Ana Sayfa Kritik Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir

Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir

Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir

Hayır, bir dizi eleştirisi yapmayacağım, kültür endüstrisindeki ve popüler kültür araçlarındaki dönüşümden ya da internetin sinema ve dizi izleme alışkanlıklarını değiştirmesinden, dijital platformlardan da söz etmeyeceğim. Yapacağım şey, basitçe ifade etmek gerekirse, “La Casa de Papel” vesilesiyle para, sermaye ve merkez bankaları hakkında birkaç şey söylemek. Çünkü senaristlerin tercihleri bunu mümkün kılıyor ve bu üçü, çoğu zaman farkında olmasak da, gündelik yaşamımızı doğrudan belirliyor.

Nedir senaristlerin tercihi derken kast ettiğim şey? Şu: İspanya Merkez Bankası’nın soyulması üzerine kurulmuş, kısmen siyasal ve toplumsal mesajları da olan bir hikâye anlatmak. Kahramanlarımız ilk sezonda İspanya Merkez Bankası’nın darphanesini, şimdi de bankanın altın rezervlerini soyuyorlar ki, bunun günümüzün küresel kapitalizmi göz önüne alındığında “son derece devrimci bir fikir” olduğunu söylemek lazım.

Işık hızı”yla dolaşan para, kutsanan serbest ticaret

Neden “devrimci bir fikir” peki?

Paradan başlayalım… Günümüzün küreselleşmiş kapitalizminde, finansal sermaye, teknolojinin de yardımıyla dünyayı sonsuz bir özgürlükle dolaşıyor. David Harvey’in “zaman-mekan sıkışması” diye kavramsallaştırdığı bir şekilde, tek tuşla İstanbul borsasından Londra borsasına, New York borsasından Tokyo borsasına, devlet tahvillerinden hazine bonolarına, 24 saat boyunca ve adeta ışık hızıyla dolaşan, nerede kâr görüyorsa oraya giden, döviz-faiz-borsa üçgeninde elde ettiği spekülatif kazanç için neredeyse hiç vergilendirilmeyen bir sermaye biçimi bu, sermayenin en akışkan hali yani.

Sadece para değil, ticari ürünler de, günümüz dünyasında finansal sermaye kadar değil belki ama hayli özgür bir şekilde dolaşıyor. Günümüz kapitalizmini, şimdilerde kapitalizmin yeni kriziyle ve küresel egemenlik mücadelesinin derinleşmesiyle birlikte zor zamanlar yaşasa da “serbest ticarete duyulan inanç” belirliyor. Uzunca bir süredir ulus-devletler, özellikle emperyalizme bağımlı ülkeler, ulusal sanayilerini ve iç pazarlarını gümrük duvarlarıyla ya da başka araçlarla koruyamıyor. Ekonomik ve mali birlikler, serbest ticaret anlaşmaları ve serbest bölgeler, Dünya Ticaret Örgütü’nün denetiminde, malların da tıpkı para gibi küresel ölçekte dolaşmasını sağlamaya yarıyor.

(Normalde “serbest ticaret”in şampiyonu olması gereken “liberal” ABD’nin Trump liderliğinde giderek serbest ticaret karşıtı bir pozisyona yerleşmesini, öte yandan yine normalde gümrük duvarlarını savunması gereken “komünist” Çin’in serbest ticaret şampiyonluğu yapmasını, geçerken not etmek gerekiyor. Çin “dünyanın fabrikası” haline geldikçe serbest ticareti, ABD ise sanayisinin en azından bir bölümü Çin’le rekabet edemez hale geldikçe gümrük duvarlarının yükseltilmesini ve “ulusal ekonomi”yi savunuyor, buna da “ticaret savaşları” deniyor.)

Emeğe örülen duvarlar, Batı hümanizminden manzaralar

Peki, günümüzün küreselleşmiş kapitalizminde para ve mallar gezegeni serbestçe dolanırken emeğin durumu ne? Örneğin emeğiyle geçinen insanlara, tıpkı para ve mallar gibi, serbest bir şekilde dünyanın herhangi bir ülkesine, maaşların daha yüksek ve hayat şartlarının daha iyi olduğu coğrafyalara gitme izni veriliyor mu?

Elbette ki hayır. Bunu pasaportlardan ve verilmeyen vizelerden biliyoruz ama sadece bu değil. Avrupa, sefaletinin baş sorumlularından biri olduğu Ortadoğu ve Afrika’dan daha iyi bir yaşam için kitleler halinde kıtaya gelmeye çalışan göçmenleri durdurmak için elinden geleni yapıyor: Denizlerdeki denetimi artırıyor, Akdeniz kıyılarına toplama kampları kuruyor, göçmenleri ülkelerine geri gönderiyor, Türkiye gibi ülkelerle anlaşmalar imzalıyor.

Akdeniz’de batan bir göçmen teknesinde onar onar ölen göçmenlere dair haberler günümüz dünyasının rutinlerinden biri artık; Batının hümanizm makyajının aktığı hadiseler de öyle. Hemen bir örnek verelim: Bundan yaklaşık bir ay önce İtalyan devleti Carola Racketa adlı bir gemi kaptanını gözaltına aldı, gemiye el koydu ve 20 bin Euro da para cezası kesti. Peki bu genç kadının suçu neydi? Kaptanlığını yaptığı Sea-Watch 3 adlı gemiyle Akdeniz’de 53 göçmeni kurtarmak ve sonra da İtalya’nın Lapmedusa limanına yanaşmak.

Peki ya ABD, ABD’de durum ne? Trump’ın seçim sürecindeki en büyük vaatlerinden biri Meksika sınırına çekilecek devasa duvardı. Trump bununla neyi hedefliyordu peki? ABD’ye Latin Amerika’dan gelen göçmen akımını durdurmayı elbette. ABD iç politikasının temel ihtilaf konularından birini oluşturan duvarla ilgili olarak yüksek mahkeme, ABD Savunma Bakanlığı bütçesinden 2.5 milyar doların kullanılmasına geçtiğimiz günlerde izin verdi. İnşaata ne zaman başlanacağını ise izleyip göreceğiz.

Netice itibariyle şunu söylememiz gerekiyor: Küresel kapitalizm, sermayeleşmiş paranın ve ticari malların gezegeni özgürce dolanmasına izin verirken, emeğin önüne pasaportlar, vizeler, toplama kampları, duvarlar koyuyor; kapitalizm özgürlükten sermayenin özgürlüğünü anlıyor, emeği ulusal sınırlara hapsediyor.

Bağımsız merkez bankaları, bağımlı ülkeler

Gelelim merkez bankalarına. “Eskiden genelkurmay başkanlarının adını ezbere bilirdik, şimdi ise bilmiyoruz” cümlesi rejimin ideologlarınca “vesayetten kurtuluş” anlatısına hizmet için sıkça kullanılıyor. Bugün kimin adını biliyoruz peki? Evet, Merkez Bankası başkanlarının adını. Hadi onu hepimiz bilmiyorsak da, neredeyse hepimiz Merkez Bankası’nın faizler hakkında vereceği kararları merakla takip ediyor, kararlar açıkladıktan sonra ise olacakları anlamaya çalışıyoruz.

Bu böyle, çünkü “Reis” tüm bir iktisat literatürünü ters yüz edecek şekilde, kurucusu olduğu “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” teorisiyle, faizler indirilirse enflasyonun da düşeceğini iddia ediyor. Dolayısıyla bankanın yaptığı her toplantıda bankanın ve başkanının “her şeyden önce bir ekonomist” olan Reis”in sözünü dinleyip dinlemeyeceğini merak ediyoruz. Dinlemediğinde ne olduğunu ise biliyoruz: Merkez Bankası başkanı, “bağımsızlık” falan dinlemeksizin görevden alınıveriyor.

(Benzer bir şekilde Trump da faizlerin düşmesi için ABD Merkez Bankası FED’le kavga ediyor. Sağ popülizm için önemli olan faizlerin düşük olduğu bir ortamda ekonomik canlılığın tesisi ve bunun oya tahvili çünkü.)

İşte burası ise tam olarak “zurnanın zırt dediği yer.” Neden mi? Çünkü Türkiye’de muhalifliği belirleyen en önemli şey sermaye düzenini gündemine almayan bir “tek adam karşıtlığı” ve çünkü muhalifliğini oradan kuran kanaat önderleri ya da siyasetçiler, topluma “eğer tek adam merkez bankası başkanını görevden alıyor ve bankaya müdahale ediyorsa, biz de merkez bankasının bağımsızlığını savunmalıyız” diyorlar. Maalesef bu da adım adım genel bir kanaat haline, doğruluğu sorgulanmaz bir hakikat haline geliyor.

Oysa kahramanlarımızın soymaya karar verdiği İspanya Merkez Bankası’nın ve bizimki de dâhil merkez bankalarının bağımsızlığı, sanıldığının aksine, hiç de halkın yararına değil; çünkü “bağımsız merkez bankası” tam da halk düşmanlığı üzerine inşa edilmiş olan küresel kapitalizmin ideolojisi ve programını, yani neo-liberalizmin temel ilkelerinden biri.

“Bağımsız merkez bankaları” tam olarak nereden, kimden bağımsız? Hükümetlerden evet. Peki niye? Birincisi, neo-liberalizme göre merkez bankaları bağımsız olursa “popülist hükümetler” kafalarına göre para basıp kamu harcamalarını artıramazlar, böylece enflasyon da yükselmez. 1974 krizi, kapitalizmde ilk kez enflasyon içinde durgunluğu, yani stagflasyonu ortaya çıkardığından beri, bağımsız merkez bankası neo-liberal amentünün unsurlarından biridir.

İkincisi, neo-liberalizm ekonomiyi bir teknokrasi işi görür ve iktidara hangi parti gelirse gelsin aynı ekonomik programı izlemesini ister. “Bağımsız merkez bankaları” bunu kolaylaştırır, iktidara düzen partilerinden hangisi gelirse gelsin, hükümetler neo-liberalizmin çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz, izlenecek politikaları merkez bankası yönetiminin de içinde olduğu teknokratlar belirler.

Ve üçüncüsü, finansman için kendi merkez bankalarına başvuramayan hükümetler, doğal olarak IMF’ye ve uluslararası bankalara başvururlar. Bu da borçlanmayı ve buna bağlı bir şekilde iktisadi bağımlılığı derinleştirir. Küresel statüko, tahakküm ve bağımlılık ilişkileri böyle sürer gider.

Dolayısıyla, merkez bankaları ne kadar bağımsızsa, Türkiye ve benzeri ülkeler o kadar bağımlı olacaktır ve savunulması gereken şey, merkez bankalarının bağımsızlığı değil, halkın yararına örgütlenmiş bir ekonomide, kamucu ve halkçı bir perspektifle üstlerine düşen görevi yerine getirmeleridir.

Rehinleri kurtarmak

Bir merkez bankasının darphanesinin ve altın rezervlerinin soyulması, işte tam da bu anlattıklarımız yüzünden güncel ve devrimci bir fikirdir; hayır, gerçekten gidip orayı soyacağımız için değil. Kapitalizmin, paranın, merkez bankalarının ne olduğunu, hayatlarımız üzerindeki etkisini, bizi nasıl birer rehineye dönüştürdüklerini anlamak ve bu rehin alınma halinden kurtulmanın yolları üzerine düşünmek için!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl