Lafın cımbızla seçilip, yedi yüz küsür sayfanın içerisinden çekilip, çıkartılıp birkaç kelimeyle anlatıldığı sanılmasın, nitekim bu Kiraz Kuşu meselesi büyük bir karmaşanın içinden doğup karşımıza çıkmaktadır.

Bilakis değerli mimar-akademisyen Alper Ünlü’nün “Uzaktaki Boşluk” isimli eseri cımbızın ucuyla tutulacak kadar ince ve küçük değil, aksine uçurumun kenarından derin bir boşluğa; sonu gelmez, ufuksuz, dev bir su birikintisine yukarıdan fırlatılan kocaman bir kaya parçası gibidir…

Burada göç eden bir Kiraz Kuşu buluruz: Bir pencerenin önündeki ağaca konmuştur, oradan bize bakmaktadır; suskunluğu hayra âlamet değildir, sanki bize derin bir acıyı fısıldamaktadır.

Mevzu bahis romanımız Elazığı’nın Hüseynik Köyünde, kahramanımız Tahir’in bisikletini ¨pedallamasıyla¨ başlar. Henüz kitabın en başında rastladığımız bu yolculuk hâli kuşkusuz bir tesadüf değildir, nitekim hikâye karanlık olan, büyük değişimlerin ve kırılmaların görüldüğü yirminci yüzyıl başlarında geçmektedir; bu yüzden olacak, takip eden sayfalarda kitabın ana kahramanı Tahir’in gözünden günce-otobiyografi türünde yapılan, sembollerle dolu bir anlatımla oradan oraya sürüklenen, dalgalı hayatlara tanıklık ederiz.

Henüz ilk sayfalarda Tahir, yabancı bir koleje sembolik bir anlatımla katılmaktadır. Okul çalışanı, Tahir bataklıktan hemen kurtulduktan sonra karşısına çıkmıştır; öte yandan Tahir gölde yaşadığı bu olayı “beni içine almaya çalışan çamur ve boşluk duygusu” olarak açıklamaktadır. Kolej, boşluktan kurtuluşu yahut kaçışı anımsatmaktadır sanki…

Takip eden sayfalarda ise bir güvercinle karşılaşırız. Garabet’in Amcası ve Sarkis birbirlerini güvercinlerini çalmakla suçlamaktadırlar. Kuş sembolü bu agresif takasla kitapta ilk kez sahne alır. Sonrasında güvercinimiz yerini zaman zaman bir sürüye, bazen serçeye, bazense kargaya yahut martıya bırakır.

Kuşlara dikkat etmek pek yerinde olacaktır. Nitekim onlar boşlukla temas eden birçok kavramın sembolleri olarak karşımıza çıkarlar. Yazarı ne amaçlamıştır bilinmez, fakat kuşlar, hani eski posta güvercinleri gibi bize haber getirmektedirler. Fakat kuşlar hangi haberi getirirse getirsinler, hakikat değişmez.

Orhan Veli İnanma, ceketim, inanma-Kuşların söylediklerine-Benim mahrem-i esrarım sensin-İnanma, kuşlar bu yalanı-Her bahar söyler-İnanma, ceketim, inanma!” demektedir.

Yaşananlar sonucunda hep bir soğukluk, burukluk, kırgınlık yahut boşluk duygusu vardır. Karakterler roman boyunca sanki kendilerine bu soğukluktan kurtulabilecekleri, içine sığınacakları bir ceket, ev aramaktadırlar.

Yazarımız bu arayışı romana gerçekçi olgular katarak beslemektedir. Kronolojik olarak doğru ve olay örgüsü açısından akıcılığı hiç bozulmadan, hayatın gerçekçi kusurlarının ve değişimlerinin eklenmesiyle romanımız ilerler. “Yaşamın kareleri, bir kez daha yinelenmeyen, hiçbir zaman tadını bir kere daha yakalayamadıklarımızdı” demektedir Tahir.

Onun bunca dalgalanmanın içinde gerçek dışı romansla sadece tek bir sevgilisi olamazdı elbette, öyle ki gidenler ve gelenler boldur. Zaten lisedeki felsefe öğretmeninin sözünü de bize hatırlatmaktadır: “Yaşamda hiçbir şey sabit değildir, sabit de olamaz, çünkü varoluşumuzun doğası değişimdir.” Alper Ünlü bu deyişle sanki Nietzsche’ye göz kırpmaktadır. Bu sürekli değişim ilkesiyle sadece gerçekçiliğe değil, aynı zamanda “yersizlik”, “yurtsuzluk”, “aidiyet” gibi kavramların sıkça sorgulanabileceği bir olay örgüsüne de tanıklık ederiz.

Yaşanan olaylar bölgede yer alan hemen herkeste büyük bir yıkıma yol açar; birçok insan ölür, korkunun ve umutsuzluğun esiri, târumar olur, herkesin hayatı kökünden değişir. Romanın bu bölümü ise sanki kulağımıza boşluk duygusu ile bağdaşan iki önemli Almanca kavramı fısıldamaktadır: “Heimweh” ve “Fernweh”.

Heimweh” Türkçe’de hepimizin aşina olduğu bir karşılık bulur, “sıla özlemi” demektir, evden uzak olmanın verdiği acı ve üzüntüdür. “Fernweh” ise bunun aslında tam tersini bize işaret eder; “fern”e yani uzaklara duyulan özlemdir. Ev olmayan, uzakta olan, yeni olan yerlerde bulunma, orayı özleme, bir nevi gezme, göç etme isteği yahut bunu başaramamanın verdiği acıdır. Öyle ki bu iki kavram “ev”, “aidiyet” ve “güven” gibi kavramlarla doğrudan ilişkilidir bilakis Tahir ve arkadaşlarının başına gelen tüm değişimler onları bu yönde derinden sarsacaktır. Roman boyu bir yandan bu değişimi gözlemlerken diğer yandan sanki bu iki kavramın çatışmasına tanıklık ederiz.

Henüz olayların en başında Tahir’in birçok arkadaşında doğrudan “uzak özlemi”ni görürüz. Nitekim neredeyse hepsinin aidiyet duygusu derinden sarsılmıştır.

Juda “Burada bize yaşama hakkı yok.” diyerek aidiyet duygusunun yok olduğunu gözler önüne serer ve kaçınılmaz olarak bunun arayışına çıkar. İshak kendisine dönmek isteyip istemediği sorulunca “Kimsem kalmadı Tahir, orası benim evim ama itilerek kovulduğum bir yer, dönmek istesem de tek başıma ne yapabilirim ki?” cevabını verir. Geride paylaşacak bir şeyi kalmayınca evinde hissetmediğini gösterir. Öte yandan ayrımcı söylemlerin ve davranışların şiddetini arttırmasıyla Tahir’in büyük aşkı Sara da uzak hasreti kervanına katılır: “Ben kendimi buralara aitmiş gibi görmüyorum, bana gavur diyorlar.”

Tahir ise aidiyet duyduğunu ve köyünden ayrılmak istemediğini, şöyle dile getirmektedir: “Bu mekânları, ailemi ve Sara’yı o anda bırakmak istemiyor, oradan gitmek istemiyordum.”

Fakat kaçınılmaz olarak Tahir’in bütün çevresi değişmiştir, Tahir yalnızlaşır. Böylece o da aidiyetini kaçınılmaz olarak yitirir yahut başka değişle, ait hissettiği yer, gerçekte var olmanın aksine artık sadece anılarında yer alır… Yaşananlar onu da “uzağa” sürükler.

Tahir çoğu arkadaşından farklı olarak “sıla hasreti”nin bir sembolüdür desek yeridir. Eviyle bağdaştırdığı ses ve kokuları anımsamasıyla bunu bize birçok kez göstermektedir. Buna rağmen belki de herkesten daha fazla gezer. Tahir evinden uzakta sürekli yeni bir ev arayıp da bulamayan birini anımsatmaktadır sanki… “Anlattıklarımızdan, geçmişimizden, duygularımızdan çok uzaktayız, şu anda burada oturuyoruz ama kafamız, zihnimiz, benliğimiz başka bir yerde.” der. Bu cümle bize acı verici gerçeği bir kez daha gösterir. Tahir “uzak”ı sevmek zorundadır, zorunda olduğu için uzağı istemiştir.

Bir derste öğretmeninin “Kır Yolu” adında yaptığı konuşmadan çıkarımlarını Tahir şu sözlerle bize aktarır:Kırda küçük bir barınak hep içimizde vardı ama hep yalnızdık, hep yuvalarımıza gitmek istiyorduk, hep yabancıydık, hep dünyaya fırlatılmıştık, hep arayış içindeydik ve hep hayallerimizde küçük ve sıcak bir yuvanın peşindeydik hepimiz.” Tahir’in hisleri bazen “sıla” bazense “uzak” hasretini okuyucuya düşündürür. Böylelikle Tahir roman boyunca artık tam anlamıyla olmayan bir yere duyduğu özlem ve yeni bir yer bulmanın isteği arasında sürüklenmektedir, sürekli olarak bu çatışmanın ortasında kalır.

Bu çatışma elbette sadece Tahir’in iç çatışması değildir, bundan öte romanın bütününde karakterler arasında “sıla hasreti” ve “uzak hasreti” çatışmasını sıklıkla görürüz. Tam olarak sonuca varamayan bir çatışmadır bu. Ne “eski ev”e olan özlem dindirilmektedir ne de “yeni ev” bulunur; yalnızlık, özlem ve aidiyetsiz, içi doldurulamaz hisler bütünü karşımıza çıkar.

Kitabın ortalarında bu çatışmanın belki de tek galibi, Tahir bir tren yolculuğu esnasında dostu Juda’ya söylediklerini bize aktarırken belirir: Ev dediğimiz yerle ilgili olarak aslında böyle bir “ev”in olmadığını, hepimizin görkemli meşe palamut ağacının altında olduğumuzu, onun dallarına ve gövdesine güvendiğimiz anlatmaya çalıştım. Biraz anlar gibi oldu. Bu ağaçtan çok şey umduğumuzu, onun bizim yaşamımızı bir anne kucağı gibi sarıp sarmaladığını, yalnızlığımızı ve evimizin olmadığından söz ettim. Dünya’nın bile uzağımızda olduğunu, pencerede geceyi süpüren karaltı gibi hepimizin derin ve uçsuz bucaksız bir kara boşluğun içinde olduğumuzu söyledim.”

Okuyucu söz konusu boşlukla böylelikle tam anlamıyla tanışır. Artık koca bir toplum işte bu boşluğun içinde yaşamaktadır, bunu Tahir’in sözlerinden bizzat işitiriz:

Ne büyük ve bilinmez boşluk içinde yaşıyorduk, bizler oradan oraya savrulan ve fırlatılan yalnız yaratıklar değil miydik, bu boşluk içinde?”

Biz işte o kiraz kuşları gibiyiz, gittiğimiz yerde öteriz sesimiz çok derindendir, güzel öteriz, göçeriz biz bir oraya bir buraya gideriz, bir boşluğun içindeyizdir, evimiz, barkımız yoktur…”

Söz konusu boşluk sadece romandaki kurgudan ibaret değildir aynı zamanda gerçektir de. Nitekim romanda yer alan büyük yıkımı ve onun ardında bıraktığı değişimi ve boşlukları yetmezmiş gibi bir de baraj inşaatı takip eder. Keban barajı ve onun devasa su kütlesi kocaman geniş bir boşluk olarak Harput’un üzerine serilir. Bu uçsuz bucaksız fiziksel boşluk böylece sadece sembolik bir anlam kazanmakla kalmaz, gözle görülebilirdir de artık. Harput’tan sürülen insanların sesleri sanki işte bu suyun altında gömülü kalmıştır.

Zaten edebiyatta da bu konuda büyük bir durgunluk vardır hatta siyasi endişeler, toplumsal gerilim ve hassasiyetten ötürü bu konuda ortama derin bir sessizlik hakimdir bu nedenle konunun bizzat kendisi de bir boşluktur desek herhalde isabet olur.

Bilakis Alper Ünlü’nün romanı işte tam da bu boşluğun ortasına bırakılmış bir kaya gibidir. Öyle ki konu hakkında konuşmaya, hisleri paylaşmaya bir açık davetiye vazifesi görür.

Yeri gelmişken söylememek olmaz, dürüst olmak gerekirse roman zaman zaman sanki hiçbir editörlük-düzeltme desteği almamış, doğrudan yazarından baskıya gitmiş gibi hatalarla göze batmaktadır; düzeltmen bu yönüyle eleştiriyi hiç kuşkusuz hak eder. Kitap, yazarını ve okuyucusunu bu yönüyle üzmektedir. Fakat biz konuyla ilgili son söz olarak yeni bir baskıyla bu kusurların giderilmesini dileyip kalemimizi yeniden meselemize daldırsak yerinde olacaktır.

Hasılı hikâye bu sessizliği bozan özelliği nedeniyle, zaman zaman çekingen, bazen olumlayıcı, bazense temkinli bir dille sunulmaktadır. -Malum, sessizliği ilk bozanlar, genellikle günah keçisi ilan edilirler…- Bu endişeyi yazarın sık sık “Bizim yaşantımız içinde karşıtlıklar yoktu, yemek ve içmemiz aynıydı. Aynı şeyleri yer aynı türküleri paylaşırdık.” gibi açıklamalar ve hatırlatmalar yapmasından yahut “Gavurlar camilerimize saldıracaklarmış, hele bundan da söz et” tepkisiyle karşılaşan Tahir’in hemen o ortamdan uzaklaşmasından anlarız.

Esasında Tahir’in uzaklaşması sadece bir kurgu değildir; bu gibi açık, net politik duruş içeren söylemlerden kaçınma, geri adım atma hareketidir. Böylelikle yazar ne olumlayıcı ne de tamamen tersine bir duruş sergilemektedir. Nitekim bu çekingenlik ve sessizlik bizzat boşluğun gerçek yüzüdür.

Fakat doğa boşlukları sevmez. Öyle ki, bu kavram horror vacui yani boşluk korkusu olarak karşımıza çıkar. Boşluklar doldurulmalıdır; bir sanat eseri, doğa yahut insan zihni varlığını ancak bu prensiple sürdürür.

Bu sebeple olacak, buna kitabın yüz elli beşinci sayfasında, Tahir ile İsmail arasında geçen bir konuşmada da tanıklık ederiz; orada “boşluk çiçeği” karşımıza çıkmaktadır:

Boşluk çiçeği… Her boşluğa iyi gelir, her boşluğu doldurur.”

Bir “boşluk çiçeği” yahut bir “kaya” edasıyla okuyucusuna ulaşan günce biçimindeki bu anlatıdan Tahir kafasını bir anlığına kaldırıp, penceresinden dışarıya bakınca orada bir Kiraz kuşu görür ve onunla arasında geçen konuşmayı bizlere şöyle anlatır:

Ona neden evine gitmedin diye soruyorum, nedir bu göçebelik, neden evine dönmedin diyorum, çok geciktin hâlâ buradasın. Evin yok mu senin diyorum. Yan gözle baktığına eminim. Kuş susuyor ve ötmeyi kesiyor.”

Resim: Nuri Abaç

TEILEN
Önceki İçerikMELİH CEVDET ANDAY ŞİİRİ: RADİKAL BİR KOPUŞ DENEMESİ
Sonraki İçerikTERRA’YI ANIMSAMAK
1996, İstanbul, Kadıköy doğumlu. Zaman zaman ormanlarda tın-tın gezinen, ne dinlediği belirsiz, orta hâlli bir okur-yazar. 2020’de Özyeğin Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Yazıları mezuniyetinden bu yana çeşitli mecralarda yayımlanmaktadır.