Ana Sayfa Litera BİR GÜNLÜK, BİR HAYAT

BİR GÜNLÜK, BİR HAYAT

BİR GÜNLÜK, BİR HAYAT

Çocukluğumdan beri hep günlük tuttum; bazı günler daha uzun, bazı günler daha kısa…

Her gece ajandama o gün hayatımda, ülkede veya dünyada önemli bir şey olduysa üç beş satırla karaladım; hayatıma geri dönüp de baktığımda yaşadıklarımı hatırlayabileyim diye. İnsan yıllar boyu her gün olan bitene dair bir şeyler karalayınca, beklenmedik derecede tuhaf çıkarımlarda bulunabiliyor hayatına ve dünyaya dair. Öyle ki, yıllar içinde aile içi tartışmalarımızın bile kendi içinde bir mevsimselliği olduğunu fark etmiştim. Hayat; tuhaf. Ama tuhaf olduğu kadar da yaşanası. Hep bir merak duygusu; acaba sırada ne var? İşte hayatın özündeki o ikircikli gel git halinin en büyük sebebi…

Tüm anıları, yaşananları eğer bir köşeye yazmazsam, elimden kaçırıp da kaybedecekmişim gibi hissettim hep ve o yüzden de kaydettim her şeyi özenle. Bir koca hayat boyu! Sandım ki benim başkalarının geçmişini merak ettiğim gibi, birileri de benim yaşadıklarımı merak eder; benden dinlemek, öğrenmek ister. Eğer hayattayken bana sorarlarsa eksiksiz anlatabileyim, yok ben öldükten sonra merak ederlerse de aradıkları zaman bulmaları kolay olsun istedim; ama sanırım yanılmışım. Hayat zaten çoğunlukla yanıltmıyor mu insanı?

Yaşım seksen dört. Bu cümleleri son on yıldır her gün oturduğum deri koltuğumda kaleme alıyorum. İki çocuğum, beş torunum oldu ve bugüne kadar kimse o günlüklerdeki anıları merak etmedi. Hayatım ya da bir hayat süresince bu dünyada görüp geçirdiklerim, henüz kimseye çekici gelmedi. O bitmek tükenmek bilmeyen hevesimle, ben yine de hikayeler şeklinde anlatmaya çalıştım etrafımdakilere; ama herkes kendi hikayesini yazmakla, yaşamakla hep daha çok meşgul oldu… Belki doğru olan da aslında buydu da, ben gençken fazla hevesli davranmışım; aman öğrenmediğim bir şey kalmasın, aman aile büyüklerinin hayat hikayelerini ben mutlaka kaydedeyim ki gelecek nesillere de ulaşabilsin o hikayeler, aman insanlar ölse bile hikayeleri bende yaşamaya devam etsin… İşte bunlar hep gereksiz derece mükemmeliyetçi, olur olmaz konularda sorumluluk almaya hevesli bir karakterin anlamsız tasaları.

Bu her şeyi kaydetme çabasının yersiz olduğunu ben de ancak bu yaşımda öğreniyorum. Daha doğrusu, ailem bana öğretiyor… Ölene kadar insanın öğrenecekleri bitmezmiş ya hani; işte onun canlı bir kanıtıyım adeta! Gerçi bu benim sonu gelmeyen ve asla tatmin olmayan öğrenme hevesimle de ilgili olabilir ama bilemiyorum… Özetle, ben sandım ki benim dedeme anneanneme anlattırdığım gibi birileri de bana aile hikayelerini anlattırır, birileri de benim yaşanmışlıklarımdan kendine bir şeyler çıkartmaya çalışır. Nafile! Hüsran ve boşuna harcanmış onlarca defter…

Hayat, genellikle pek de düşündüğüm gibi gelişmediğini bana defalarca kanıtlamış, ben de buna teslim olmuş ve konuyu kabullenmiştim ama umut diye adlandırılın o duygu, insan yaşadığı sürece illet bir heves gibi insanın ruhuna yapışıp kalıyor işte. O yüzden de bir şekilde o planlar, hayaller devam ediyor… Onlar devam ededursun, hayat kendi planını devreye alıp sonra da insanoğlunun ona uymasını bekliyor. Yapacak bir şey yok… Nasıl herkesin bir karakteri var, bu da hayatın karakteri!

Eskiden beri arada bir günlüklerimden bir tanesini kütüphaneden rastgele çeker, içini karıştırırım. Neler yaşamışız, neleri ardımızda bırakmışız, hangi yollardan yürüyüp hangi sapaklara sapmışız; hatırlamak için. Yürüdüğüm yolu anımsamak, önümde yürünmeyi bekleyen yolu hep daha az engebeli görmemi sağladı bugüne kadar. Lakin yaşlanınca insan, anımsayabilmek önemli bir eylem haline dönüşüyor. Tıpkı nefes nefese kalmadan yürüyebilmek ya da tek başına banyo yapabilmek gibi… Bu sabah rastgele seçtiğim günlük, iki bin yirmi yılının bir ocak tarihinde başlıyor ve beş sene devam ediyor.

Yılın o ilk günü yazdığım dört satırı okuyunca kendi kendime gülümsüyorum. Yaşlılığımı utandıracak derecede iyi hatırlıyorum o günü. Berlin’de geçirmiştik yılbaşını ve nasıl da büyük umutlarla karşılamıştık hayatımızın yeni on senelik dönemini! Kocama iki bin on dokuzun son saatlerinde şu cümleyi söylediğimi dün gibi anımsıyorum; bu sene benim yılım olacak, yıllardır üzerine uğraş verdiğim her şeyin karşılığını bu sene alacağım, hissediyorum… O yıl boyunca içinden geçtiğimiz tüm olaylar silsilesini düşündüğüm zaman, geçmişe ve hayatın bir insanı ne kadar şaşırtıp dehşete düşürebileceğine, ihtiyarlığın verdiği o tevazu ile, içine gömülerek huzurla oturduğum deri koltuğumdan gülümsüyorum. Yaşlanmak insanı sakinleştiriyor kanımca, yaşlılığın bendeki etkisi bu oldu en azından. Her düşündüğüm seferde de anlamakta büyük zorluk çektim yaşlandıkça huysuzlanan, ruhu kararan o nemrut dedeleri, nineleri.

Yedi yıllık ilişkimizde, yeni seneyi ilk defa o yıl uyuyarak karşılamıştık. Ertesi sabah kendimizle bu yüzden fazlasıyla dalga geçsek de aslında bir mahiyeti olduğunu geriye dönüp de düşündüğümde şimdi daha iyi anlıyorum. O yıl, başvurduğum uluslararası fotoğraf yarışmasından bir ödülle ayrılacak, üzerine çalıştığım kitabım basılacak ve uzun zamandır arzu ettiğim gibi anne olacaktım… Ve tüm yılı ardımda bırakıp da aralık ayı geldiği zaman; geçen verimli yıldan gururlu, geleceğe karşı da umutlu olacaktım… İşte insanoğlunun gençlik cehaleti! Neyse ki o zamanlar da hayalleri içinde kaybolan biri değilmişim ki sürecin böyle işlemeyeceğini anlamam çok zamanımı almamıştı. Yılın ilk dört ayının sonuna geldiğimizde zaten on iki aya bedel bir yoğunluk yaşadığımız konusunda tüm ülke olarak hem fikirdik.

Berlin seyahatimizin sonunda eşim rahatsızlanmıştı. Ciğerlerde iltihaplanma, vücut ağrılarına sebep olan yüksek ateş, baş ağrısı… Neredeyse bir hafta işe gidememişti. Pek de telaş etmemiştik; ne de olsa gençtik ve gripler git gide daha ağır geçen bir hale bürünmüştü son yıllarda. Buna alışmıştık. Ocak ayının üçüncü haftasına geldiğimizde merkez üssü Elâzığ olan depremde iki bine yakın insan yaralanmış, kırkı aşkın kişi hayatını kaybetmişti. Yardımlar toplamış; kış ortasında dışarıda kalmak zorunda kalan depremzedelere battaniyeler, montlar, yardım paketleri göndermiştik. Ülkede uzun zamandır hasret kalınan bir seferberlik rüzgârı esmişti.

Biz daha bunun telaşını ve üzüntüsünü sindiremeden, bir uçağın pistten çıktığı vakadan yüz seksen yaralı üç vefat haberi gelmişti. Üç şirket çalışanımızın da uçakta olduğunu öğrendiğimizde, hangi hastanelerde olduklarını bulana kadar oldukça zaman harcamış, geceyi hastanelerde geçirmiştik. Daha o zamanlarda bile, Covid-19’un tedirginliğiyle hastaneye gittiğimizi hayal meyal anımsıyorum. Covid-19 mu ne? Ona birazdan geleceğim, o zaten başlı başına bir konu!

Şubat ayının sonlarına doğru dedem vefat etmişti. Ah canım Ali Dedeciğim… Yaşlılık çok zor derdi de ne demek istediğini anladığımı sanıp meğer anlamazmışım; daha yeni yeni şimdilerde anlıyorum. Anlattıklarını az kaydetmedim ve o ses kayıtlarını az deşifre etmedim. İşte amaç hikayeleri, hayatları hatta sevgiyi hep bir sonraki nesillere aktarabilmekti ama sanırım benim jenerasyonumdaki buna hevesli son insan benmişim! Şu an durduğum yerde artık bunu daha iyi görebiliyorum.

Neyse, o kendi şahsına münhasır iki bin yirmi senesine geri döneyim ben en iyisi. Aynı hafta İdlib’deki saldırı sebebiyle otuz üç askerimiz şehit olmuştu. Pek çok söylentiye göre sayı daha fazlaydı ama hiçbir zaman gerçek sayıyı bilememiş ve bize söylenen sayılara güvenmek zorunda kalmıştık. Hemen arkasından, Avrupa’ya gitmek isteyen mültecilere sınır kapılarını açmamızla başlayan göç, Avrupa’nın sınır kapılarını açmayışı yüzünden bir insanlık dramına dönüşmüştü. Gerçek anlamda insan olabilenler, insanlıklarından bir kere daha utanmışlardı devlet büyükleri sebebiyle. Çocuklar, insanlar sefil olmuşlardı. Gerçekten televizyondan izlemesi bile tüyler ürperticiydi. Anımsıyorum… Daha önce de yazdığım gibi, yaşlılıkta anımsayabilmek büyük meziyet!

Diğer taraftan kasım ayında Çin’de çıkıp İtalya ve İran’da yayılmayan başlayan Covid-19 virüsünün dünya geneline sıçramasıyla birlikte, vatandaşlarını karantinaya alan ülkelerin sayısı her geçen gün artmıştı. İptal edilen uçuşlar, günler içinde hava sahasını kapatan ülkelere dönmüştü… Şehirler arası ulaşımlar kısıtlanmıştı. İş yerleri, okullar… Hepsi evden çalışma sistemine dönmüştü. Lokantalar kapatılmıştı. Sokağa çıkma yasağı vardı. Marketler talan edilmişti. Geriye dönüp baktığımda hala insanların neden su değil de tuvalet kâğıdı stokladığını hala merak ederim. O döneme dair anlamlandıramadığım pek çok tuhaf davranıştan bir tanesi de buydu.

Mart sonuna geldiğimizde Türkiye’de vakalar artmaya, can kaybı sayıları yükselen bir eğim çizmeye başlamıştı. Herkes evlerine kapanmış, sokaklarda in cin top oynuyordu. Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’u yani nam-ı diğer korona virüsünün sebep olduğu hastalığı pandemi ilan etmişti. Ve işte bu sayede pandemi kelimesi de hayatlarımıza girmişti…

Üç ayı aşkın bir süre boyunca evlerimizde kalmıştık. Başta yüksek doz kaygı krizleri geçiren pek çok kişi, zaman içinde bu tuhaf döneme de bir şekilde ayak uydurmuştu. İnsanlar ikiye ayrılmıştı; konuyu ciddiye almayanlar ve Allah’a havale edenler ile hijyen obsesyonu yüzünden ruh sağlığını yitirmeye yüz tutanlar… Sağlık çalışanlarını birkaç akşam balkonlardan alkışlamış, sonra onu da unutmuştuk. Ülkede seferberlik ve gönüllü karantina ilan edilen günlerdi. Evde kal cümlesi o günlerde pek modaydı. Yeniden kavuşabilmek için bugün evde kal

Hatırlıyorum… Evden ilk çıkmaya başladığımızda bile garip hissediyordum. Riskli dönem geçti dense de insan geçtiğine inanamıyordu. Aylar boyu görmediğimiz bir şeyle savaş halinde olmak hepimizin ruh sağlığını öyle ya da böyle bir şekilde etkilemişti.

Dünya bizi resmen tükürüp bir kenara atmıştı. Bizler tükürüldüğümüz yerde bu sürecin sonunun gelmesini beklerken; o resmen nefes alıyor, kendini iyileştiriyordu. İtalya’nın bir şehrinde kanallara ve denizlere kuğular, yunuslar geri dönmüş; hava kirliliği tüm dünyada belirgin oranda azalmıştı. Bir de evde sıkıntıdan yaratıcı çözümler bulan insanlar vardı ki, sanırım tüm süreçteki nadir güzelliklerden biri buydu. Koşturmaya alışmış insanlık, durmayı hatırlıyordu. Var olabilmek için sadece bugüne odaklanmayı, gün be gün yaşamayı… Planlar suya düşmüştü çünkü hayata dair her şey o dönem bir muammaydı.

Biz de herkes gibi evimizde oturup beklemiştik her şeyin eskiye dönmesini. Ve kısa bir süre zarfında fark etmiştik ki, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Gerçekten de olmamıştı… Sürecin bitiminde boşananlar, aniden evlenenler, çocuk yapmaktan vazgeçenler, hızlıca hamile kalanlar, işini bırakanlar, yeni iş kuranlar, şehir değiştirenler, yurtdışına taşınanlar, yurt dışından dönenler… Herkes kendi hayatları içinde bir şekilde evrilirken, esas değişmesi gereken devletler ve yönetim biçimleri değişime direnmişti… O direnç uzun vadede kimseye iyilik getirmedi gerçi ama o da bir başka yazının konusu olsun şimdilik.

Bu yaşıma geldiğimde artık bildiğim bir şey varsa o da, yaşananlar bir şeyleri dönüştürse bile, geçen zamanın o şeyleri unutturmayı çoğunlukla başardığı. İnsanoğlunun geneli unutmayı hep daha kolay bulmuş ve istisnalar kaideyi çoğunlukla bozamamıştır. Hayatın içinde, her şey geçiyor… Her şey ama her şey… Önemli olan ise o geçen süreyi nasıl geçirdiğin… Şimdi düşünüyorum da bu nasihatleri benim torunlarım ya da çocuklarım ne yapsın? Kendilerinin yaşayarak öğrenme seçenekleri varken; benden duyup da iki dakikaya unutmayı mı seçsinler?              

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl