Ana Sayfa Manşet Bir Liberal Siyaset Masalı Olarak Sarmaşık Filmi

Bir Liberal Siyaset Masalı Olarak Sarmaşık Filmi

Bir Liberal Siyaset Masalı Olarak Sarmaşık Filmi

Tolga Karaçelik’in ilk filmi Gişe Memuru’nda da yine Sarmaşık’taki gibi, aslında güzel ve derin sayılabilecek bir konuyu işlediği; ancak yine yanlış bilinci ile işin üstesinden gelemediği, hatırımızda duruyor.

Yönetmen Tolga Karaçelik’in ikinci uzun metrajlı ve yine ilk filmi Gişe Memuru gibi çok ödüllü filmi Sarmaşık (2015); bir post-modern siyaset ve sanat anlatısı olarak, beni; özellikle solculuktan istifa etmiş liberallerin, on beş yıl önce, 3 Kasım’da açılan dönemle beraber, Türkiye’de demokrasinin kurumsallaştığını, devletin dönüştüğünü, temel hak ve özgürlüklerin AB standartları seviyesine taşındığını, bunu da muhafazakâr demokrat bir politik öznenin yaptığını, aklı başında herkesin de bu özneye destek olması gerektiğini söyledikleri ve şu an çoktan unutulmuş yıllarda çekilseydi, şüphesiz ki çok daha fazla teveccüh görebilirdi kamuoyunda, diye düşündürüyor.
Ancak filmin hem Altın Portakal’da yarıştığı dönemde, yani evvelki yıl; hem de bugünlerde, kimsenin, liberalizmden, eşitlikten, özgürlükten falan bahsetmeye mecali yoktu, bulunmuyor. Altan kardeşlerin Silivri’de mahpus edildiği bir konjonktürdeyiz ve bu önemlidir, zira bunlar, yukarıda özetlediğim sefaletle malul felsefenin sembol isimlerinden kabul ediliyor.

Sarmaşık, özetle “Bir armatörün iflas edip ortadan kaybolmasının ardından, deniz hukuku gereği gemide kalmak zorunda olan ve hiçbir yere gidemeyen beş gemici ile bir kaptanın arasındaki hiyerarşik mücadeleyi” anlatıyor. Fakat yönetmenin derdi elbette sadece bu olmuyor. Karaçelik, seyirciye, çizdiği karakterlerle bir başka veya pek çok farklı okumaya açık, yarı-politik bir film sunuyor. Bu ise bir uyanıkça bir siniklikle malul görünüyor. Yönetmen, muhtemel eleştiriler karşısında, hayır aslında onu demek istemedim, yollu bir sızlanışa hazır bulunuyor. Zaten röportajlarında, asıl derdinin, “iktidar veya kişilerin psikolojik çöküşü” olduğunu söylüyor.
Filmin altı ana karakterlerini; çalıştıkları geminin sahibi iflasını açıklayınca, diğer personelin evine dönmesinin ardından, gemide kalıp ücret almayı planlayan beş çalışan ve tabii kaptan teşkil ediyor.

Kaptan… O ne derse o oluyor. Bazen şefkatli bazen acımasız görünüyor; çocuklarını, yani çalışanlarını, hem sevme hem dövme yetkisine sahip olduğunu düşünüyor. Paternalist bir siyasal ve sosyolojik yaklaşımla çizilmiş bu karaktere tüm personel Bey Baba diyor. Bey Baba, en yüksek otoriteyi, yani devleti temsil ediyor.
Baba’nın evlatları ve/veya hasımları; Kamarot Nadir, Usta Gemici İsmail, Gemici Cenk, Gemici Alper ve Kürt’ten mürekkep bulunuyor.
Kaptan, yeni sürecin başında, yani iflasın ardından diğer personel evine gittikten sonra, İsmail’i yanına çağırıyor ve bundan böyle kendisinin gemide “sağ kol” olduğunu söylüyor.
Kaptan, Nadir’e de aynı şeyleri anlatıyor ve Nadir’in gemide olup biten her şeyden kendisini haberdar etmesini, onun gözü ve kulağı olmasını istiyor. Bey Baba’nın; Alper, Cenk ve Kürt’ten bir beklentisi ve isteği ise olmuyor.
Zaman ilerleyip yiyecekler tükenmeye ve hepsinin kişisel iradesi zayıflamaya başladıkça düzen bozuluyor, başta Bey Baba’nınki olmak üzere, mevcut otoriteler sorgulanmaya başlıyor. Öfke, kolektif bir birlikteliğe değil, tekil savaşımlara dönüşüyor. “Cenk”i Cenk ve gemide en iyi anlaştığı arkadaşı Alper başlatıyor.

Peki, yönetmence neden bu ikisi seçiliyor?
Cenk; Adana Demirspor taraftarı, lümpen, serseri, üç kağıtçı, tekinsiz, esrarkeş bir adam; Alper ise ona göre daha saf olmakla birlikte, onunla kader birliği etmeye her zaman hazır, pafküf içen bir taksi şoförü olarak resmediliyor. Her ikisi de ortalama Türk vatandaşları olarak imleniyor. Cenk ve Alper; salt iyi veya kötü olmamakla birlikte, duruma ve çıkarlarına göre yol izlemeye hazır görünüyor. Bunların isimleri geleneksel Türk kültürü ile bütünleşik bulunduğundan, toplumsal-kolektif bilinçaltımızda “biz”i temsil ediyor.
Neticede Cenk, “sağ kol” İsmail’in tacizlerine daha fazla dayanamıyor ve bitmeyecek mücadele başlıyor. Filmin başından bu yana Cenk ve Alper ikilisi ile İsmail’in zıtlığı zaten ısrarla vurgulanıyor. Namazında niyazında, işini efendice ve layığı ile yapmaktan başka bir derdi olmayan İsmail ile haylaz, huysuz, gürültücü Cenk’in kapışmalarının üzerinde fazlaca duruluyor. (Filmin sonunda Cenk, İsmail’i başından yaralıyor. Yani hilafetin ilgası, şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Türkçe ezan, 28 Şubat vb. eylem ve süreçlerle hep ezilen İslamcı-Doğucu kitlenin bir ferdi, bir kez daha şiddete maruz kalıyor!)
Kürt mü; hiç konuşmayan, iradesiz, ne denilirse yapan, herkese yakın herkesten uzak bir gariban olarak anlatılıyor. Ağzı var dili yok, deniyor. Ezilen Kürt halkının bir mensubu olduğundan, her zamanki gibi, ilk bedeli o ödüyor. Buhranlı bir anında, Cenk, evvela onu öldürüyor.

Bütün bu olanlara dayanamayan, geminin mutfak sorumlusu Nadir, ki Sulukuleli bir Çingene kendisi, odasında sessizce bileklerini kesiyor. Cenk, İsmail’i yaralar ve Nadir intihar girişiminde bulunurken, gemide Kürt’ün de hayaleti dolaşıyor. Bununla başlayan gerçeküstü olaylar, İsmail ve Nadir’in yaralarından büyüyen ve gemiyi saran “sarmaşık”larla devam ediyor. Yani ortalama ve geneli temsil eden bir “Çılgın Türk”ün öldürdüğü, yaraladığı, kırdığı, üzdüğü İslamcı, Kürt, Çingene; her şeye rağmen yaşamaya ve mücadeleye, sarmaşık simgesi üzerinden, devam ediyor. Bütün bunlar olurken, Bey Baba, yani devlet ne mi yapıyor; kaptan köşkünde saklanarak bekasını sürdürmeye çalışıyor.
Özetle; gemide, yani Türkiye’de; kaptanın, yani devletin himayesinde bulunanlar, yani Türk, Kürt, Çingene, İslamcılar; birbirleri ile hiyerarşi ve çıkar kavgasına tutuşuyor; ortalama Türk, diğerlerine kaba kuvvet ile üstünlük kuruyor. Filmin bütün mesajı bundan ibaret bulunuyor.

İmgesel dahi olmayan, çarpık bir siyasal bakışla, körün gözüne parmak sokarcasına oluşturulan metin, Türkiye liberallerinin otuz yıldır beynimize nakşettiği, iktidar partisi ve yandaşlarının bir dönem ve ilkesel değil çıkarları gereğince resmi ideoloji haline getirdiği; çevre-merkez, devlet-sivil toplum karşıtlığı üzerinden temellenen bu üçüncü sınıf sosyoloji tezleri, birkaç yıl öncesinin aksine şu an kimsenin dikkatini çekmiyor.
Zira artık ülkemizde yukarıdan aşağıya örülüyor olan muktedir politik hat, çevrenin merkeze direnmesi safsatasıyla özetlenemiyor; liberallerin çevre dedikleri siyasal İslamcı kitlenin önderlerinin, toplumun geri kalan kesimlerini, devletin zor aygıtları ile ezişi ve yok edişinden başka bir şeye denk düşmüyor.
Hal bu iken, kendisini bu çarpık bakıştan biraz olsun kurtarmak adına soruyorum; acaba Tolga Karaçelik’in yarattığı bu dünya, başka bir bakış ile de okunabiliyor mu?.. Bu olanaklı görünüyor ve yönetmen istemeden bize bunun fırsatlarını da sunuyor. Sosyalizmin abecesi seviyesinde de olsa, denemekte fayda görünüyor.
Her şeyden önce, mevcut duruma, geminin deniz ortasında kalışına, açlığa, yoksulluğa, her zaman, kapitali elinde bulunduranlar yol açıyor. Devleti yöneten, halkları sömüren, onları birbiriyle dövüştüren, yoksullaştıran çünkü; mevcut sistemde hep burjuvazi oluyor.
Aslında, Tolga Karaçelik kafası ile bakınca bile, yönetmenin kendi anti-tezini ürettiği pek çok argüman bulunuyor. Bunlar da film için farklı ve daha akıllıca çözümlemelere fırsat sunuyor.
Örnek mi; isteyen, kaptana, devlete yaranmak için her fırsatı kullanan muhafazakâr İsmail’e bakarak, sık sık gömlek değiştiren, emperyalistlere kul köle olarak iktidarı alan ve sonra anti-emperyalist oluveren dincileri görebiliyor. Ya da film boyunca hep susan, tarafsız kalan, topa girmeyen Kürt; kolayca, 12 Eylül referandumunda, Gezi isyanında iktidar ile arasının açılmasını istemeyen, hatta isyan edenleri darbecilikle suçlayan Kürt siyasi iradesi ile benzeştirilebiliyor.

İsteyen öyle isteyen böyle okusun; ancak… Moderniteyi eleştirerek aşmaya çalışan bir teoriye sahip bulunan sosyalizmin taraftarlarının veya kendisini demokrat, liberal, özgürlükçü vs. olarak tanımlayanların; sanki modernite öncesindeymişçesine, hala toplumdaki etnik ve dinsel bölünmüşlüklerin üzerinden film çekiyor, kitap yazıyor veya bunları tartışıyor olması geriliğin ta kendisi oluyor.
Mekanik bir solculuk söylemi üretmek ve yeniden üretmek değil amacımız elbette; ama artık tekrarlana tekrarlana anlamsız seslere dönüşen kelimeler kadar içerikten yoksun tezlere hala sarılanların olması, sinemayı falan geçelim, her şeyden önce, bu ülkenin onurlu, emeği ve alın teri, namusuyla yaşamaya çalışan insanlara küfür etmekten öte bir anlam taşımıyor.
Tolga Karaçelik’in ilk filmi Gişe Memuru’nda da yine Sarmaşık’taki gibi, aslında güzel ve derin sayılabilecek bir konuyu işlediği; ancak yine yanlış bilinci ile işin üstesinden gelemediği, hatırımızda duruyor. Yönetmenin yeteneğinden sanıyorum ki kimsenin şüphesi bulunmuyor; doğru kanallardan elinde pusula ile yürür, yine ideolojik savrulmalar yaşamazsa, önemli işler yapacağı kesin görünüyor.

Son olarak, herhalde bir kişisel yorum not etme hakkımız bulunuyor. Bence ücretli çalışarak hayatını kazanan, futbol seyircisi, içkiyi sigarayı seven, keş, emekçi Türkler, Cenk ve Alper yani; yönetmenin hiç istemeden de olsa, bugün için ne yapmalı, sorusunun cevabının sahipleri olarak karşımızda duruyor. Belki bu ikilinin bir sınıfsal bilinci yoktur ve bunlar kavgacı, küfürbazlar; ancak her ikisi de isyan etme, ses çıkarma cesaretini taşıyor. Diğerleri kaderine razı iken onlar olmuyor. Kürt, Çingene, Müslüman susarken, onlar bağırıyor.
Yalçın Küçük’ün söylediği üzere, Marks, Lenin okuyarak değil, mahallenin kızlarına sataşan serserilerle, dayak yer miyim, diye düşünmeden kavgaya giren kişi demek olan sosyalistler için, bizim için, Alper ve Cenk’in isyanı, bence ziyadesiyle önem taşıyor. Bunu doğru zemine kavuşturmak, her anlamda tüm ezilenleri bir araya getirip ortak bir mücadele birlikteliği örmek de, solun, toplumsal düzlemde yeniden bir alternatif olmasına bağlı bulunuyor.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl