Ana Sayfa Litera Böyle şey olur mu? Okuyana göre, belki olur, belki olmaz! 

Böyle şey olur mu? Okuyana göre, belki olur, belki olmaz! 

Böyle şey olur mu? Okuyana göre, belki olur, belki olmaz! 

Özellikle üst düzey İngilizceden dilimize mükemmel çevirileriyle tanınan ve şimdiye kadar üç roman da yazan Handan Ünlü Haktanır, sanırım ilk kez bir hikâye kitabı yayımladı: “Olur Olmaz Öyküler”[1]. Bu kitaptan bir nebze bahsedeceğim sizlere ama öncesinde dürüst bir eleştirmen olarak Handan’la yakınlığımı açıklamalıyım.

Handan, Mülkiyeli sınıf arkadaşlarımdan ve ardından meslektaşım Korkmaz Haktanır’ın eşidir. Dışişleri Bakanlığımız Müsteşarlığına kadar yükselmiş, Türk diplomasisinin değerli mensubu Büyükelçi Korkmaz Haktanır’ı ne yazık ki birkaç yıl önce kaybettik. Meslekte dünyanın bir ucundan diğerine savrulup duran bir diplomat olarak (bizde Meslek Memuru denir) bazı arkadaşlarınızla hiçbir zaman aynı yerde birlikte çalışmak imkânı bulamayabilirsiniz. Birkaç yılda bir Ankara’ya döndüğümüzde farklı Dairelerde görev aldığımız dönemler hariç Korkmaz’la da böyle oldu ilişkimiz.

İlginçtir, eşi Handan’la yakınlığımız benim editörlüğünü yaptığım “Bir de Bizden Dinleyin” başlıklı[2], on iki emekli Büyükelçimiz eşlerinin anekdotlarından oluşan kitap için bir yazı kaleme almasıyla başladı. Fakat daha öncesinde yaptığı çevriler ve yazdığı “Bir Avuç Mısır”[3] başlıklı kitabıyla yazarlık yeteneğini ortaya koymuştu zaten Handan. Uzaktan da olsa yazışarak fikir alış-verişinde bulunduk, pek çok bilgiyi paylaştık bugüne kadar. Sanmayın ki her şey her zaman toz pembeydi, bazı sert eleştirilerim de olmadı değil!

Bu defa “Olur Olmaz Öyküler”inden çok haz duydum. Daha kitabı eline aldığında çok hoşlanıyor insan: Ön ve arka kapakta yer alan, Handan’ın torunu Melis Erker’in çarpıcı, rengârenk illüstrasyonları göz alıcı. Açıyorsun kitabı, yazar diyor ki: “İsminden de belli olduğu üzere, Olur Olmaz Öyküler’de yer alan öykülerin… bazıları, neler olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zaman dilimlerinde geçmekte… Diğer bazılarıysa gerçek hayatta sıklıkla karşılaşabileceğimiz olaylarla ilgili.” Sonrasında, bazılarını da birebir yaşamış olduğunu belirtiyor.

Durum böyle olunca alıyor sizi bir merak! Hangi zaman dilimiymiş bunlar acaba? “Siyah”ta anlatılan ölümden sonra yaşanan bir ortam ve zaman dilimi mesela, herkesin yaşarken yaptıklarının, yapmadıklarının hesabını vereceği mahkeme ortamı. “Siyah” ismi de bir zenci oyuncak bebekten geliyor. Bu hikâyenin girişinde, yatakta yatan ölünün yanına gelen akrabaların akıllarından geçirdiklerini izleyebilmesi anlatılıyor ki, bu benim hep merak ettiğim bir konu. Ağırlığı 21 gram olduğu söylenen o ruh varsa, böyle bir özelliğe sahip mi acaba?

Diğer zamanı belli olmayan bir hikâye “Müebbet”. Bu tam distopik bir durum. Protagonistimiz elli yaşlarında, müebbet hapis mahkûmu bir kadın. Ne biçim bir mapushaneyse içinde bulunduğu, rutinin dışına çıkmanın ve sorgulamanın yasak olduğu, aynaların bulunmadığı, “koğuştaki herkes(in)yapıştığı duvardan ayrılmak istemeyen gri renkli birer böcek gibi(olduğu)”.Bir de Yüce Amir var beş yılda bir çağrısı üzerine odasına gidip hesap verilmesi gereken. Gidenler bazen hiç geri dönmüyor. Dönenlerse orada neler olduğunu hatırlamıyor, “maske takmış birer kukladan farkları kalmıyor”

Çocuğunuz sizin düşündüğünüzden çok daha farklı bir eğitim görmek ve meslek edinmek istese ne yaparsınız? Onu teşvik mi edersiniz, yoksa özellikle benim neslimin ebeveynlerinden duyduğu gibi, “Yok öyle şey! O senin söylediğin ancak hobin olabilir. Önce hayatını kazanacağın bir meslek seçeceksin,” mi dersiniz? Bendeniz mesela, beni “diplomat” olmak üzere bir proje halinde yetiştirmiş ebeveynlerime tam üniverasite kapısında, “Beni serbest bıraksanız? Ben tiyatrocu olmak istiyorum,” dediğimde babamın terslendiğini, “Sen eğlendiren değil, eğlenen olmalısın!” dediğini hiç unutamam.

Bunca lafı Handan Haktanır’ın “Işık Saçan Bir Kadın” hikâyesini tanımlamak üzere yazdım. Hiç beklemedikleri şekilde birdenbire harika resimler yapmaya başlamasıyla ebeveynlerini ve öğretmenini şaşkınlığa uğratan bir çocuk var hikâyede. Işık saçan bir kadının zihninde ona nasıl resim yapması gerektiğini anlattığını söylüyor. Babası çocukken hep yazar ve şair olmak istemiş; yazdıklarını sürekli sobaya atıp yakan kendi babasının, ”Bu evden bir yazar çık-mm-yaa-caaak, anladın mı? Mühendis ola-cak-sııın!”şeklinde azarlamalarıyla hayallerini gerçekleştirememiş. Annesi de müthiş bir piyanist olmak istemiş, hep konserlerde alacağı alkışları düşlemiş, hatta müzik öğretmeninin çok yetenekli olduğunu anlatmasına rağmen anne ve babasının gösterdiği tepki sonucu istediği gibi hayatını çizemezken, “minik yüreğinde anne ve babasına karşı bir nefret barındırmamak için nasıl zorlandığı, ”hep aklında!

Kendi olumsuz deneyimlerini çocuklarına yaşatmayacak kadar ileri görüşlü bir ebeveyn var bu defa karşımızda. Hep beraber ışık saçan kadını kolluyorlar… Beni etkiledi bu hikâye, çünkü ben de çocuklarının tercihleri için yolları açtım zamanında, büyük kızım benim olamadığım tiyatro sanatçılığına yönelirken, oğlum da sinema ve televizyon yönetmeni/yapımcısı oldu.

İpin ucunu kaçırdım galiba! Döneyim hikâyelere. “Nar”da öğretmenlerin, psikologların da dahil olduğu vahşi bir tarikattan bahsediyor Haktanır, “Turuncu”da rüyasında görüp aşık olduğu Taylandlı adamı en yakın arkadaşının kolunda görmesiyle aklı başından gidip, adamı elde etmek için Budizm’e yönelmesiyle kısalan hayat çizgisinden; “Çanta”da yaşını başını almış mücevher uzmanı adamın hafta sonunda üzerlerinde çalışmak üzere eve getirdiğimü cevherlerin bulunduğu çantasını kaybetmesiyle aile içinde yaşanan krizi komedi niteliğinde anlatırken,“Horoz”da bir distopik hikâye daha sunuyor bizlere: Başka bir zaman, başka bir dünyaya uzanıyor bu hikâyede. Bir yanda özgürlükler ülkesi Naraka var, diğer yanda yasaklar ülkesi Asperia. Bu ikincisi kadınların her zaman yeşil ve belli ölçülerdeki şapkaları giymek zorunda olduğu, aksi halde cezalandırıldığı, erkeklerinse yasak olan kolayı evlerinde üretip, kaliteli şarap kadehlerinde keyifle içtiği. Hangi ülkelere nazire dersiniz?

Bizans’ta ve Roma’a iktidarın, Osmanlı’da ise tevazunun simgesi olan mor ve türevleri menekşe, eflatun, erguvan, leylak renklerini sever misiniz? Asil bulur musunuz? Yoksa hüzün veren, sinir bozucu bir renk midir sizin için? “Mor” adlı hikâyeyi okuyun, sonra karar verin derim.

Kitaptaki 14 hikâyenin arasında beni çok etkileyenler arasında bir de “Omurga” var. Eşinin vefatından sonra çocuklarını doğru dürüst yetiştirmek, okutmak, iyi bir hayat yaşamalarını sağlamak amacıyla gizli gizli hizmetçilik yapan fedakâr kadının omurgalı oğlu ve omurgasız kızını anlatıyor…

Handan Haktanır rahatça okunan, akıcı bir dille yazıyor; bazı kendini göstermek çabasındaki yeni yetme yazarlarımız gibi kelime cambazlıkları denemeden, karmaşık cümleler kullanmadan, çokbilmiş ifadelere soyunmadan. Zaten hâkim olduğu Türkçeyi ustalıkla kullanıp, elde kahve fincanı ya da şarap kadehi, koltuğa kurulup hoş saatler geçirebileceğimiz ilginç hikâyeler sunuyor bizlere.

 

[1] LUNA Yayınları, Ocak 2022, Ankara

[2] ALFA Yayınları, Temmuz 2016, İstanbul

[3]Rüstem Yayınevi, Mart 2010, Lefkoşe

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl