Ana Sayfa Litera BİR TÜRK ROMANI NİÇİN YOKTUR?

BİR TÜRK ROMANI NİÇİN YOKTUR?

BİR TÜRK ROMANI NİÇİN YOKTUR?

Tanpınar, “Bir Türk romanı niçin yoktur?” diye sorduğunda yirminci yüzyılın başlarındaydık. Henüz 29 yaşındaydı ve kendisinin de ifade ettiği gibi, bu suali ilk soran değildi.
Doğurgan konulardandır bu… Magazine yakınlığı, gıybete müsaitliği, iştahını kabartır vasatların ve dahi çaylakların. Eskimez de üstelik, her daim günceldir; sağına soluna bir iki sözcük eklenir ve “Türk edebiyatında klasik yoktur”a (M.C. Anday), “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar da roman var”a (F. Naci) ulaşılır nihayetinde…
Bu cılk, bu kapanmaz yara hakkında, eminim ki, pek çok yazı okudunuz. Bir yenisini yazarak koroya dahil olmak, pek hoşuma gitmiyor doğrusu… Zira söyleyeceklerim ne “orijinal” ne de “yeni”… Kaldı ki, bir küçük makalede bunu tartışmanın “önemsiz” yahut “gereksiz” bulunma ihtimali de yüksek…
Yine de, Varlık dergisinin (1952, sayı: 386) Okuyucularımızla Baş Başa adlı köşesinde, Ünsal Yücel’in, “Hâlâ bugünkü edebiyatımız romansızdır denilebilir mi?” sorusuna Yaşar Nabi’nin verdiği yanıttan başlayıp günümüze ulaşmak istiyorum; nefesim yeterse… Bir anlamı olursa…
Hatırlayalım; Tanpınar o lafı ettiğinde, hadi geçelim “Araba Sevdası”nı (R.M. Ekrem, 1898), “Aşk-ı Memnu” (H.Z. Uşaklıgil, 1900); ”Eylül” (M. Rauf, 1901); “Kiralık Konak” (Y.K. Karaosmanoğlu, 1921) ve “Çalıkuşu” (R.N. Güntekin, 1922) okurla buluşmuş, haklarında eleştiriler yayınlanmış, belli bir ilgi uyandırmış, belli bir mutabakat oluşmuştu. Galiba bu yüzden, belki de değil, “Bizde Roman” adlı makalesinin ikincisinde soruyu değiştirme ihtiyacı hissediyor Tanpınar: “Acaba hakikaten istediğimiz gibi bir romanımız olsa bunun farkına varır mıydık?
Kabul etmek gerekir ki, en az ilki kadar doğru ve kışkırtıcı bir soru bu… Güncelliğini bugün dahi koruyan… İyiyi, güzeli, nitelikliyi anlamak için de bir ehliyete, bir donanıma (!), bilgi ve onu analiz yeteneğine, hatta daha fazlasına ihtiyaç olduğunu inkâr ettikçe de koruyacağa benziyor.

“Edebiyatımız Hâlâ Romansız”
Yaşar Nabi, Ünsal Yücel’in sorusunu, laf cambazlığı yapmadan yanıtlıyor: “Evet, bugünkü edebiyatımız, çok yazık ki, hâlâ romansızdır.” Bir şair, bir eleştirmen, bir dergi sahibi ve yöneticisi olarak söylüyor bunu… Hatta Orhan Kemal’in “Baba Evi” ve “Avare Yılları”nı, Oktay Akbal’ın “Garipler Sokağı”nı basmış bir yayıncı olarak söylüyor…
Şöyle düşünelim lütfen: Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Fahim Bey ve Biz”i yayımlanmış 1941’de; Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata”sı 1946’da; hepsinden mühimi, Tanpınar’ın “Huzur”u Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilip 1949 yılında buluşmuş okurla… ve diyor ki Yaşar Nabi, “edebiyatımız hâlâ romansızdır”.
Sebebini, gerekçelerini merak ediyor insan, doğal olarak. O da açıklıyor: “Bir sene içinde ortaya konan iki üç küçük roman bu kanaatimizi değiştirmeye sebep teşkil etmez. Romancılarımız hikâyecilerimiz ve şairlerimiz kadar bollaştığı zaman bizde de roman yazılıyor diyebileceğiz. Tabii tefrika romanları konumuzun dışında kalır.”
Anlaşılan o ki, Yaşar Nabi, niceliği önceliyor. Çok roman yazılmasını, basılmasını, romanımızın varlığı için olmazsa olmaz koşullardan biri kabul ediyor. Oysa Tanpınar, romanın yokluğunu şu üç temel eksikliğe bağlamıştı: a. Türk romancısı cemiyetimizle, hayatımızla alakadar değil. b. Garptan okuduklarının tesiri altında… c. Samimi değil. Görüldüğü gibi nicelikten ziyade nitelik, biraz daha açarsak sosyolojik ve kısmi de olsa edebi kriterler söz konusu bu değerlendirmede…

Yaşar Nabi

Boş Bir Hayal…
Yaşar Nabi’nin yanıtıyla tatmin olmuş mu Ünsal Yücel, merak ediyorum. Takip eden sayılara baktığımda, adına tesadüf etmedim. Ancak konunun kapanmadığını Yıldırım Keskin’in, bir sonraki sayı (387), yine aynı köşede verdiği yanıttan anlıyorum. Keskin, Yaşar Nabi’nin yanıtına birçok noktadan itiraz ediyor: “… romancılarımız da günün birinde şairlerimiz ve hikâyecilerimiz kadar çoğalırsa. İşte o zaman roman yazılacağı meselesi düşündürdü beni. Yazarların çoğalması, illâki iyi roman yazılacağını gösterir mi? Bu sözünüzün, iyi romana kavuşabilmemiz için, hiç değilse sayıca şairlerimiz ve hikâyecilerimiz kadar bol ve geniş bir romancı çevresine ihtiyacımız var, demek olacağını tahmin ediyorum. Yoksa roman şimdi de vardır. Ama neye yarar? Hemen ilâve edeyim ki iyi sanatçının yetişmesi için geniş bir çevresi olması da yetmez. Bugün bile – romancıların çoğu – Bosco gibi, Giono gibi, -köşelerinde, kendi başlarına çalışıyorlar. Bir romancının, hiç değilse düşünceleri ile hız aldığı toplumun da bir belli kültür seviyesi olmalı. Ve bu kültür seviyesi, bizim bugünkü kültür seviyemizde olursa, boş bir hayal kurmuş oluruz.”
İlginç ki ilginç… Eğer toplum, onun kültür seviyesi bu denli önemliyse, Senegalli Camara Laye’nin “Regard du roi” (Kralın Bakışı; 1954) adlı başyapıtını nasıl değerlendireceğiz? Nijeryalı Chinua Achebe’nin 50’lilerin sonunda yayınlanan “Things Fall Apart” (Parçalanma) için ne buyuracağız? 1967’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan “Muz Üçlemesi”nin yazarı Guatemalalı Miguel Ángel Asturias’ı hangi kefeye koyacağız?

Safiye Erol Diye Bir Yazar…
Keskin’in ilk saptamasına kim itiraz edebilir ki: Yazarların çoğalması, illâki iyi roman yazılacağını gösterir mi? Bugünkü edebiyat “piyasa”sına bakınca, göstermediği o kadar açık ki… Ancak biz o günlerde kalalım ve Keskin doğru bir saptama yapmasına rağmen nasıl yalpalıyor, görelim: “Bir de ‘bugün romancılığımız, romanımız yok!’ diyorsunuz. ‘Hakkımızı yiyorsunuz…’ demiyeceğim. Ama, düşünelim azıcık: Şöyle böyle gene de genç neslin bir romanı yok değil… Biz yalnız kendimizle baş başa kalıyoruz. Safiye Erol diye bir yazar vardır, bilmem duydunuz mu adını? ‘Ülker Fırtınası’ diye ir kitabı vardır onun. Sonra alaturka romanlar olmakla beraber Muvaffak Garan’ın ‘Elbet Sabah Olacaktır’ı ile ‘Yollarımız Ayrılıyor’u… Bunları, gözden ırak etmiyelim diye yazdım. Asıl bizimkiler: Bir Takım İnsanlar, Murtaza, Karanlık Dünya, Garipler Sokağı… Görüyorsunuz ki hiç de küçümsenecek bir liste değil. Bütün bunlara bir de Samim Karagöz’ün ‘Bir Şehrin İki Kapısı’nı eklerseniz…”
Sadece bu izah bile bir yazı için yeterli “malzeme”ye sahip… Ancak ben sözü Yaşar Nabi’ye vermek istiyorum. Zira Keskin’in yazısına, hemen takip eden sütunda karşılık vermiş. Demiş ki: “İki gözüm Yıldırım Bey, Kanaatlerimiz arasında yanlış anlamadan başka bir ayrılık olduğunu, olabileceğini sanmıyorum. ‘Romancılarımız da hikâyecilerimiz ve şairlerimiz kadar bollaştığı zaman…’ derken, ‘Yazarlarımızda roman yazma hevesi şiir ve hikâye gibi daha kolay, daha küçük çaplı edebi nevilere gösterilen alâka derecesinde genişlediği zaman…’ mânasını kasdetmiştik. Tabii romandan kastımız da sadece sanat değeri taşıyan romanlar. (…) Bugün roman yazılıyor derken birkaç isim zikrediyorsunuz. Ekserisi Varlık Yayınları arasında çıkan bu eserleri benim küçümsememi beklemezsiniz herhalde. Ama işte bugünün romancıları deyince sayabildiğimiz birkaç imza ve bunlardan zikredebileceğimiz birer ikişer eserle bugünkü edebiyatımızın roman bakımından zengin bir manzara gösterdiğini iddiaya imkân var mıdır?”

“Müthiş Abanacağım Muhakkak”…
Şimdi elimizi vicdanımıza mı koyarız, yoksa takkeyi önümüze mi, bilemiyorum; Tanpınar, o meşhur cümleyi, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu incelediği yazıda kuruyor aslında, ama ben Kültür Haftası’nda yayınlanıp, sonrasında “Edebiyat Üzerine Makaleler”de yer alan “Bizde Roman”daki halini esas alıyorum. Lakin fark etmez; Tanpınar’a bu soruyu sorduran roman “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”… Keskin’in bizde roman var diye örnekledikleri ise ortada… Ve bunların bir kısmını basan Yaşar Nabi’nin de Tanpınar’ın yanında saf duruşu pek manidar…
O halde bu kazanın içine şöyle bir soru da ben atabilir miyim acaba: Romancılarımız mı romandan anlamıyor, yoksa kimse kimseyi okumuyor mu?
Ve tam da bu esnada geliveriyor aklıma Nahit Sırrı’nın Yaşar Nabi’ye yazdığı bir mektup… “Peyami Safa’nın bir romanı çıkmak üzere imiş.” diyor “Kıskanmak”ın yazarı ve şöyle devam ediyor: “Kitabı okumadığım için iyi veya fena olduğunu bilmiyorum. Dikkatle okumak ve hakkında dikkatle bir şey yazmak istiyorum. Tabii bir çıkar olmadığı için kendisini göklere çıkarmak mevzubahis değil ve fena ise müthiş abanacağım da muhakkak. Fakat iyi ise de pek fena dememek muvafık-ı ahlâk, esas itibariyle ne dersin? Bir şey yazılması münasiptir sanırım.”
Bu durumda şunu diyebilir miyiz: Güncelin penceresinden baktığımızda neyin roman olup olmadığına karar vermek zor. Etraf tanıtmandan, şakşakçıdan geçilmiyorken hele…
Yoksa değil mi?

AYDINLIK KİTAP / SAYI 312

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl