Ana Sayfa Polemik Bir Polemik: Sığınaktan Çıkanlar…

Bir Polemik: Sığınaktan Çıkanlar…

Bir Polemik: Sığınaktan Çıkanlar…

Bu, polemiğe indirgenemeyecek bir polemik yazısıdır. 

Üzerinde durulacak yazı şudur:

http://t24.com.tr/yazarlar/hakan-aksay/kabasiniz-kaygisizsiniz-saygisizsiniz-densizsiniz-ozensizsiniz-hayat-size-guzel,20607

Bahse konu yazının ilk cümlesi belki farklı gerekçelerle ve farklı öznelere karşı olsa da aynen paylaştığım bir cümle. Ben de o bu yazıya o cümleyle girmek istiyorum: 

Kişisel konforun ve muğlak ruh sağlığı endişesinin savunusu dışında o çokça dillerde gezinen halka dair izahları bulunmayanlar, hele ki buna tenezzül dahi etmeyenler, toplumsal yapı ve kesimleri güncel ve yüzeysel gözlemlerle anlamaya yeltenenler, koca kavram yekününü bir çırpıda sümen altı edenler,

Sizden nasıl bıktım, bir bilseniz!”

Her yerde, her zaman karşıma çıkıyorsunuz. Kendime sığınak yaptığım evimden dışarı adım atar atmaz sizinle karşılaşıyorum.

Sümküren, sıra beklemeyi bilmeyen, pis kokan, ağzını şapırdatan, bağıra çağıra konuşan, sokakları arabalarıyla işgal eden, yazarı sığınağına dönmeye mahkum eden yığınlar. Niyetim bu yığınların bu affedilmez kabahatlerini kabahatlerini sıradanlaştırmak, ya da onların bu bitimsiz debelenmesindeki hıncı ifade etmek değil. Onların pespaye hallerinde özgürlüğün nüvesini görmek gibi eski moda bir bakışı üstlenmek. Bu vesileyle kendimi inşa ettiğim yeri savunmaktır. Zira bilmekteyiz ki onlar;

toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar’ ve yine bilmekteyiz ki onlar; ‘korkak,cesur,  cahil, hakim ve çocukturlar.’

Yazarın ve yazının buradaki yeri bir silsile halinde ve belirli aralıklarla meydana dökülen bu minvalde yakınmalardaki bariz artışın son halkası olmasıdır. Yazı okunduğunda nevzuhur bir sosyal medya kavramı olarak ‘çomar’ ın kullanımı da akla gelecektir. İlk cümleye geri dönelim. Bu yazı söz konusu yazıya bir cevap olmaktan çok benzer tepkileri toparlama, onların ideolojik varlıklarını teşhir etme amacı gütmektedir. Bu sebepledir ki polemiğe indirgenemez. 

Baş çelişkinin muhafazakar alt-orta sınıflar ile elit sekülerler arasında olduğu iddiası siyasal ve entelektüel alanda son 30 yıla damgasını vurmuş bir yargıdır. Bunun çok zaman ortaya saçılan gaflardan- oyunun bir çobanla bir olmasından mustarip manken eskileri-, ya da geçer akçe haline gelmiş olan elit-halk dikotomisine yaslanan topal popülzme kadar uzanan veçheleri mevcut. Yazarın telin ettiği kesimler ve bu telin için yarattığı uslüp bu yanlış yargıya sahip olduğunu açığa vuruyor. Zira yazar bin türlü sakillikten şikayet ederken mutlak ve soyut bir değerin- burjuva ahlakının- edilgin bir gösterisini yapmaktan kendisini alamıyor. Birbirilerinin alanlarına saygı gösteren, demokratik değerleri içselleştirmiş-bu değerlerin başında piyasa ekonomisi ve temsili demokrasinin geldiğini hatırlayalım- Peşpeşe sıraladığı şikayetler bir özgürleşme gayesi, ya da özgürleştirme gayretinden ziyade kendisi-ve kendisi gibi olanlar- ile diğerleri arasında kalın bir çizgi çekmeye yarıyor. Bu postmodern peygamberlik, seçilmişlik onuru, kendisini bu onuru fetişleştirmekten alıkoyacak, eşyayı ve insanları yerli yerine koyma- onlara bir yer, bir sabitlik tahsis etme kudretini baltalamaya dönüşüyor.

Bunlardan- yazar için siz, benim için biz elbet- şikayeti belki örtük ve ancak mesnetsiz bir kibre dayanmaktadır. Yaşantısı, ömrü, hayatı mutlak ve manasız tesadüfler zincirinin, ya da yüce yaratıcının veyahut sınıfın tabii sonucu değil yek, yalın ve şeksiz süphesiz şahsiyetine bahşedilmiş gibidir. Ekonomik indirgemecilik eleştisinin banyo suyu ile birlikte bebegi de atmasına benzer bir hale bürünür böyle bir telakki için eleştiri.

Sanayi toplumunun bıraktığı işçi imgesine saldırmakta yazar. Bunu bal gibi bilmekte. Bugün ancak tortusu kalmış bu hayalet ilerlemenin başarısızlığı olarak konumlanıyor. İlerlemeye duyduğu iman öylesine köklü ki bütün entelektüel müktesebatını  postmodern dil ve hassasiyet evreni üzerine kurmasına ragmen asla hakiki bir kafir olamıyor yazar. Zira şikayet edilen bütün özellikler açıkça ifade edilmese de köylülük, eğitimsizlik, cahillik ile gerekçelendiriliyor.

Bu gerekçelendirme tarzı gerçeğin görece tarafsız bir tasviri, ya da bir hakikat inşası değil tanrısal günah sahiplerini bir efendi pozisyonundan sigaya çekme vazifesi görüyor.

Ayaktakımı’ ile temasın kendisi tiksindirici olmakla varlık bulur. Kıymeti kendinden menkul adab-ı muaşeret -bu adaptan nasiplenenmiş olanların keskin ve yakıcı üstünlüğünün yasa oluşu doxa’sını- her mikro ilişkide haykırmak durumundadır.  Bugün işçilik halen Ernst Bloch’a atıfla başarısız küçük burjuvalık olarak tanımlanabilir. Bugünün proleteri esasen akamete uğramış bir küçük burjuvadır.  Zira 40 yıldır süren isimlendirme çabaları belli bir mesafe alsa da- prekarya, beyaz yaka, serbest meslek, – sınıfın gizli yaraları kanlıdır. Kurtlanır, pis kokar, çaputa sarılır. Yazının potansiyel okurları yani görece başarlı olmuş küçük burjuvalar- zihin emeği üzerinden edindikleri toplumsal varoluşlarını kanaat kırıntıları ile idame ettirdikleri- bunun için onları suçlayabiliriz, kabahatlidirler.- için söze verdikleri kıymet anlamına vakıf olamadıkları mutsuzluk, tatminsizlik, lezzetsizlik için reçeteler edinmeye iter onları. Gündelik eziyet demektir. Zamanın kesilip biçilmiş, mesaiye indirgenmiş, satılan kısmıdaki eziyeti ve estetiği umursamak değil onunla teması en aza indirmek esastır. Bu yüzden kirlilik, nezaketsizlik, kabalık-yani yoksulluk görüntüleri- kent yaşamını çekilmez kılan ayrıntılar olarak işçilerin, yoksulların, proletarya’nın konumlandırılmasını güçleştirmiştir. Önceden kimi aydınlar onları arınmalarının aracı haline getiriyorlardı. Varlıklarına tahammülün kılıfı buydu. Hizmetkarların ne güzel hizmetkarlar olduğu, çok cileler çektikleri, istidatlı olmalarına ragmen kadersiz oldukları sıralanırdı. Fakat bu numara eskidi.

Çünkü bildik ve tasdik ettik; “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: insanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret eder”

Dikkat edilirse yazarın karşılaşmaları o olabileceklerinden nefret edilen ‘halk’la. Bundan kurtuluş nedir peki? Şikayetin devası açık. Bu karşılaşmalar ancak maddiyatla cözülebilir. Müteahhitlerin, siyasilerin, medya patronlarının, böyle şikayetleri olmaz. 

Oysa artık, hizmetkarlık ahlakı da adeti de değişmiştir. Onların kanaatleri, dilleri, adımları, kıyafetleri, bok yemeleri, kusur işlemeleri temellük edilmiştir. Varlıkları nostaljiye kurban verilmiştir. Bu nostaljinin güncel estetik formu çeşitli dergilerde, edebiyat çevrelerinde, sinema filmlerinde, dizilerde kendisini gösterir. Nostaljik bir mevcudiyetin dışında yer yoktur onlara. Bu yüzden işçileri suçlayabiliriz. Kabahat değilse de kusur. Efendinin karın ağrısı ise perde kapanınca, yayın bitincedir.

“Her yerde, her zaman karşıma çıkıyorsunuz. Kendime sığınak yaptığım evimden dışarı adım atar atmaz sizinle karşılaşıyorum.”

Burada meskeni tanımlamak için seçilen kelimeye özellikle dikkat çekmeli. Bir kaç yerde kullanılıyor sığınak kelimesi. “Sığınak” kelimesinin yakın çağrışımları savaş hali, salgın hastalık tehdidi, fil dişi kule… olarak sıralanabilir. Buradan yazarın şikayetçi olduğu toplum kesimini zihninde nasıl konumlandırdığını çıkarsamak art niyet sayılmaz. 

Yine bir diğeri. Bayat metafor yeniden sahnede:

 

– “Evet, eve dönmeli.

 

Yani sığınağa, kaleye, siperlerimin ve surlarımın gerisine.”

o sokaklar ki sizin işgaliniz altında” 

Yazarın gündeliğin imal ve idamesinde sokağın rolü konusunda pek az farkındalığı mevcut. Bu işgal meşguliyetten kaynaklı oysa. Emeğin tarihsel mekanlarının başında geliyor sokak. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ndeki tasviriyle pis kokan, yağma yapan, tecavüze yeltenenler işçilerdir. “Kirli endişeler ile sokağa çıkan” İşçilerin organik aydınları öldüğünden neredeyse daima ya bir burjuvanın müstehzi dilinde kum torbası ya bir diğerinin yoksulluk romantizminin figüranı olarak yer vardır onlara.

Devraldığı sosyal sermayenin kökenine, işleyiş yasalarına, ahlak ve estetiğine dair sorgulamayı es geçmekle malul yazar. Sık görülen bir burjuva rahatsızlığı- Bu kelimenin pejoratif anlamıyla yeniden tedavüle girmesi hayata dair özlemlerimden bir tanesi-  bu yüzden olacak, sığınak kale ve sur metaforlarını tercih ediyor. Düşmandan ve salgın hastalık kapmaktan söz açmalı. Metropol yaşamının olağan zorluklarının bir ölüm kalım savaşı şeklideki yavan bir edebi üslüp kaygısıyla tasviri akla başka ne getirmeli?

Öyle görünüyor ki yazarın imkansız arzusu bütün karşılaşmalarını örgütlemektir.

Bunun için gitmek mi zor kalmak mi? Gitmek zordur. Çağırmamayı seçmek, kendini entelektüel heves ve eylemleri ile kurmuş olanlara ölümdür. Halk adına onlara acımadan, tiksinmeden konuşma yetisi kazanmak için kişinin önce kimin dilini konustuğunu- yani dil evrenini tahsis eden ideolojik yapıyı tespit ve teşhis etmesi, sonra ona kendisini bir sapma olarak kurgulayacak bir mesafe tutturması gerekir. Çetin iş. Takdir edersiniz ki biyografıler trajiktir. Ancak diş tırnak yazılanların yakılmasının devri de geçmiştir. Dünyanın geldiği yer hele, bu karşı çıkış için hiç müsait değildir. Büyük anlatılar ölmüş, ideolojiler perte çıkmıştır. “Doğru yaşam nedir?” sorusu anlamsızlaşmıştır. O halde yakınma tek sığınak olarak meydana çıkar.  Özgürlükle, Kant’a baş vurursak eğer- dolayısıyla estetikle henüz bir alış verişi olmayan, yalnız zorunluluğu tanıyan yığınların ancak onun ne olduğuna dair düşünceye erişme- ki bu erişme halinin örgütlü tanımı siyasettir- potansiyelini barındıranların mevcut halinin tiksinti vermesinden daha tabii ne olabilir?  Aydının vazifesi nedir? yada Aydın nedir tartışmasını açarak meseleyi dallandırıp budaklandırmak niyetinde değilim. 

Polemik bittiğine göre şiire dönmeli. Şöyle devam ediyordu: 

“ve kahreden yaratan ki onlardır,  destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl