Ana Sayfa Kritik Bir dilin hatırlatabileceği örtülü tarih

Bir dilin hatırlatabileceği örtülü tarih

Bir dilin hatırlatabileceği örtülü tarih

“Bir yerde çınlayan bir beden –bir masadaki bardaklar gibi– bir başka bedenin sallanmasına yol açar ve aniden bütün zemin cam kırıklarıyla kaplanır.”

Evren Barış Yavuz,“anlatı” türündeki ikinci kitabı “Kuşlarınsüvarisi” Chiviyazıları yayınevi tarafından raflarda yerini aldı.

Kuşlarınsüvarisi, yazarın 90’lardan bu güne yaşadığı ve yer yer daha eski bir tarihle hesaplaştığı otobiyografik bir sayıklama hissiyatı yaratmakla birlikte, İstanbul ve Ankara’nın arka sokaklarının 90’lardaki sosyolojik ve politik panoramasını bize hissettiriyor. Büyülü gerçekçiliği benimsemiş bir dille yer yer teatral bir havayı zihnimize boca ediyor. Ne kadar böyle bir anlatım biçimi benimsenmiş olsa da yaşanan gerçeklikle dil, kendi arasında parçalayıcı, hatta yok edici asimetrik anlatım biçimini ortaya koyuyor. Sanki masum bir çocuğun aynalanmış zihninden yola çıkarak dramatik bir yaşam gerçekliği ile karşı karşıya kalıyoruz. Hiç yazılmamış bu gizli insan tarihinin parçalanan aynasından etrafa saçılan cam kırıklarının izini sürüyoruz.

Ben bunları anlatmak için hayatta kaldım, anlatıcıyım vesselam, ben oyum, görkemli kentlerin, ışıkların ve para tanrısının kurduğu zamana saldıran benim.”

Dil hep ağrıyan dişi yoklar. İnsan acıyı hep aklında tutar… Ingmar Bergman

Kitap, Fransız felsefeci, Simon Critchley’in ana başlıkta yer alan cümlesini alıntılayarak başlıyor. Kendi içinde, “İç Ses Kitabı” ve “Dış Öfke Kitabı” olarak iki bölümden oluşuyor. Anlatıcıyla birlikte önce seslerin sonra öfkenin derin ve ateşli sokaklarında yürüyoruz. Bu yürüyüş bize yaşamın ağırlığını hissettiriyor. Anlatıcı, seslerin derin anlamlarıyla yola çıkıyor. Seslerin yarattığı o derin titreşimler bizi hırpalayarak düşündürüyor. Zamanla bu sesler bir düzene eviriliyor. Dramatik gerçeklik bir nevi derin ses biçimleri ile ifade edilirken yolları çatallanan “gerçek” tersyüz oluyor. Gerçek, hayaller ve düşler iç içe geçiyor ve trajik bir sokak masalına dönüşüyor. Yoksulluğun ve kimliğin gölgesinde bir direniş ve kavganın içinde buluyoruz kendimizi. Ses, öfkeye dönüştüğünde “Öteki”nin yaşam içindeki varoluş kavgasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kara bir düzenin içinde kendi varoluşu için mücadele eden bir çağın hikâyesinin içinde coğrafya yerle bir oluyor. “Öteki”, o denli yabancı ki, “ben” ile ortak herhangi bir yanı bulunamaz artık. Kitabın içinde mağduriyetle karşılaşmıyoruz. Anlatıcı tam tersi varoluşunu ilan ediyor. “Öteki”ni anlamanın önemini ve insanlığın zengin nitelik çeşitliliğini anlayamamanın nasıl bir sorun olduğunu herkese yeniden hatırlatıyor.

Evren Barış Yavuz’un, lirik söyleyişi, coşkun anlatımı, yüksek edaları, işin dış tarafı gibi görünüyor. Çünkü bu yazara toplulukları temsil edip, ona rehberlik etme imkânı tanıyor. Bu yüzden bir okur olarak, Yavuz’un gür, içten, halkçı sesini “romantik bireycilik” çerçevesinde değil, “toplumsal yararlılık” biçiminde değerlendirmek sanırım daha doğru olacaktır.

90’lar: Suikastlar, katliamlar, koalisyonlar ve pop furyası

Büyük kriz zamanlarında, yerleşik topluluklar ve göçebeler o krizi aşmak için büyük zihinsel form’lar geliştirirler. Ama bu formu geliştiren mevcut medeniyetin çocukları değil, diğer medeniyetlerin çocukları, daha imajinatif ve zihin açıcı şekillerde kullanırlar. Bunun nedeni, krizi yaşayan medeniyetin, kendi ürettiği hâkim paradigmanın dışına çıkmasının, yok olması anlamına gelmesidir. O yüzden mevcut/hâkim medeniyetin paradigmalarının dışında güçlü medeniyet tasavvurlarına sahip medeniyetlerin çocukları, büyük form atılımlarının geliştirilmesinde daha verimli ve etkin olabilirler.

90’larda, bu hal ve durum, mahallelerde çeşitli karma kültürlerin gizli ve isimsiz şekilde ‘aile ve mahalle çeteleri’ geleneğini oluşturmaya başladı. Memleketlerinde çeşitli sorunlarla göç eden birbirinden farklı topluluklar, mahallelerde bir araya gelip yoksulluktan kaynaklanan ortak bir direnç biçimi ortaya koydular ve bu bir yanıyla elbette politik bir anlayışı da beraberinde getirecekti. Dayanışmayla git gide genişleyen bu ağ, ülkemizin hemen her kentindeki bir takım mahallerde hissedilmeye başlandı. Ve kan bağı olmayan akraba ilişkileri oluşturdu. Evren Barış Yavuz’un İstanbul, Gültepe’de yaşadığı sosyolojik panoroma ile benim Eskişehir, Gültepe’de yaşadığım sosyolojik benzerlik arasındaki görünmez paydaşlık/akrabalık hissiyatı bu yüzden paralellik taşımaktadır.

Sırrı dökülmüş bir aynadayız, ayna arkasında tarihimiz, ülkemiz parçalanmış, çocukluğumuz rehine…”

Bu yıllar, refleksleri bugünden daha yüksek bir halkla siyasetin karşı karşıya olduğu dönemlerdi. Bu gün insanların üzerine sinmiş cehalet kokan gösteri toplumu ile o yıllardaki hareket, davranış ve düşünce biçimleri arasında oldukça fark olduğunu söylemek yanlış olmaz. O yıllara bugünden baktığımızda, herkese (dar anlamıyla) daha demokratik görünebilir. Bugünkü siyasi ortamın zeminini hazırlayan bir dönem olduğunu belirtmek gerekir. Dönemin karanlık tarihini, acılarımızı başımızın üstüne alıp araştırmacı yazar ve gazetecilere bırakalım. Acaba sokaktan baktığımızda biz ne görüyorduk?

Mahallelerde kardeş kavgaları ve ölümleri görmeye başlamıştık. Aile büyükleri şehir ve ülke dışına çıkıp çalışmak zorunda kalıyordu. Rusya ve Ortadoğu’ya o dönemlerde oldukça yoğun bir işçi göçü olmuştu. Yoksulluk artarken, hayata ve sisteme karşı direniş daha da alevlenmişti. Üniversiteler şimdikinden daha hareketli ve etkindi. Ev baskınlarına, üniversite öğrencilerinin göz altılarına, sebepsiz işkencelere ve kitap-dergi yasaklarına maruz kalınmıştı. Evlerde çatı aralarına yığınla kitaplar saklanıyordu. Anadolu’da işsizlik ve yoksulluk çığırından çıkıyor ve büyük kentler yoğun göç alıyordu. Çocuklar tek başına kendini idare etmeyi öğreniyordu. Hayat mücadelesiyle cebelleşmek zorunda kalan emektar anne ve babalar o sırada huzuru bulmanın yollarını aramakla meşgullerdi. Yeteneğimizi, başarımızı keşfeden bir öğretmen karşımıza çıkar, bize elini uzatır yol gösterirse şanslıydık fakat ne yazık ki her çocuk bu kadar şanslı olamadı.

Bu gün varlığını sürdüren (bunları çoğaltabiliriz) Okmeydanı’nın bazı mahalleleri ve Gazi gibi örgütlü komün mahalleler o dönemlerin eseridir. Bu mahallelerde herkes dolaylı olarak birbiriyle akrabadır, bir acı bin acıya bölünerek paylaşılır, birlikte harekete geçerler. Tarihten bugüne ötekileştirilmiş örgütlü topluluklar şu ya da bu nedenden dağıtılmaya çalışılmıştır. Komün mahalleler devlet katında dolaylı bir refleks oluşturmaktadır. En son 2014 yılında Okmeydanı’nda ki kentsel dönüşüm olayları ve 1995 Gazi Mahallesi olayları provokatif devlet girişimlerine birer örnek olabilir.

Kardeşim, kan öğüttüm ekmeğine katıktır. Cebimde açık biletler haritasına dağ düşmüş o yerlere, masanın üzerine bırakıyorum tüm negatifleri ben de kalmasın. Şimdi başlasam anlatmaya bir kuşağa biçilen yegâne rol; ya kahraman, ya şarlatan.”

Peki, iyi olan bir şey yok muydu? Hep olacağı gibi umut, mücadele, dostluk ve dayanışma vardı… Sokakta sek sek taşlarını üst üste dizerek, hayaller kurup kendi kendimizi büyük yoksulluğun, acının içinden çekip çıkaracaktık. Biz sokağın dirençli çocukları; ayakkabı boyacıları, su satıcıları, inşaat işçileri, pazarcılar, çıraklar, sokağı neşeyle çığlıklara boğan, çikolata vermeyen Sevim teyzeden intikamı ziline basıp kaçarak alan, bakkaldan gizlice helva çalıp arkadaşlarıyla bölüşen, patlayan top için gözyaşı döken, yırtılmış ayakkabılarıyla okul sıralarında yorgunluktan uyuklarken o gördüğümüz muhteşem rüyalarımızla bir yolunu bulup kendi kendini var edecek olan o gizli, görünmez ve yüksek sesle konuşmaktan asla çekinmeyecek olan o direnişin nesliydik.

Fotoğraf: Çağdaş Erdoğan

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl