Ana Sayfa Litera BİZİMKİLER (ÖYKÜ)

BİZİMKİLER (ÖYKÜ)

BİZİMKİLER (ÖYKÜ)

Bir rüyaya uyandım. Çocukken oturduğumuz küçük evimizin büyük bahçesindeki geniş gövdeli yaşlı ağacın etrafında üç tekerlekli bisikletimi sürüyordum. Bisiklet hiç başı dönmemecesine tam turlar atıyor, babam istese bana yetişemezmiş gibi kollarını öne doğru uzatarak durmadan, yorulmadan beni kovalıyordu. Şimdi dümdüz olan pırasa saçlarım, kıvırcıklarımın bir kısmını ensemde bırakacak şekilde tepede at kuyruğu toplanmış, yaz sıcağının ılık esintisinde beğenerek salladığım gür buklelerimin dokunuşunu yüzümde hissettiriyordu. Annem tek katlı evimizin yere yakın balkonundan bizi izliyor, ben kahkaha attıkça, Kovala şunu, diye babama sesleniyor, babam hızlandıkça annem kahkaha atıyordu. O günler ailemizin mutluluğunun bulaşıcı olduğu en güzel tablolarımızdan biriydi. Yalnız abim ortalarda yoktu. Kim bilir hangi yaramaz çocuklar abimin uslu yaradılışını bozmaya çalışarak onu kurbağa avlarına çıkarmış olmalıydı. Rüyanın içinde rüya bu ya, abimin yokluğunu sindiremediğimden birden üç tekerlekli bisikletimden iniyor, Babacım biraz bekler misin, diyerek evden abimin mutlu bir fotoğrafını getirerek ağacın gövdesine yaslıyordum. Sonra tekrar bisikletime biniyor ve kovalamacaya bıraktığım yerden devam ediyordum.

Bisikletimle kahkahalar atarak ağacın etrafında dönüp dururken uyandım. Başımı tuttum. Geceden kalmalığımdan olacak sersemlemiştim. Rakıya su da katsam, yanında meze de yapsam çarpıyordu. Her şekilde rakı beni çarpıyordu. Sonra nedense bir gün çok sevdiğim biberonumu bıraktırmak için, beni sevenlerin ağız birliği yapıp, Biberonu Fırat aldı götürdü, dediklerini hatırladım. Fırat’ın suyu coşkun akar, alıp götürürdü çünkü. Fırat’ın suyu gürül gürüldü. Hikâyeyi ilk anlatan kişi olan annemin, hikâyeyi anlatırken yüzünün aldığı şekle üzüldüm. Çok sevdiğim biberonumla birlikte benim de bir parçam Fırat’ta akıp gitmişçesine dertlenmiştim. Ama anneme ne olmuştu da ağlamaklı duruyordu karşımda? Beni biberonumdan ayıran kişinin o olduğunu, bana yalan söylemenin suçluluğunu duyduğu için mi üzülmüştü? O zaman dilim olsa derdim; Canım annem yeter ki sen üzülme, senin için biberonumu Fırat’a veririz. Birden büyümüştüm sanki, büyüyüp de küçülmek denir ya işte ondan. Ne kadar büyümüş olsam da hâlâ üzülüyordum ve konu hemen kapansın isterdim. Oysa beni avutmak için yanlış yolu seçmişlerdi. Fırat’ın ardından bir nehir daha geldi. Fırat yetmezmiş gibi biberon bıraktırma gününde Dicle’yi de anlattılar. Kardeş nehirlerdi bunlar. Bir türlü sevemediğim coğrafya derslerime olan ilgisizliğimin nedeninin çocukken en olmaz yerlerde aralara sıkıştırılan bilgiler yüzünden olduğunu düşünürüm. Oysa coğrafya ders değil hayat olmalı. Mesela benim gibi çok gezen bir Ezgi’nin nehir isimlerini bilmesinden daha önemlisi nehirlere şarkılar yapmasıdır. Neyse, çok sonra hatırladığım biberon olayında, Dicle ve Fırat kardeşler de gerçekten benimleymiş. Acıma ortak olmuşlar mıdır? Çünkü biberon nasıl olduysa abim ile ben, Dicle ve Fırat’la oyun oynarken yok olmuştu. Başım sersem, başım rakıdan süte doğru kayan hatıralarla dolu… Aradan çok yıllar geçti. Acaba benim ve abimin büyüyünce müzik ve şiirle dolmamız gibi Dicle ve Fırat kardeşler de doğayla dolmuşlar mıdır? Peki insan hangi yaşta çocukluğunu hatırlamaya başlar? Ya da kişi çocukluğunu sık hatırlamaya başladığında artık yaşlanmış mıdır?

Bugünlerde sıkça çocukluğumu anar oldum. O çocukluğun benim çocukluğum olmasından öte bir başkasının çocukluğuymuşçasına özlemle anıyorum. O güzel günler bana bir o kadar uzak. Yaşama kaygısıyla evlere, şehirlere tıkıldığımız hayat nasıl da iki yüzlü oynuyor oyununu? Hayat bu oyundan zevk alıyor mudur? Sanmam. Çünkü hayatın çocukluğu mutlu etmek ve yaşlılığı üzmekten daha büyük dertleri olmalı. Değil mi ya? Hayatımın hangi evresinde olduğuma karar vermek için kime danışmalı? Gençlikten hiç söz açmazken -sadece otuz iki yaşındayım- genç olduğumu unutmamalıyım. Her zaman derdim ki, gençlik de çocukluğun bir uzantısıdır. Çünkü gençlik de mutludur. Ama burada vaktinden önce biten bir gençlik söz konusu. Ya da hiç başlamayan bir gençlik. İnsan bir yaştan sonra yaş almayı istemiyor. Hani her yaş güzeldi? Genç hissedemememin nedeni ben miyim yani? Sanmam. Takvimlerden ayları indirirken utandığımız bir çağa geldik. Aylar, yıllar geçiyor. Gelecekten geçmişe dönüp ne yapıp ne edildiğine bakıldığında hayata dair umutlar tükenmiş, geçen geçmiş sayılıyor. Zamanın bu kadar hızlı geçmesinin sebebi ben miyim? Yine, sanmam, derdim; ama diyemem artık. Kendime karşı dürüst olmalı. Çünkü belki de sebep benim. Zamanın bile sebebi benim. Çocukken zamanı durdurabildiysem şimdi neden olmasın? İnsan zamanı durdurmayı biliyorsa, mutlu bir anı yakalayıp diğer bütün anları mutlu etmeyi becerebiliyorsa neden yapmayayım? Ağacın etrafında durmadan dönüp duran üç tekerlekli bisikletim gibi otuzlu yaşlara takıldım kaldım. Babam güçlü ayaklarıyla bisiklet üzerindeki beni kovalarken hiç yoktan mutluydum. Şimdi aynı sorunlar etrafında dönüp dururken mutsuzum. O sorunlar ki tutsan tutulmaz, öyle ufacık öyle ele avuca sığmaz. Mesela otuz beşi yolun yarısı eden şairin şiirine inanmak gibi bir sorun. Otuz beşe kalan üç yılı neyle doldurmalı diye kahrolunan bir sorun! Ya benim yolum yarımlarla değil de çeyreklerle ölçülüyorsa? Çünkü şiir her zaman bir anlam değildir. Ama şiir her zaman bir duygudur. Mesela annem çok sevdiğim şairin yakıştıramadığım “Yaş otuz beş yolun yarısı eder”i gibi, Yirmi beşimize kadar her doğum günümüzde biten yaş söylenir, derdi. Yirmi beşimden sonra bir sonraki senenin yaşını söyleyerek onun içine koydu bizi. Çünkü annem bizi doğurduğu gibi bizi büyüttü de. Çünkü annemin anne olarak buna hakkı vardı ve annem gün geldi bizi yaşlandırdı da. Yirmi altıma geldiğimde artık biten yaş yoktu. Artık yirmi yedi vardı. Yirmi altısında yirmi yedisinin içinde olan kısıtlı bir ömür. Çünkü annelik böyle bir şeydir işte. Anne olmadan bilemezsin. Şairin otuz beşine şair olmayanın kaş çatması gibi, annenin yirmi beşini de ancak anne olunca anlarsın.

Birkaç aydır rüyalarımı hatırlayamıyorum. Bir arkadaşım, Sabah uyanır uyanmaz telefon, televizyon, bilgisayar, radyoyu açma. Uyanır uyanmaz sevdiğin bir şeyi yap, o zaman rüyalarını hatırlarsın, dedi. Çok denedim, olmuyor. İnsan umudunu kaybetmişse, umudunu geri getirme umudunu nasıl taşır yüreğinde? Belki arkadaşlar bilmez böyle şeyleri. Belki anne babaların işidir rüyalar. Az önce bizimkileri aradım. Aynı evde iki bilinmez oda; telefondaki anne ve baba sesi yaşlanmış, yaş almış. Yine de bizimkiler işte; babasının hiç büyümeyen, şımarık kızı ve annesinin her şeye yeten, güçlü kadını olduğum bizimkiler. Telefonu açtıklarında, Rüyalarımı kaybettim’le başlayan ve ardından dertlerimi dizen kelimeler dilimin ucunda… Ama bizimkiler işte; bir alo ve sonrası şen şakrak bir mutluluk.

Birkaç gecedir bebekler gibi uyuyorum ve her sabah yeni bir rüyaya uyanıyorum.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Ezgi Eren, Bizimkiler isimli öyküsünde, otuz iki yaşında bir kadının, otuzlu yaşlara adım attığının muhasebesine ortak ediyor okuru. Dante’nin, Tarancı’nın yad edildiği bir zihin yolculuğunda, orta yaş sınırlarına yaklaşan öykü kahramanı, rüyalar ve anımsamalarla çocukluğa, ilk gençliğe, yetişkinliğe, yaş almaya, rüyalarını kaybedip bulmaya dair akıl yürütüyor. Öykünün merkezinde, netameli bir kurum, aile kurumu var. Yazarın, kendi adını verdiği öykü kahramanı Ezgi’nin içinde bulunduğu değişken ruh hâline rağmen, aile kurumuna bakışı, oldukça duygudaş. Öykünün kasıtlı olarak sekteye uğratılan zamandizinsel ve anlatımcı yaklaşımı içerisinde, ayrıntıcı bir birinci tekil şahıs konuşup duruyor ve okurdan bu ayrıntılara dikkat kesilmesini talep ediyor. Tek katlı ev, bahçe, ağaçlar, Fırat ve Dicle nehirleri gibi mekânların ruhuna dair detaylar ile üç tekerlekli bisiklet, biberon, telefon, televizyon, radyo, bilgisayar gibi daha mekanik ve analog zamanlara ait nesnelerin varlığı, öyküyü, çok uzak olmayan ancak hızlıca değişip dönüşüvermiş bir zaman diliminin buruk nostaljisiyle dolduruyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl