Çünkü yaşadığımız şirinler köyünde bu tip manzaralar yok!. Yalnızca başkalarının görebileceği Gargamel kâbusları bunlar. Dünyanın herhangi bir yeri işte…

Bienal kapsamında İstanbul Kongre Merkezi ve Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayında gerçekleşen Contemporary sanat etkinliğine katıldım.
Yukarıdaki cümle neden bu kadar uzun oldu ki?
Üstelik geriye dönmeyi yolda düşürmüşken!?

Sergideki çalışmaların fotoğraflarını telefonlarıyla çeken insanların arasından geçerken, beni hoyrat bir makasla dijital bir fotoğraftan oynamaları için dikkatlice yürüdüm kalabalık sergi salonunda.
Sonra görebildiğim kadarıyla o sergide en çok fotoğrafı çekilen bir işin yanında buldum kendimi. Ahmet Güneştekin’in katıldığı NTV programında Cizre ve Sur’daki enkazdan “arkadaşlarıyla” topladığını belirttiği parçalardan meydana gelmiş “yoktunuz” adında bir enstalasyon çalışması.
Sergi gününde sanatçıyla hasbihâl ederken gördüğüm Ertuğrul Özkök, 13 Eylül’de Hürriyet gazetesinde sergiden bir gün önce yazdığı köşe yazısında çalışmayı şu şekilde anlatmıştı okurlarına:

“Burası neresi mi…
Dünyanın herhangi bir yeri…
Suriye’de bir kasaba…
Myanmar’da bir Müslüman mahallesi…
Veya Miami’de kasırganın yıktığı yoksul mahallelerden biri…
Enstalasyonun adı “Yoktunuz”…”

Çünkü yaşadığımız Şirinler köyünde bu tip manzaralar yok!. Yalnızca başkalarının görebileceği Gargamel kâbusları bunlar. Dünyanın herhangi bir yeri işte…
O yerin 94 ışık yılı uzaklığından bize gönderdiği çok güçlü sinyalleri spam kutumuza düştüğü için, orayı şimdilik “herhangi bir yer” olarak tanımlıyoruz.
Ne de olsa Stephen Hawking’de sakın ola onlarla iletişime geçmeyin diye salık vermiş.
Ayrıca gitmediğimiz, görmediğimiz, gezmediğimiz uzaktaki köyler, evler, dağlar ve duymadığımız sesler ne de olsa bizim olduğu için, ileride mülkiyeti konusunda hak talep ettiğimizde kimseyle problem yaşayacağımızı düşünmüyoruz.

Ahmet Güneştekin’in, Contemporary İstanbul’un en pahalı yapıtlarından olan “Yoktunuz” yerleştirmesi.

Çalışmayı izlerken, fotoğraf çekimini bitirdikten sonra kendi aralarında çalışmayı konuşan insanların yorumlarına kulak verdiğimde, sanatçının burada en çok “tüketim çılgınlığını” vurgulamak istediğini ve artık nostaljik bir anlamı olan eşyaların bugünlerde kaybolmaya yüz tutmuş gerçeğiyle bizi tanıştırmak istediğini duyuyordum.
Zaman hızla akıp gidiyor işte… “Hüzünler acılaşıyor hilmi bey**”
Eşyalar toptan bir hikâye edecek kadar griye boyanıyor.

John Berger, “Yıkımdan kurtulan kimse ya da nesne, öyküsünü ancak başka bir hayatta yazabilir” demişti. Sanırım burada enkazı yaşamış kimselerin ve nesnelerin başka bir hayatta bile kendi hikâyelerini yazma şansları yok. Gerçi başka bir hayata da ancak enkaz halinle götürülebiliyorsun. Ve anlatılan senin hikayen olmuyor!. Çünkü senin hikayen anlatılmamak üzerine…

Haliyle çalışmaya “yoktunuz” gibi bir anlam yüklediğinde, o eşyalar bir “çılgınlık” nöbeti geçiren güçler tarafından ait oldukları yerlerden söküldükleri esnada “yok olmayı” en iyi tercih olarak gören insanlara bir mazeret izni vermiş olursun.
Yoktunuz diye görmediniz! Yoktunuz, olsaydınız başka türlü olabilirdi. Yoktunuz, haliyle orada olamazdınız. Yoktunuz, telesekretere bıraktığınız mesajda orada olmayacak kadar dışarıda olduğunuzu duydum. Yoktunuz, kapınıza astığınız notta yazılıydı.
Oysa dünyanın herhangi bir yerinin kapıları kullanılmayan herhangi evlerine giren misafirler “geldik ama yoktunuz” sitemiyle bu notları evlerin içindeki duvarlara yazardı.
Ve o ev sahipleri kendilerini kimin görmeye geldiğini bir türlü göremiyorlardı!
Dünya işte bir sürü karşılaşamama kültürü var.
Ben de elden ulaştırmak istedim sizlere. Dilimde bir şarkı, içimde bir ürpertiyle.
Evinize getirdiğim halde ya yine yoksanız!

Neyse şimdilik varsınız diyeyim, ama göstereceğim şeyden “neden yoktunuz” mesajı çıkaracağınızı düşünüp sizi bu haliyle rahatsız edeceğimden kaygılandığım için, daha demincek, yıllarda geçse demincek olan bu parçaların hikâyesini marifetli boyalarla evvel zamana dönüştürmeyi de başarabilmem sanata dâhil değil mi? O yer hariç!
Sizler de “o evvel zamandan kim kaldı ki” deyip bu nostaljik çalışmamı keyifle izlersiniz.

Ait oldukları yerlerde değil de bir enkazın altında kalan eşyaları toplamaya giderken sanatçı, eşyaların sahiplerinin olmadığını görüyor? Böylece eşyaları sahiplenme/alabilme hakkının doğup doğmaması ayrı bir konuya varıyor. Sanatçı sonra topladığı eşyaları getirdiği başka evde de kimseyle karşılaşmıyor? Ya da eşyalar kimselerle karşılaşmamak üzere başkalaşıyor…
Ve göndericisi meçhul olanın alıcısı da meçhulleşiyor.

Düşünüyor insan, acaba sanatçının kaderinde hep bir evde olmayanlar mı vardır?
Evde olanların kaderinde kimlerin ve nelerin geldiğini görememek mi vardır?
Artık bir evi olmayan eşyaların kaderinde de nereden geldiği anlaşılmasın diye batırıldığı grinin hiçbir tonu mu vardır?

Dışarıdaki hava nemli ve sıcaktı.
Enstalasyonun içindeki buzdolabının kapısı açılsaydı tüm şehir donacaktı!
Ama kendisini ilelebet kapatmıştı!

Cemal Safi-Ya evde yoksan*
Edip Cansever- Manastırlı Hilmi Bey’e üçüncü mektup**

 

 

 

 

TEILEN
Önceki İçerikHazzın günahı mı yoksa çalışmanın mı?
Sonraki İçerikVICTOR HUGO: Vicdan Epiği
1982'de Mardin Kızıltepe'de doğdu. 2006 yılında Türkçe-Kürtçe diliyle edebiyat, sanat, siyaset yazılarının yayınladığı ve merkezi Kızıltepe'de olan www.yeniperspektif.com internet dergiciliğinin editörleri arasında yer aldı. Mardin'de çıkan Kürtçe edebiyat ve kültür dergisi Wenda'nın kurucuları ve editörleri arasında yer aldı. Qûtê Salê adında minimal denemelerin yer aldığı Kürtçe bir kitabı var. Mardin'de yerel basında yazıları yayınlanmaktadır.