilini kavrayışındaki ustalıkta yatıyor kuşkusuz. Hayata küsmeyi bilmeyen dinamik bir iç ses, yaşam tutkusu, dil ve şiir ustalığıyla birleşerek geniş zaman şiirlerine dönüşüyor. Bizi hüzün duraklarında merdivensiz bırakmadan geçmişe bakmamızı olanaklı kılıyor. Göç, doğa, doğanın yıkımı, aşk, sevgi, çocukluk gibi izleklerle birlikte ölüm temasını da merak ediyorum şairin. Çağdaşı Charles Wright gibi şiirde hayatın bu son gizemine nasıl ve ne sıklıkta yaklaşıyor şair? İnsanın hayatının sonuyla ilgili bir barış ilan etmesi mümkünse, o barışta nasıl cevap olabilir şiir?   

Neleri çarpıp bölerek ve geçerek /anlaşılmaz bir alacakaranlığın içinden,

                / Doğu’nun birikimiyle/Ölüm’ü de nerdeyse evcilleştirerek.

Şairler, yazarlar, karakterler (şu bizim Stephan Dedalus’umuz!), tarihi mekânlar arasında yapılan  yoğun yolculuklarda biriktirilen, şaşırtıcı anekdotlarla dolu bahçesinin kapılarını cömertçe açıyor şair. O uzanmış yıldızları sayarken biz de kâh bir nehir sesine kapılıyor, kâh denize giden atlarla şahlanıyor, kâh da bu şiirli macerada fırtınaya yakalanmadan Ihlara’ya varıyoruz. Geçmişin anlatısının yorgunluğunu hissetmeye fırsat vermiyor şiir. Biz zaten onun Saffet Amcalar gibi oturup anılarını yazmaya niyetli biri olmadığını, kısık gözlerinden fırlayan muzip bakışlarındaki ışıktan da, dizelerinden kitaba yayılan melodilerden de anlıyoruz. Zaragoza’dan Tarazona’ya doğru yola çıkmak için şu korona günleri bir bitse diye geçiriyorum içimden.

Uzaklara, daha uzaklara gitmek,/yol almak rüzgârın değişmeyen hızıyla./O unutulmaz yaz Pirenelerin eteklerinden/Zaragoza’dan Tarazona’ya.

Çapan’ın kitabı aşk’la açılsa da şair bize aşk kapılarını hiçbir zaman ardına kadar açmıyor. Aşk teması belli belirsiz bir perde arkasında, handiyse şiirin bile dokunamayacağı mahrem bir alan olarak korunuyor bizden. Okurları ne der bilemiyorum, ama Çapan’ın şiirlerinde derin ve sessizden gitse de inatçı bir aşk tutkusu var, Sessiz Filmlerdeki utangaç yüzlerde.

oğlan ona cemrelerin hangisi önce nereye düşer diye /bir türlü soramıyor,

/kız sıcak yaz günlerini, ağustosböceklerini /düşünüyordu sessizce.

Sevginin dile işlenmesindeki naiflik kadar yaşanmasındaki küheylanlıklar da kor gibi parlıyor dizelerde.

Oysa sana sevgilim diyebilmek için öğrendim /ben bu dili; /seni kim fırlattı o uzak boşluklara parlayıp /durasın diye sormak için.

Kitabın Yeniden Kavuşmalar adını verdiği sön bölümünde şair; karanlıkların ve  uzaklıkların içinden nasıl ve niçin döndüğünün ipuçlarını veriyor, yıkılan bir duvarın altından silkelenerek çıktığı gibi karışıyor kalabalığa.

Şimdi yeşertmek için çoraklaşan toprağı /ve yok etmek için o kara karanlığı /kararlı kalabalığın içindeyiz yeniden.

Biz yeniden yol arkadaşımıza kavuşmuşuz da dünyanın bütün dertlerini birlikte omuzlayabilirmişiz gibi coşkuyla tutunuyoruz bu dala: Şiire soru sorulmaz olsa da içimizde ardı ardına patlıyor sorular. Ne var ki şair sadece Bünyamin’le konuşuyor. Hatta onunla da konuşmuyor birlikte düşünüyor. Belki sadece Bünyamin biliyor şairin son şiirindeki Kaf Dağı’nın aslında neresi olduğunu ve orada kiminle buluşmayı umduğunu.

Biliyorsun; seni beklemekten sıkılmıyorum;/belki yağmurlarla gelirsin,  /uzayan bu kurak, karanlık günlerde, / belki şimşeklerle, gök gürültüleriyle.

Geçmiş ve geleceği hem ayıran hem birleştiren bir nehrin kıyısında tüm bildiklerini suya salıyor şair; aşk ve ayrılık, yaşam ve ölüm, sessizlik ve ses, dağ ve ova, gölge ve hayal, nehrin iki yakasından inip birbirine dolanıyor suda.  Ben de kitabı kapatıp, ani bir kararla eski bir mektuba dönüyorum:  

Merhaba Hocam,

Size bu mektubu yazmaya geçen yıl, 3 Mart’ta başlamıştım. O bitmeyen mektubumun başlığı Şiir Dertlenmesi’ydi. Şimdi ise tarih 7 Nisan, bir yıl sonra nasıl da bambaşka, dünyanın durduğu bir zamandan yazıyorum  size. O zaman yazacağım çok önemli şeyler neydi. Süzülüp  kalan tuhaf birkaç çağrışım var  aklımda, şiirin ve anıların kesişen kavşaklarından.

İbrahim Ferrer İstanbul’a geldiğinde, o konsere ben de gitmiştim. Küba’dan gelen dost ezgilerin sarhoşluğu ne güzeldi. Sonra Şahnişin Sokak’ta bir arkadaşım otururdu. Lüzumsuz bir trafik kazasında öldüğünde, gidip kederli bir duvar gibi önüne oturduğum kapısına öfkeli bir şiir yazıp bırakmıştım..

Zaman çağıran ve çağıldayan sesiyle akıp gidiyor. Ben de Batı’yı onca gezip Doğu’ya yönelen, günlerini yalınlığa adayan bir dervişe yöneltiyorum merak ettiğim tüm soruları:

Nerededir Kaf Dağı? Nerede ardına sakladığı nehir? Yeniden kavuşacak mı o sevgililer Mirabeau’da? 

Çok sevgiler,

Elif the cherry tree

ELİF FİRUZİ

*İyilik Mektupları; yazarın daha önce Zeynep Yasmin, Rüştü Onur, Neşe Yaşın, Yannis Ritsos ve C.Hakkı Zariç’e yazdığı denemeler serisidir.

** “Yazın bittiği rivayet edilir kasabada”- küçük İskender.  “Yazın bittiği her yerde söylenir.”- Murathan Mungan.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl