Ana Sayfa Kritik Bir Pencere: Duvarlarda Açılan Gediklerden Sınırların Ötesine Bakmak

Bir Pencere: Duvarlarda Açılan Gediklerden Sınırların Ötesine Bakmak

Bir Pencere: Duvarlarda Açılan Gediklerden Sınırların Ötesine Bakmak

Erinç Büyükaşık’ın yeni yılda yayımlanan eserlerinden biri olan Sınırlar Kapalı’yı bu yazımda inceleyeceğim. Bunun için öncelikle yazarın yazın eserlerine değinmek doğru olacak. Daha önce Suya Gazel ve Hep Uzak yayımlanan öykü telifleridir. Bunlardan Hep Uzak yeni baskıyı görebilmiştir. Bunu söylüyorum çünkü birçok yazar ikinci baskıyı göremeyip yitip gitmektedir. Yazarın şu sıralarda yayımlanan bir de romanı bulunmakta.

Eleştiriye eserdeki öykülerden bahsederek giriyorum. On bir farklı öyküden oluşuyor eser. Farklı diyorum çünkü anlatıcılar, kahramanlar, izlekler ve üsluplar birbirinden farklı oluşturulmuş öykülerdir bu öyküler.

Burada iki kavramdan bahsederek devam etmek istiyorum: Klasik öykü ve üretim öykü. Klasik öykü diyerek tasnif maksadım şudur: Kimi öyküler yeni bir teknik, olgu ve tarz ortaya koymazlar; yeni olaylar ve metalar okuyucuya sunarlar. Üretim öyküler ise, tamamıyla yeni baştan bir öykü tanımı yapacak kadar yenilikçi olmasa da yeni edebi sorunlar ve alışılmamış teknikler ortaya koyarlar. Erinç’in öykülerini ele alırken bu sınıflandırmayı kullanmayı öykülerin değerini biçmekte bir somut ölçüt olarak görüyorum. Üretim öykü olarak gördüğüm, ki bu eserde müellifin en başat eseri olarak gördüğümden yazının devamında bahsedeceğim eseri, Uzak Yolculuklar bu sınıflandırmanın en ilkinde yer almaktadır. Kitaba ismini veren Sınırlar Kapalı adlı öyküde bu tasnifte yer alacak önemli öykülerindendir. Ölüme Ağıt, üslup olarak değerlendirildiğinde yeni bir şeyler ortaya sunar, yeni anlatımların gelişmesi gerektiğini yalnızca okura değil yazarlara da aktarır.

Bunların yanı sıra klasik öykü olarak tasnif etmediğim, ama üslup olarak tekdüze gelişen, hikâyenin ve konunun hatta metanın önemli olduğu öyküleri de vardır eserde. Buna Bataklık en iyi örnektir. Bu öykünün üzerinde devamda duracağım.

Öyküler üslup olarak standardize olmuş okuruna, okunmuşu az Türk öyküsüne hitap etmediğini söylemek eleştirmenin haddini aşmak olsa da bana kalırsa su götürmez bir gerçektir. Buna dayanak olarak öyküleri ve küçük çaplı, maddi olmayan, bir denemeyi gösteriyorum. Öykülerdeki klasiği yıkan, seciye yaklaşan üslup kimi zaman rahatsızlık vermektedir. Kimi zaman ise anlatı okuru içine çeker ve metne hapseder. Somut olarak bir edebiyat değeri olarak yazarı görürsek, yazarı anlamada veya onun yerini konumlandırmada yalnızca müellifi düşünerek bunu yapmak mümkün olmaz. Onu anlamak, büyük bir edebiyat birikimine sahip olmaktan ibaret olmasa da onu tam olarak anlamak büyük oranda edebiyatın tarihsel gelişimini, başat isimlerini tanımaktan, bilmekten geçer. Bu tespitim, standart bir okura hitap etmediği görüşümü doğurmaktadır.

Bazı öykülerin üzerinde yoğunlaşmak eleştiriyi kuvvetlendirecektir. İsmi kitaba layık görülen Sınırlar Kapalı üzerinde durulması, konuşulması gereken öykülerden. Öykü, bir mültecinin sınırı geçerek Avrupa’da olan arkadaşının yanına gitmek isteyip gidememesini konu edinir. Çağımız gitgide mülteci çağı halini almakta. Bu sebeple yazına girecek konuların içinde mültecilik problemi yer alır. Herkesin mülteci olduğu bir dünyada yaşıyoruz esasta. Duvarları yıkmayı düşünür bu öykü. Üslup olarak da bir noktaya değinmek istiyorum: Okurken bana bir yazarının olduğunu unutturan nadir öykülerdendir. Yazar ustalığını anlatıcılık boyutunda kanıtlamıştır.

Yine bir mülteci olan Esma’nın yaşamöyküsünün yer edindiği Uzak Yolculuklar, yazarın toplumsal ve cinsel tabularla savaşan öyküsüdür. Bu öyküden bahsetmeden önce metinden bir ve tek alıntıyı paylaşmak istiyorum.

“Başını sokacak bir yer bulmuştu neyse ki. İyi çocuklar valla; gelgitlerini, geceleri gördüğü karabasanları anlıyorlar. Bugün nasılsın diye sordu Mehmet yeniden. İyi miyim, bilemedim. Rüyama giriyorlar işte. Sadece rüyamda yaşasalar keşke. Kocam, babam…”

Ülkesinden eşcinselliğine karşı olan toplumsal ve ailevi baskıdan dolayı kaçıp Türkiye’ye gelen, buradan da kaçmayı isteyen bir kadın, Esma’nın öyküsü. Cinsel tabularla savaşan bu öyküde, eril güçle mücadele edemeyen Esma kahramanıyla tanışıyoruz. Kahraman eril güce yenik düşmüştür fakat yazar bize bir umut ekiyor. Kaçmak, adımıza biçilen ölçülerdeki yaşamı kabul etmemektir diyenler de olacaktır. Kesin hükmü okura bırakmak gerekiyor.

Bir diğer eşcinsel bir bireyin hikâyesinin yer aldığı Bataklık, bir yüzleşme öyküsüdür. Bataklık, eve giriyor. Aileyi ele alıyor, ailenin duvarlarıyla yüzleştiriyor kahraman vesilesiyle okuru. Aynı zamanda eşcinsel iki erkeğin de öyküde geçmesi de tabuların yıkıldığı bir diğer nokta.

Bu bağlamda değindiğim üç öyküde de yazarın okuru toplumsal değerlerle, toplumun duvarlarıyla, ailenin duvarlarıyla, isim koymayla başlayan yaşam belirlemeyle yüzleştirdiğini savını ortaya temelleri sağlam bir şekilde sürüyorum. Erilliğe, aileye, tarihe ve ülkeye yenik düşmüş karakterler kahraman olarak karşımıza çıkıyor ama yazarın ektiği umut tohumları kahramanın kalbinde yeşeriyor. Kendimizi öykülere kaptırınca bir karşı kıyıya, bir komşu ülkeye kendimizi atsak kurtulacağız gibi hissediyoruz. Tarihe sırtımızı çevirsek; olmuş bitmişliklere, yazgıcılığa, kadının hapsedilmesine karşı savaşacağız gibi heyecanlanıyoruz. Bu mübalağada bulunurken şunu da eklemek istiyorum: Öykülerdeki üslup okuru bazı rahatsız etse de öykülerin okuru eserin içine çektiğini inkâr etmek mümkün değildir.

Öykülerde sınırları çizilmiş zaman mefhumu, belirgin geriye dönüşler yoktur. Zaman geçişleri kahramanla, onun iç dünyasıyla ve anlatıcıyla gerçekleşiyor. Anlatıcı ve kahraman öykülerde söz almak için yarışıyor. Böylelikle öyküler tek anlatıcıya ve tek bir zamana hapsolmuyor.

Aslında yazar, öykülerde kahramana sığınıyor. Birinde tarihsel bir gerçeği bir çocuğun dünyasına inerekyer verir, aynı zamanda zenginin de sandalyesini devirip ipe çekerek. Sınırlardaki tel örgüleri aşıp göçmenleri duyuyor. Tabuları yıkıp eşcinselliğe de yer veriyor. Neriman Abla beliriyor karşımızda bir anda, yatak sorununa değiniyor. Kahraman olup okura akıyor yazar.

Erinç’in öykülerinde görünürde olanın hepimiz tarafından bilinen, dikkat edilmeyen, hayatta okunmayan hikâyesi yer alıyor. Kahramanın hapsedilmişliği, kahramana çizilen yollar ve duvarlar ve her şeyden önemlisi umut yer alıyor izlek olarak.

Kahramana kayıt cihazını uzatıyor. Sık tekrar eden işte gibi kanıtlayıcı, amiyane tabirle hak verdirtici sözcükleri özelikle kasıtlı olarak sözvarlığına, üslubuna yerleştirerek yapmaktadır. Bunu salt hak verdirmek için veya yazarın kurmacasını salt okutmak için yapmaz. Kahramanın bir sözü olduğu için, öyle olması gerektiği için yapar.

Yazar, meta olarak çağını yakalamış ve yazına sığdırmıştır. Günümüzün toplumsal meselelerini ele alır.

Benim çok önemli gördüğüm, daha kalıcı olması için son bölüme ayırdığım, nokta ise öykülere toplum ve sosyoloji açısından bakmanın mümkünlüğüdür. Yazar en temelde kahramanı kendiyle daha sonra ise toplumla yüzleştirir. Cinsel tabular, eşcinselleri görünür kılma, taciz gibi temelde toplumca kabul görülmeyen olgular toplumla, kahraman nezdinde, yüzleşmektedir. Bu öyküler duvarları ve toplumu yıkma durumunda bir eşik dönemini aktarmaktadır. Yazar, işte hendek işte deve diyor.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl