Ana Sayfa Kritik Blade Runner 2049: Kopyalar Neden İsyan Etmez? (2. Bölüm)

Blade Runner 2049: Kopyalar Neden İsyan Etmez? (2. Bölüm)

Blade Runner 2049: Kopyalar Neden İsyan Etmez? (2. Bölüm)

Bir insan ile bir replika arasında türdeşliklerin gerçekleştiğini düşünebilir miyiz? İkisinin benzer, içi boş bir tören icat ettiklerini ve bu ritüele katılmalarını sağlayan bir durum olduğunu düşünebilir miyiz, mesela?

Neden yeni nesil replikalar (kopyalar) isyan etmez? “Özgün replikalardan farklı olarak yeni nesil replikalar asla ayaklanmıyor. Bunun nedeni açıkça belirtilmese de, isyan etmemeye programlandıkları dışında bir açıklama yok. Ancak filmin verdiği ipuçlarına göre yeni ve eski replikalar arasındaki temel farklılık, sahte anıları ile ilişkilerini kapsıyor. Eski (ya da yaşlı) replikalar isyan ettiler, çünkü anılarının gerçek olduğuna inandılar ve böylece sahte olduklarını fark ettiklerinde yabancılaşma yaşadılar. Yeni nesil replikalar ise anılarının sahte olduğunu en başından biliyorlardı; bu yüzden aldatılmış hissetmediler. Demek ki ideolojinin fetişist reddi, denekleri, işlevinin basitçe görmezden gelinmesine kıyasla daha başarılı bir şekilde ideolojinin kölesi haline getiriyor.” Yeni nesil replikalar otantik hatıralarının, varoluşlarının en temel özünün yanılsamasından mahrum bırakılır ve böylece temelsiz bir öznelliğe (substanzlose Subjektivitaet), salt proleter statüsüne indirgenirler. Öyleyse onların isyan etmedikleri gerçeği, isyanın baskıcı güçlerce tehdit edilen asgari düzeydeki bazı özler tarafından sürdürülmesi gerektiği anlamına mı gelir?

K, bir kaza tertipleyerek Deckard’ın ortadan kaybolmasını sağlar ve onu sadece devletten ve sermayeden (Wallace) değil, aynı zamanda bir kadın (Freysa) liderliğindeki replika isyancılardan da gizler. Freysa, şüphesiz özgürlük tınısı taşıyan bir isimdir (Almanca Freiheit). Hem Joshi’de cisimleştirilen devlet aygıtı, hem de Freysa’da somutlaştırılan devrimciler, Deckard’ı öldürmek ister.  Her ne kadar K’nın kararı Freysa’nın Deckard’ın da öldürülmesini istemesinden ötürü (böylece Wallace replikaların çoğalmasının sırrını keşfedemeyecektir) haklı görülebilirse de, bu karar hikayeye muhafazakar-hümanist bir kırılma getirir: Her iki tarafı da eşit derecede acımasız göstererek, ailenin alanını temel sosyal çatışmanın dışında tutmaya çalışır. Bu taraf-tutmama hali, filmin sahteliğini net bir biçimde ortaya koyar: Film fazlasıyla insana dairdir; her şey insanların ve insan olmak (veya insan olarak görülmek) isteyenlerin ya da insan olmadığını bilmeyenlerin etrafında döner. (Biyo-genetikçilerin vardıkları sonuç, bizlerin “sıradan” insanlar olduğumuz değil, etkin bir biçimde insan olmadıklarını bilmeyen insanlar, yani kendi bilinci olan nöronal makineler olduğumuz değil midir?) Filmin örtülü hümanist mesajı, liberal bir hoşgörü barındırır: Androidlere insani duygularla (sevgi, vb.) insani haklar vermeliyiz, onlara insan gibi davranmalıyız, onları evrenimize dahil etmeliyiz… Fakat onların gelişinden sonra, evren hala bizim olarak kalacak mı? Aynı insan evreni olacak mi? Eksik olan şey, androidlerin farkındalık kazanmalarının yaratacağı değişikliğin, insanlığın kendi konumu için ne anlama geleceğine dair bir değerlendirmedir. Bizler, yani insanlar, artık genel anlamda insan olmayacağız; bu durum yeni bir şeyin ortaya çıkmasına sebep olacak mı? Ve bu yeni şeyi nasıl tanımlayacağız? Dahası, “gerçek” cismani bir android ile hologram androidler arasındaki ayrımla ilgili tanımlamalarımızın sınırı ne kadar geniş olmalı? Duyguları ve farkındalığı olan hologram replikaları (K’ya hizmet etmek ve K’yı tatmin etmek için yaratılan Joi gibi) da insanlar gibi davranan varlıklar olarak görmeli miyiz? Filmde ontolojik olarak kendisine ait gerçek bir bedene sahip olmayıp, bir hologram replikadan ibaret olan Joi’nin, K için kendisini feda etmek gibi radikal bir eyleme kalkıştığını akılda tutmamız gerekir ki bu, onun için (veya daha ziyade o kadın için) gerçekleştirmek üzere programlanmadığı bir eylemdir.

Bu soru kümesinden kaçınma, geriye sadece nostaljik bir tehdit hissi (tehdit altında bulunan “mahrem” cinsel üreme alanı) seçeneği bırakır ve bu sahtelik, tam da filmin görselliğine ve anlatım biçimine yansır. Burada bastırılmış içerik geri döner; ancak biçimin ilericiliği anlamında değil, biçim faktörünün hikayenin kademeli anti-kapitalist potansiyelini allak bullak etmesi anlamında bir dönüştür bu. Estetik hale getirilmiş imgelerle yavaşlayan ritim, taraf tutmayışın, pasif sürüklenişin sosyal duruşunu açıkça ifade eder.

Peki, bir insan ile bir replika arasında gerçek bir temas nasıl kurulurdu? (Bir ihtimal) şaşırtıcı olabilecek bir örneği ele alalım: Rüzgar Nehri (Taylor Sheridan, 2017) yerli bir Amerikalı kızın, kışın ortasında, ıssız Wyoming arazisinde tecavüze uğramış ve dondurulmuş halde bulunmuş Natalie Hanson’un hikayesini anlatan bir film. Kendi kızı da üç yıl önce ortadan kaybolmuş olan avcı Cory ve genç FBI ajanı Jane, olayın sırrını çözmeye çalışır. Son sahnede Cory, Hanson’un evine gider ve mavi-beyaz karışımı renklerle yüzünü boyamış (ölüm maskı) halde, dışarıda oturan çaresiz Martin’i, Natalie’nin babasını bulur. Cory, Martin’e bunu yapmayı nereden öğrendiğini sorar. Martin, “Öğrenmedim. Sadece uydurdum. Artık öğreteceğim kimse de kalmadı.” diye yanıt verir. Cory’ye herşeyi öylece bırakıp ölmek istediğini söylediğinde telefon çalar. Arayan (suçlu) oğlu Chip’dir; cezaevinden çıkmıştır ve babasından kendisini istasyondan almasını ister. Martin, “şu boku yüzümden çıkarır çıkarmaz” istediğini yapacağını söyler: “Eninde sonunda gidip onu almalıyım. Biraz burada otur. Benimle oturacak zamanın var mı?” Cory “elbette” der; orada öylece otururlar. Daha sonra ekranda farklı etnik gruplara mensup, kayıp insanlara dair istatistiklerin verildiği bir altyazı belirir. Amerikalı yerli kadınlar hariç; kaç yerli kadının kaçırdığını kimse bilmemektedir…

Bu sonun veciz güzelliği, ekrandaki bu son sözlerle az da olsa hasar görür (altyazı bariz olanı görünür kılar ve böylece aşırı bir varoluşsal dramaya sahte bir nesnellik unsuru katar.) Altta yatan sorun, dayanılmaz travmatik bir kayıpla baş etmemizi mümkün kılan yas ritüelinin ve filmin sonuyla verilen umut ışığının, Martin ve Cory’nin sadece sessizce oturmak gibi minimal bir ritüelle hayatta kalmalarını mümkün kılacak olmasıdır. Martin’in ölüm maskının eskisi gibi otantik yöntemlerle değil, sadece doğaçlama yoluyla yapıldığı gerçeğine dayanarak, küstahça “şu boku yüzümden çıkarır çıkarmaz” dediğini gözden kaçırmamamız gerekir: Kaldı ki otantik yöntemlerle uygulanmış olsa dahi, mask ”boktan” olacaktır. Martin, eski etnik kimliğini çoktan geri dönüşsüz biçimde kaybetmiştir; halihazırda “ölüm maskı”nı kendisini bütünüyle adayarak uygulayamayacak kadar modern bir öznedir. Bununla birlikte mucizevi olan şudur ki, bütün bunları bildiği ve kabullendiği halde bir ölüm maskını doğaçlama yoluyla uygulayarak ve orada öylece oturarak gerçekleştirdiği yapay ritüel, otantik işlevini yerine getirir. Bu boktan bir şey olabilir; ancak bok, yaşamın etkileşimlerinden geri çekilmenin kendi minimal jestüelliği içinde başarıya ulaşır. Burada Cory’nin kızılderili bölgesinde yaşayan beyaz bir adam olduğunu ve Martin’in kendisinden istediği şeyin, yaslı bir Amerikalı yerliyle dayanışmak ve onun için anlamsız olan bir ayine katılmak olmadığını aklımızda tutmamız gerekir: İlkel kültüre böyle himaye edercesine gösterilen saygı, ırkçılığın en iğrenç varyasyonlarından biridir. Martin’in ricasının mesajı, Cory’nin yerli Amerikan ritüeline duyduğu mesafe duygusunu paylaştığı yönündedir. Cory’nin -beyaz adamın- mesafe duygusunu çoktandır Martin de hissetmektedir ve ritüeli otantik hale getiren, manasız bir “yerli kültürünün parçası olma” hali değil, bu uzaklıktır. Burada Möbius şeridini karakterize eden başka bir kırılma örneğine daha rastlamıyoruz muyuz? Bir ritüelin ilkel tefekküründen, saçma bir şey olarak mutlak reddine geçtiğimizde, hepimiz kendimizi tekrar aynı ritüelin içinde buluruz ve bunun baştan sona saçma olduğunu bildiğimiz gerçeği etkisini hiçbir şekilde azaltmaz.

Bir insan ile bir replika arasında türdeşliklerin gerçekleştiğini düşünebilir miyiz? İkisinin benzer, içi boş bir tören icat ettiklerini ve bu ritüele katılmalarını sağlayan bir durum olduğunu düşünebilir miyiz, mesela? İşlevi tamamen totolojik (gereksiz yere kendini tekrar eden) olduğu için, ya da Jakobson’un dediği gibi, patetik olduğu için kendi içinde tamamen anlamsız olan bir ritüel -içinde gizli olan, daha derin bir mesajı boşu boşuna arayıp durduğumuz bir ritüel- düşünebilir miyiz?

“Androidlerin insani muamele görmesi gerekir mi?” sorusu tartışılırken, odak noktası genellikle farkındalık veya bilinçtir: Replikaların içsel bir yaşantıları var mıdır? (Anıları programlanıp zihinlerine yerleştirilmiş olsa dahi, yine de otantik olarak yaşanabilirler.) Belki de odağı bilinçten veya farkındalıktan bilinçaltına yönlendirmemiz gerekir: Replikalar mutlak Freudcu anlamda bir bilinçaltına sahip midir? Bilinçaltı derinlerdeki bir tür irrasyonel boyut değil, deneğin bilinçli özüne eşlik eden, Lacan’ın “başka bir sanal sahne” olarak adlandıracağı şeydir. Biraz sıra dışı bir örneği alalım. Lubitsch’in Ninotchka’sının ünlü şakasını hatırlayın: ” ‘Garson! Bir fincan kremasız kahve, lütfen!’ ‘Üzgünüm efendim kremamız yok, sadece sütümüz var; sütsüz kahve getirsem olur mu?’ ” Maddesel gerçeklikte kahve aynı kahve olarak kalır, ancak bizim yapabileceğimiz değişiklik, kremasız kahveyi sütsüz kahveye dönüştürmek- hatta daha kolayca, belirtilen olumsuzluğu eklemek ve sade kahveyi sütsüz kahve yapmaktır. “Sade kahve” ve “sütsüz kahve” arasındaki fark tamamen sanaldır; gerçek bir fincan kahvede hiçbir farklılık yoktur. Ve tam olarak aynı şey, Freudcu bilinçaltı için de geçerlidir: Onun konumu da tamamen sanaldır. Bu “daha derin” bir psişik gerçek değildir ve kısaca bilinçaltı, “sütsüz kahve”nin içindeki “süt” gibidir. Bu işte bir bit yeniği vardır. Bizi bizden iyi tanıyan Dijital Büyük Öteki, “sade kahve” ile “sütsüz kahve” arasındaki farkı ayırt edebilir mi? Veya karşı-olgusal alan, bizim farkında olmadığımız ve beynimizde, sosyal çevremizde bulunan gerçeklerle sınırlanmış Dijital Büyük Öteki’nin kapsamı dışında mı kalır? Burada uğraştığımız fark, bizi tanımlayan “bilinçdışı” (nöronal, sosyal…) gerçekler ile konumu tamamen karşı-olgusal olan Freudcu “bilinçdışı” arasındaki farktır. Bu karşıt-olgular alanı, yalnızca öznellik varsa etkinleştirilebilir. “Sade kahve” ve “sütlü kahve” arasındaki farkı ortaya koymak için bir öznenin etkin olması gerekir. Ve tekrar Blade Runner 49’a dönecek olursak, replikalar bu farkı ortaya koyabilir mi?

Çeviri: Nesli Türk

Yazının ilk bölümü: http://ekdergi.oyunow.com/blade-runner-2049-insan-sonrasi-kapitalizme-bakis/

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl