1.

Dizi filmlerin ulusal kanallardaki görünümü oldukça ilginç. Mahalle dizilerinin revaçta olmadığı, aile kurumunun öne çıkartılmadığı bunun yerine uzun ve sıkıcı, nereye gittiği belli, bir süre sonra hikayenin, sahnelerdeki çarpıcılıklara bölünerek, bunlara yerini bıraktığı bir dizi tarzı revaçta. İronik olan ise muhafazakar olduğu ve bunda da istikrarlı görünen bir toplum için kitle kültürü temsillerinin kaybolmuş otantik dünyalar ve zamanlar olması beklenirken, böyle bir temsil ve seyirde ısrarcı olunmasıdır. 90’lardan itibaren mahalle, aile ve köy dizileri böyle dünyalar ve karakterler sunmaktayken, Türk dizilerine özgü temsil ve estetik meydana getirmişken son yıllardaki çekilen yapımların bunları aşındıran ve unutturan etkileri akla şu soruyu getiriyor: Bu kadar şiddet, hınç ve kötülük gösterisine neden ihtiyaç duyulmaktadır?

Halbuki dizi filmlerdeki aile, kalıp anne/kadın, baba/erkek, çocuklar ile toplumsal ayrımlaşamanın diyalog halindeki formları oluverirken, hem güldürüyor hem de kathartik şekilde bir boşalım, ötekimiz ile yüzeysel de olsa bir buluşma gerçekleştiriyordu. Ne oldu da yakınlıklar kurulabilecek karakterler yerini sürekli dedikodu, kumpas, Roma imparatorluğu tahtına oynar gibi duran karakterlere yerini bırakıverdi. Diziler neden gündemdeki şiddet haberlerini tekrar etmeyi tercih etmekteler? Niye her dramatik yapımda erkek kadını dövmekte, tecavüz etmekte, küçümsemekte…

Muhafazakar toplum düşüncesi için fantezi temsillerinin yerini bırakan bu sadistik sahnelemenin yine de iş yaptığı görülmektedir. Hem reklam gelirleri açısından hem de toplumsal hazır bulunuşluluk açısından. Tüm imgeler günümüzde bireyleri bitimsiz bir komediyle gülüşe ve bir o kadar şiddete hazır tutmaktadır. Duyarsız sosyal medya kullanıcılarının hayal bozan ironileri karşısında eski usül dizilerin esamesinin okunmaması normal görünmektedir. Artık bu gibi diziler toplumsal bir ilgi meydana getirmektedikleri gibi yerlerine gelenlerin meydana getirdiği etki saf ve otantik olana isteği bozmakta ve bir yerde sosyal medyaya özgü “lafı gediğine koyma” kültürünün yansımalarına sahip olduğunu göstermekteler. Hızlı, etkili ve takibi zor.

2.

Teori, basitçe bakış demek. Eski Yunan’dan gelen bu kelimenin tiyatro ile kökensel akrabalığı, anlam açısından da seyir, bakış, nazar ortaklıklarına sahip olmaları, kelimenin zannedildiği gibi masabaşı çalışma, ‘entel işi’ ya da ‘fildişikule’ meselesi olmadığını göstermektedir. Modernite ile kültürün çatışma alanı olması karşısında elindeki fenerle hakikati arayan filozof imgesinin çoktan modası geçmiştir. Yine de teoriden beklenilen, hayatı düşünme ve değiştirme talebinde bulunmasıdır. Bu da eleştirel ve kökten bir toplum okumasıdır. Ancak böyle bir okumanın da modaları geçmiş gibi görünmektedir.

Büyük anlatılar ile ilgilenmek, sonu kitlesel kıyımlara gidecek bir hikayenin parçası olmak ile eşdeğer halde görülmektedir. Nihayetinde büyük anlatılar, siyaseten faşizme varacakmış gibi kabul görüldükleri gibi neyse ki hepsi yapısöküme tabii tutuldular. Mikro düzeyde okumaların, sosyal bilimlerde akademik uzmanlaşmayı güdülediği, böylelikle araştırma fonları ve kitap endüstrisi için geniş üretim olanağı sunduğu iddia edilebilir. Ne de olsa sinema filmlerinden hareketle Marx’dan Lacan’a teorileri anlamak daha eğlenceli ve 90 sonrası dünyadaki ideolojilerin sonu illüzyonunda keyifsiz okuyucuyu keyiflendirecek yeni bir tarz.

Kültürel çalışmaların temsillerden hareketle kültür okuması ve analiz yapması yadırganacak bir şey olmasa da araştırmacının reel siyaset ve ekonomiden, diğer alanlardan azade şekilde kalem oynatmasının kimi sorunları yok değildir. Anlamak gerekiyor ki uzun zamandan bu yana kültür ve sanat, şeyleşme ile sürekli tehdit edilmekte ve bu virütik şekilde bu alanlara sızmaktadır. Düşünün ki krizlerle mücadele etme önerisinde bulunmanın ardından entelektüelin fanatik okuyucularının imza günleri düzenlemesi böyle bir durumun örnek sahnelerindendir.

Temsillerin okumasının çok yönlülüğünde varılacak olan sonuçların abartılmaması gerekiyor. Nihayetinde güncel davranış ve anlamlar içinde temsiller bunlardan nasiplendiği sürece izleyicisinde gerçeklik, temsiller taraflı olabildiğinde doğruluk, oldukça başarılı ve kıvrak bir yaratıcılık ürünü olurlarsa otantik ya da hakiki olabilmekteler. Teori ise “işte seni buldum” diyerek bunlara yumulmakta ve okuma yaparak, nihayete ermekte. Uzun zamandan bu yana teori bu topraklarda kitabi bilgilerin anlaşılma mücadelesi olmuştur. Seminerler, sempozyumlar, dersler ve başkaları bir zamanların anlaması imkansız çağdaş Fransızların sunumları tekrarı olmaktan öteye geçemedi. Neyse ki liberalleşen bir toplumdaki çatışkıların meydana getirdiği arazlar onları uygulamak için alanlar açıverdi de teori nihayete erdi.

3.

Bir Başkadır” dizisi, birkaç bölümde tekrar ettiği sahnelerin meydana getirdiği yapı gösterisiyle sıkıcı geçerken, karakterler ve dünyalarını ayırdıkça bildiğimiz dizi formatına dönüveriyor. Nedir bu? Aile draması. Her karakteri kendi dünyasında izlemeye başlıyoruz. Hikayeleri de entrika dolu değil ve sade. Dizinin geneli için bu söylenebilir. Kötü yok! Dizide kötü bir karakter, onun temsili bir olay ve figür görmüyoruz. Entrika olmadığı için paylaşılacak bir toprak da yok. Karakterler birbirlerini değiştirme, taraf yapma derdinde değiller. Entrika ve siyaset ilgisini kurduğumuzda ulusal kanal dizilerindeki şiddet ve paylaşım savaşının neden popüler olduğunu düşünebiliriz.

Berkun Oya’nın bizlere attığı yem ise en güzeli: Türbanlı Meryem’den hoşlanmayan psikolog Peri. Kentli ve eğitilimli beyaz Türk, uzun zamandır dövmekten keyif alınan bu tip herkesi harekete geçiren hoş bir detay. Yakın geçmişin büyük anlatılarını yıkan eleştirel söylemlerin yer basılacak bir şey bırakmayanları için Peri, eski bir tanıdık. O, bizden değil. Batılı, kültürüne yabancılaşmış, ‘muhafazakar’ bilinçaltı cinimizi harekete geçiren yabancımız. Otantik toplum isteğimizin (solcusundan sağcısına) sıçrama tahtası. Peri gibi tiplerin özel ve toplumsal bir semptom olmadığını basit bir toplumbilimsel soğukkanlılıkla her toplumda böyle bir kesimin olabileceğini anlamamak ise oldukça ilginç. Nihayetinde birey yaşadığı çevre içinde var olmakta ve gündelik kimi alışkanlıkları bunlara göre kazanmakta. Ancak Peri’ye kızmamız ve küçümsememiz bekleniyor. Diğer psikolog karakter, izleyicinin Peri’ye bakışının kötü bir karikatürü ve ablası tesettürlü olan psikolog Gülbin, aradaki karakter olarak ne yabancı ne de yerli, akışkan haliyle hem yardımımıza yetişiyor hem de Peri’ye duyacağımız tepkinin aslında o kadar da önemli olmadığını gösteriyor. İki psikoloğun sahnelerindeki keyifsizlik Gülbin’in yapmacık sinirinden gelmekte ve bakışımızı besleyememekte. Bir anda bunun bir önemi yok diyebilirim, çünkü o bizim buraya yabancı olmayan, sentezci figürümüz. Mahalledeki hoca karakterinin tek bir doğrusunu altın öğüt gibi sattığı çiçek anlatısının ise az ile yetinmek adına değerli, seyir adına gülümsetici olduğu söylenebilir. Her şeyi bilen öznenin aslında eline tutturulan çiçek anlatısı, o kadar geçici ve etkisiz olduğunu hissettiriyor ki. Hocanın hayatından bunu anlayabiliyoruz.

Bu dizinin etkisi arındırma kelimesiyle düşünülebilir. Belki de dizi üzerine gelişen yazı ve düşünme enflasyonu bunun en iyi göstergesi sayılmalı. Arındırmayı bundan başka iki açıdan düşünebiliriz:

1-Ulusal kanal dizilerindeki kalabalığın, curcunanın ve entrikanın olmadığı bir boşaltma işlemi diziyi seyi keyifli kılmakta. Berkun Oya, bizleri mahalle ve aile dizilerine ve oradaki kalıp tiplere götürürken dizideki tema olan terapiyi sağlamış oluyor. Dizi, nostalji sahnesini hatırlatan görüntü ve müzikleriyle yabancısı olmadığımız bir alan açıyor, yumuşak geçişleri ve estetiğiyle seyrin yıldırıcı ve aptallaştırıcı etkilerinden izleyicisini uzaklaştırıyor.

2-Dizi uzun zamandır unuttuğumuz şeyi bize söylüyor. Birey olmak. Dizideki herkes birey olmak için çabalıyor. Konuşamamak, ağlamak, bağrımak, azarlamak gibi tepkilerin aslında kendine yabancı kalındığını gösterirken, mütevazi bir öneride bulunuyor: “Git konuş”.

Dizide bunu başaranların nasıl arındıklarını görebiliyoruz. Mesela Ruhiye. Nevrotik hallerinden kurtulmasının yolu, geçmişiyle yüzleşmesi. Köyüne gitmesi, görmesi ve tecavüzcüsüyle konuşması. Peri gibi bir uzmanın altın kuralı kaçırarak geç kalmış şekilde bunu fark etmesi ve nihayetinde Meryem’e gülebilmesi başarılı bir başlangıç olarak görülmeli.

Dizideki bir karakter “git konuş” diyebiliyor. Çok bilmeden, biraz Jung’dan bahseden, yol bilgisi iyi, lafı çok da iyi kullanamayan, “git konuş” diyebilen ve fazlasıyla da konuşan Hilmi. Hilmi’nin Peri’nin bize sunabileceği politik okumadan daha değerli olduğunu düşünüyorum. Hilmi, teorinin de eylemin de en sade halinde, yönelmek istediğine gidiyor ve derdini anlatmaya çalışıyor. Tepeden bakma, personasını koruma, hayallerde gerçekliği yaşamak gibi belirtilerden azade şekilde Hilmi, dizinin mütevazi önerilerden belki de en anlamlısı.

umerengin@gmail.com