Ana Sayfa Litera “Bu Nasıl Bir Gezegen Böyle, Canım?”: “Wakarimasu, Anjin San!”

“Bu Nasıl Bir Gezegen Böyle, Canım?”: “Wakarimasu, Anjin San!”

“Bu Nasıl Bir Gezegen Böyle, Canım?”:  “Wakarimasu, Anjin San!”

BENİM her şeyi bilen bir oğlum var. Bu giriş cümlesini, çocuklarının zekâsını abarta abarta bitiremeyen embesil ebeveynler arasında yerimi almak için söylediğim sanılmasın. Açıklayayım. Her şeyi bilen oğlumla karşılıklı oturmuş öğlen yemeği yiyorduk. Birden aklım çok eskilere gitti ve aralarından birini seçip her şeyi bilen oğluma dedim ki. “Ama bilmediğin şeyler de var. Örneğin, Anjin San.” Yüzüme tahmin ettiğim gibi baktı. Devam ettim. “Anjin San. Efendi Toranaga. Seksenli yılların başında TRT’de oynayan Shogun dizisinin başrol oyuncuları. Feodal beylikler döneminin Japonya’sında geçiyordu ve İngiliz denizci Blackthorne’un, yani Anjin San’ın maceralarını anlatıyordu. Sanırım diziyi çoluk çocuk herkes izlerdik. Tekerlemeler bile uydurmuştuk. Her şeyi bilen oğlum avuçlarını çenesinin altında birleştirip başını hafifçe eğdi ve “Kon’nichiwa” dedi. Ben de aynı şekilde karşılık verdim.

“Kon’nichiwa Edip San.”

HEMEN sonra aklıma Beyaz Gölge geldi: Televizyonda yayınlandığı yıllarda sanırım ortaokuldaydım, lise de olabilir. “Salami” vardı, “Coolidge” vardı; bir de Koç Reeves’i hatırlıyorum, diğerlerinin adlarını unuttum. Eski bir NBA oyuncusu olan Koç Reeves, çoğunlukla Siyahi ve İspanyol gençlerin devam ettiği bir lisenin basketbol takımını çalıştırıyordu. Lise, gelir düzeyi düşük göçmen ailelerin yaşadığı “sorunlu” bir semtteydi. Los Angeles’ta. Koç, gençlere çıkış yolunu gösterdi, dayanışmayı öğretti. Birlikte yapıp etmenin hazzını yaşattı. Sorunların nasıl çözülmesi gerektiğini belletti. Onlar ayrıca duş kuşlarıydı. Takım oyuncuları duşta hep birlikte eski caz ve blues parçalarını söylerdi. Dizinin Türkiye’de kültürel ve sosyal etkileri oldu. Ama en önemlisi, gençler basketbolu Beyaz Gölge sayesinde sevdiler. Ben dahil. Aslında bu diziden sonra ülke basketbolu çağ atladı bile denebilir.

Esinleyiciydi.

ZENGİN ve Yoksul dizisinde tüm ülkenin kalbi yakışıklı ve iyi kalpli Nick Nolte’nin, yani yoksul adam Tom’un yanında atardı. Kardeşi Rudy iyi eğitim almış bir işadamıydı. O zamanlar ülke halkı olarak seçimimiz yoksullardan yanaydı, sanırım yoksulluğun aynı zamanda dürüstlüğü temsil ettiğini hâlâ sezebilen bir toplumduk. Kötü adam Falconetti’yi doğal olarak hiç kimse sevmezdi. Tom öldüğünde, hatırlıyorum, hepimiz çok üzülmüştük. Sanki ailemizden biri ölmüştü. Ailemizin en sevilen kişisiydi. Annem ve babam Tom’un zamansız ölümüne ağladı. Biz çocuklar ağlayamadık. Nenem hep olduğu gibi kendisini tuttu. Tüm ülke şoktaydı. Hatta bir travma yaşıyordu. Ertesi gün Hürriyet Tom’u manşet yaptı. Yazık oldu delikanlıya.

Sokaklar boşalırdı.

BİR de Kung Fu dizisi vardı, daha da eski, sanırım 70’lerde gösterilmişti. Şaolin manastırında yaşayan Caine adında bir çocuk. Ustasının avucundaki taşı kapabilirse manastırdan ayrılabilecekti. Ancak dazlak kafalı kocaman bir adam olduğunda bunu başarabildi ve kardeşini aramaya Vahşi Batı’ya gitti. Ayrılırken ustası ona bir öğüt verdi: “Hiç unutma, bilge insan daima yere bakar ve toprak gibi alçakgönüllü olur.” Amerikan kasabalarında dolaşırken bir kovboy şapkası takıyordu ve saçları uzamıştı. Omzuna geliyordu. Çok cool bir görüntüsü vardı. Konuşmayı pek sevmeyen, sessiz biriydi. Manastırdaki rahiplerden aldığı eğitim onu dövüş sanatlarında ustalaştırmıştı ama 19. yüzyılın Vahşi Amerika’sında bu becerisini çok nadir kullanıyor, dövüşmek zorunda kaldığında ise daima adalet için dövüşüyordu. Televizyona ağzı bir karış açık bakan biz çocuklarsa, onun sürekli dövüşmesini istiyorduk.

Bazen dizi flashback’lerle Caine’in bir “Çekirge” olduğu çocukluğuna dönerdi. Gözleri görmeyen beyaz sakallı ustasıyla aralarında geçen diyalogların felsefi boyutu kafamızı karıştırırdı:

“İnsan kendi kendini incitebilir mi?

“Hayır Çekirge.”

“Öyleyse onu başkası mı incitir?

“Hayır Çekirge.”

“O zaman her ikisi.”

“Gözün kendi yumruğunla karşılaştı mı?”

“Öyleyse karşılığını vermenin yollarını mı aramalıyım?”

“Borç nedir?

“Benim acım.”

“İntikam delikli bir teknedir, boşluk vaadinden başka bir şey taşımaz.”

“Öyleyse haksızlığı her zaman iyilikle mi ödemeliyim?”

“Haksızlığı iyilik ve bağışlamayla öde, ama iyiliği daima iyilikle öde.”

Sanırım sabrın güzelliğini öğretmişti.

ŞU kitap, daha okumadan bana giriş yazısı yazdırtan kitap. Onda ilerliyorum. Yani çevirisinde. Ve ilk izlenimimde, ya da sezgilerimde haklı olduğumu görüyorum. Şimdiden bir sürü “canım”, “cicim”, “hayatım” hitaplarına rastladım. Ama bu yazının konusu Bayan Unguentine değil. Çeviriye ara verip bu yazıyı yazmaya başladığım için bir hatırlatayım dedim. Her şeyi bilen oğlumla yemeğe oturmadan önce de, Bayan Unguentine’nin kaptan kocasına yazdığı ve kahvaltı sırasında bir peçete gibi katlayıp tabağına koyduğu mektubu çeviriyordum. “Zayıf Halka! Yemek hazır!” Diyen sesi duyunca kalkıp geldim. Bu aralar çok zayıfladım.

“Bu nasıl bir gezegen böyle, canım?”

YEMEK masasında birdenbire aklıma üşüşen tüm bu dizilerin sosyolojik tahlilini yapacak değilim. Bu benim işim değil. Haddim de değil. Ayrıca bu iş Ünsal (Oskay) Hoca’dan sonra bitti zaten. Bitmese de soldu, soluk yitirdi. Hoca’nın öğrencisi olup da ondan feyiz alan iyi sosyal bilimciler var elbet, ama henüz hiçbirisinde onun bilgeliği ve tadı yok. Tat dedim de, bu memleket insan da tat mı bıraktı. Düşünmek için sağa sola çatıp vakit kazanırken buldum işte. Bu yazıya niye başladığımı, ucunu nereye bağlayacağımı. Hocanın öğrencilerinin de tadı kaçtı.

Biliyorum.

“RUS manken Olga, kayıkçı sevgilisinin yanında, esmer Türk erkeklerine hayran olduğunu açıkladı.” Çok normaldi. O zamanlar maddi anlamda olmasa da, kültürel ve sosyal anlamda bir Avrupa ülkesiydik. Gazeteler gündem bulamazdı. Hele yazın. Magazin her şeydi. Toplum olarak canımız sıkılırdı, ama teknik olanaksızlıklar yüzünden Avrupalılar gibi extreme sporlar icat edemezdik. Bunun için paramız da yoktu. Onlar gibi eğlenemediğimiz için onlardan daha fazla sıkılırdık. Fakirlik sıkıcı olabiliyor. Ama onlarda olmayan bazı avantajlarımız vardı. Az paramızı harcamayı en iyi biz bilirdik.

Alman usulü bizi bozardı.

GEÇENLERDE televizyonda bir dizi izledim. Broadchurch. İngiltere’nin güzeyinde bir kasabada geçen bir polisiye. Müzikleri harikaydı. Ama asıl harika olan, 2000’li yıllarda geçmesine rağmen doğanın hiç bozulmadan kalmış olmasıydı. Beni aldı ta ilk gençliğime, 19 yaşıma götürdü. Yine o kırlarda olasım geldi. İç çeke çeke izledim. Konusundan çok kırlarına, doğal manzaralarına takıldım. Doğanın bu el değmemiş hali bana haiku yazdırdı. İnsan şuraya bir AVM diker, dedim içimden. Alışkanlıktan. Aslında kızgınlıktan, öfkeden söyledim. Diziyle ilgili aklımda yer eden ikinci bir konu da oyunculuklardı. Yediden yetmişe yabancı oyuncuların canlandırdıkları karakterlere hâkimiyetleri, onlarla özdeşleşebilme yetenekleri. Öyle başarılılar ki, duygu bir anda ve hiç çabasız izleyiciye geçiveriyor. Sonra aklıma, ülkedeki bu sefil iklimin, sadece kültürel ve sosyal değil, aynı zamanda yoz siyasal iklimin yaratılmasında azımsanmaz katkısı olan son zamanların Türk dizileri geldi. Oyunculukları düşündüm. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Ağlamaklı oldum. Ankara’dan İstanbul’a “göç” eden ODTÜ’lü eski arkadaşları anımsadım. Bu dizilerin bazılarında, senarist olarak bu “solcu” arkadaşların imzası vardı.

Acı acı kişnedim.

TRAFİKTEYİM. Adam üçüncü şeritte park etmiş bekliyor. İkinci bile değil. Üçüncü şeritte. Adam dediysem, bir otomobil yani. Kalan tek ya da yarım şeritte araç kuyruğu oluşmuş. Ben de arkalarda bir yerlerdeyim. İzliyorum. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Sürücüleri gözlemliyorum. Öyle sakinler ki! Her şey çok normal. Bense delirmek üzereyim. Hep olduğu gibi, yapayalnız hissediyorum. Trafikte bile. Geçitten geçme sırası bana geliyor. Kafamı sağa çevirip bakıyorum. Evet bir adam. Cep telefonuyla konuşuyor, gülüyor. Halinden memnun. Yolu satın almış zibidi, öyle rahat. En ufak bir mahcubiyet duymuyor. Neden duysun ki, ne yaptığını bilmiyor! Dikkatini çekecek biçimde kornaya basıyorum. İstifini bozmadan dönüp. Ne var? Der gibi bakıyor. Telefonla konuşan bir maymuna benziyor. Muz yiyor. Sanki üçüncü şerit onun doğal yaşam alanı. Yok bir şey. Diyorum. Devam et. Allah belanı versin. Diğer sürücüler de en az onun kadar utanmaz. Onun kadar ahlaksız. Neden mi? Tepki vermedikleri için. Küçük yanlışlara tepki vermeyen büyüğüne hiç veremez. Trafikte neysen hayatta da osun. Ya kendini merkez sanırsın, ya yersiz yurtsuz bulursun.

Eskiden olsa, gençliğimde. Mücbir keşifler, cebri adlandırmalar yaptığım ve onları insanlarda denediğim o despot dönemi yaşıyor olsam, başka türlü davranırdım. Bir ara dönem. Her haliyle sivil. Bir itaatsizlik. Düşünmeye ihtiyaç duymayan, çünkü herkesten ve her şeyden daha hızlı davranan. Bir deneyim. Eller yukarı! Melek ya da mizah duyumu dediğim silahtan söz ediyorum. O zaman o gaspçıya ne küfrederdim ne de onu aşağılar. Dilin tüm engelleri aşan şaşırtıcı ve onarıcı kara büyüsüne başvurur, birkaç cümlelik eğitici bir tirat parçalar, selam verip geçerdim. Zahmetsizce. Gülümseyerek. Her zaman işe yarar. Dünyayı bile değiştirir. Ve eminim adam, hemen o anda değil, belki birkaç dakika, belki yarım saat sonra, ama mutlaka arabasını uygun bir yere çekerdi. Demek ki bu halktan umudumu kesmişim. Konuşmaktan. Teslim olmuşum. Daha acısı, kendimden ve çift Tanrılı dinimden, yani kalem ve kâğıttan da umudumu kesmişim. Ama hâlâ, beni insan yapan o sarsıcı yazı uzamını anımsıyorum. Tortusunu yaşıyorum. Benim bildiğim bu. Bu kadar.

Durum budur.

HER şeyi bilen oğlum yemeğini bitirip kalkıyor. “Bu yemekte çok şey öğrendim,” diyor, gülümsüyor. “Afiyet olsun,” diyorum. Sürekli düşündüğüm iki şey var. İkisi de moda bir konuyla, beyin göçüyle ilgili. Oğlumu ne yapıp edip bu ülkenin pençesinden kurtarmalıyım. Üniversiteyi yurtdışında okumalı. Ama bu iş parasız çevirilerle olmaz. Acilen bir best-seller bulmam lazım. Ama ülke yamyamların eline kaldı. Burada bize mama yok. Yalan geleneğinden gelen bir güruh yalanı rutinleştirmekle kalmadı, topluma kanıksattı. İki nesil ziyan oldu. Galileo’nun Karısı’nda yazmıştım gerçi: “Türkiye oradan buraya nasıl geldi aklım almıyor. Rüyada mıyız lan?” “İlhan İrem demişti zaten. Yazık Oldu Yarınlara. Hepsi sanki bir rüya.”

Şu kitap, daha okumadan bana giriş yazısı yazdırtan kitap. Unguentine’nin Seyir Defteri. Onda ilerliyorum. Yani çevirisinde. Yemek masasından kalkıp tekrar çalışma masama geçiyorum. Mavnanın eski buharlı motoru gibi, benim de zaman zaman beynim yanıyor. En azından şimdi karnım tok. Motor yerine ben de mi yelken taksam! Doğal yakıtla çalışsam! Sanki Bay Unguentine bir şeyden kaçıyor. Suya sığınmış; topraktan kaçıyor. Doğru. Tüm haksızlıklar, bütün adaletsizlikler karada. Bunlardan kaçıyor. Ya da bana öyle geliyor. Saçma değil, bence önemli bir soru: Toprak mı vazgeçti alçakgönüllü olmaktan, insanlar mı? Yerini bulamayan insan yola düşermiş. Ben de istiyorum. Yollara düşmek, hatta denizlere açılmak istiyorum. Karadan bıktım. Gemi kaptanı olmak ve bir daha karaya ayak basmamak istiyorum.

“Bu nasıl bir gezegen böyle, canım?”

Ankara, 1 Şubat 2021

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl