İnsan bir hikâye tutturmuşsa bunu hiç küfürle, hakaretle dolu hayal eder mi? Kibarlığı yok etmek istiyorsa demek ki, işte belki o zaman…

Mars’ın meşhur düzlüğüne, Utopia Planitia’ya doğru süzülürken içinde bulunduğumuz aracın iniş takımı kokpitin altından gelen gıcırtılar eşliğinde açıldı.

Fakat araç iniş noktasına oldukça yakınken bir anda süzülmeyi durdurdu ve havada asılı kaldı.

Pilotun gözüne iniş alanının hemen üstünde duran bir taş parçası ilişmişti.

Sağa manevra, sola manevra, ne yaptıysa nafile, bir türlü iniş için doğru pozisyonu tutturamadı. Oflayıp pufladı ve en sonunda “Kim koydu lan bu taşı buraya?” diye ateş püskürdü. “Kim koyduysa…” dedi, “onun ben taa ***…!”

İşte o vakit hemen araya girdim, hikâyenin devam etmesine müsaade etmedim. “Hop!” dedim, “O kadar uzun boylu değil!”.

Şunun şurasında bir hikâye tutturmuşuz, olup olmadık yerde küfürler, hakaretler, lanlı-lunlu konuşmalar hiç yakışıyor mu? Katiyen yakışmıyor efendim!

Yahu insan bir hikâye tutturmuşsa bunu hiç küfürle, hakaretle dolu hayal eder mi?

Eh…Kibarlığı yok etmek istiyorsa demek ki, işte belki o zaman…

Hikâye ayıplıdır, argoludur ve hatta belki bir hayaldir ama yine de içinde “Utopia Planitia” diye bir gerçek vardır ki evvela kalemi buraya daldırıp çıkarmak gerekir.

Utopia Planitia öyle gerçektir ki, hakikaten de hikâyede olduğu gibi Mars seyahatlerinde iniş için kullanılan bölgelerin çoğu burada yer almaktadır. Yıllar önce keşfedilen ve haritalanan, 1976’da NASA’nın Mars’a Viking 2 aracıyla ikinci kez iniş yaptığı, Mars’ın geri kalanının aksine büyük kanyonların ve dağların olmadığı geniş bir düzlüktür. Nitekim 14 Mayıs 2021’de Çin’in gönderdiği Zhurong aracı da yine Utopia Planitia bölgesine iniş yapmıştır.

Fakat biz her ne kadar gerçek desek bile, eminim fark etmişsinizdir; isminde gerçeğin aksini anımsatan, çelişkiyle dolup taşan bir kelime oyunu vardır. Hani Thomas More’un bizlere sunduğu, “aslında olmayan”, “hayali”, “ideal yer”, “yaşanası, iyi ülke” gibi kavramlarla açıklanan şu meşhur kelime: UTOPIA!

Hayali, var olmayan yer” gerçek oldu; bu gerçeğe ise “hayali” yahut “olmayan yer” ismi verildi. Hayalin içinde bulunan bir gerçek olmasına karşın bu gerçeğe hâlâ hayal deniyor…

Bir hayale eğer gerçekte ulaşılmışsa ona neden hâlâ hayal denir?

Bu ne yaman çelişki! Bu ne arada kalmışlık! Şu meşhur düzlük gerçek midir hayal midir yahu?

Meseleyi hayali-düzlükçülere sorsak demezler mi: “Efendim burası bir zamanlar yoktu, sadece hayaldi ama şimdi oradadır, gerçektir bu, vallahi vardır; fakat biz hayalimizi unutmayalım, ondan vazgeçmeyelim istedik. Hani bakarsınız bir hayal daha gerçek olur…”

Nitekim bir nevi sorulmuş, bakın NASA JPL nasıl cevap vermiş:

Thomas More hayali ve optimum bir yer hakkında kitabını yazdığında, “ütopya” kelimesini Yunanca “hiçbir yer” anlamına gelen kelimelerden oluşturdu. Utopia Planitia, Viking 2 yerleşip bölgeyi analiz ettiğinde ilk kez “bir yer” oldu.”

Yahu bu düzlüğe “Utopia” diyeceklerine bizim mevzubahis terbiyesiz, hayalperest, uzay aracı pilotu gibi ortalıkta küfürle, hakaretlerle, lanlı-lunlu sözlerle bağırsalar daha yerinde olurmuş; Bilakis ona “Utopia” demekle hayal edip gerçeğe dönüştürdükleri bu düzlükten bahsetmiyorlar, yeni bir hayal kuruyorlar…

Zaten Utopia” dendi mi akan sular durur, suyun yatağını hayalin yangınları sarar!

Sarmasına ne hacet, en nihayetinde ütopya denilen bu zat bizzat bir hayale dayanır.

Thomas More Ütopya’da yaşamın doğanın ilkelerine göre düzenlendiği, herkesin dininin ortak amacı güttüğü, herkesin dini özgürlüğe sahip olduğu, eşitlikçi, özel mülkiyetin olmadığı ve bolluğun olduğu, barışçıl, ideal ve hayali bir toplumu anlatmaktadır.

Ancak More bunu yapmakla sadece bir tasarıda bulunmamaktadır, aynı zamanda yaşamın doğanın ilkelerine göre düzenlenmediği, herkesin dininin farklı amacı güttüğü, herkesin dini özgürlüğe sahip olmadığı, eşitlikçi olmayan, özel mülkiyetin ve kıtlığın olduğu, savaşçı bir toplumu eleştirmektedir ve hatta onun yok olmasını dilemektedir.

Böylece More, insanın zaman ve yer gözetmeksizin sergilediği davranışı bir kez daha tekrarlamaktadır; var olan bir olguda problem görerek onu bozmaya, değiştirmeye, yeniden yaratmaya, istila edip, ele geçirip, yıkıp, ondan beslenip tekrar hayal ettiği şekliyle üretmenin peşine düşmektedir.

İşte bu sebeple birinin ütopyası bir başkasının distopyasıdır.

Ütopyalar ve distopyalar arasında sonsuz bir dönüşüm ve savaş olduğu gibi hayaller de birbirlerinden beslenerek, birbirlerini yok ederler ve takip ederler. Böylece insan aksini dilediği bir hayale bile istila etme, sömürme ve yok etme davranışını taşımış olur.

Kırdım diyorsun zincirlerini;

Evet, köpek de çeker koparır zincirini,

Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak…

Persius

Hayalcilikten midir yahut “en iyi” arayışından mıdır bilinmez fakat insan hep istilacı sömürgeci ve yok edici olmuştur; bir hayalden ötekine yahut Dünya’dan Mars’a, fark etmeksizin nereye giderse gitsin bu davranışını da beraberinde götürmüştür.

Öyle ki bir zamanlar Mars’ın kendine özgü, el değmemiş hâliyle, paslı toprağının neye benzediği hayal edilirken bugünlerde Mars turizmi, Mars’a yerleştirilen dev fanusların içinde kurulacak yerleşkeler ve Mars’ta bitki yetiştiriciliği; bir nevi Mars’ın “dünyalaştırılması” hayal ediliyor.

Hayal hayali takip ederken insanın sergilediği istila etme, sömürme ve yok etme davranışı Mars Yıllıkları’nda fazlasıyla anlatılır. Şayet istiladan, insanın yok etme ve sömürme davranışından ve Mars’tan bahsedip de Ray Bradbury’nin Mars Yıllıkları’ndan bahsetmezsek olmaz, sonra Bradbury bize pek kırılır.

Bradbury farklı hikâyelerden oluşan Mars Yıllıkları’nda temel olarak Dünya’dan çeşitli sebeplerle uzaklaşan insanların Mars’a yerleşim sürecini ve kolonileşmesini anlatır. Ancak bunu yaparken alışılageldik pop-kültür ürünü bilimkurgu-uzay romanlarının pop-nesnelerine odaklanmaktan ziyade kültürün aktarımı, ayrımcılık, sömürgecilik, istilacılık, savaşçılık, yok edicilik gibi meselelere hümanist bakış açısıyla yer verir.

Ve Ay Hâlâ Parlak isimli 7. hikâyede bir grup insan keşif için Mars’a gider. Bilgi toplayan mürettebat, böylece Mars’ta kolonileşme hareketinin öncü çalışmalarını yapacaktır. Fakat mürettebattan bir kişi, Spender, -tıpkı More’un Ütopya’dan bahsettiği gibi- Marslıların Dünyalıların aksine doğayla birlikte ve iç içe yaşadığından, hayattan zevk almayı bildiklerinden ve bunu amaçladıklarından, barışçıl olduklarından bahseder; Mars’ın harika bir yer olduğunu düşünür, Marslılara hayranlık duyar. Dünyalıların Mars’a gelişiyle Mars’ın da Dünya gibi bozulacağını ve mahvolacağını düşünür. Geminin kaptanıyla aralarında geçen bir konuşma şöyle aktarılmıştır:

Marsı yok etmeyiz” dedi kaptan. “Burası büyük ve çok güzel.” “Öyle mi dersin? Biz Dünya insanları büyük ve güzel her şeyi mahvetme becerisine sahibiz.”

Spender bir haindir. Marsa gelen araştırmacıları ve kendi mürettebatından birkaç kişiyi öldürür, yolculuk ettikleri roketin ise Dünya ile iletişimini tamamen kesmeyi, onu imha etmeyi planlar. Böylece araştırma sonuçları Dünya’ya ulaşamayacak, görev başarısız oldu sanılacak, kolonileşme planları hiç olmazsa bir süreliğine suya düşecektir. Güzel Mars, Dünyalı pisliklerden korunacaktır. Fakat hikâyenin sonunda Spender bile ölür.

Tolstoy haklıymış: Kıvılcımı söndüremeyen ateşi zapt edemez!

Spender aksi için savaştıysa bile, en nihayetinde savaşmıştır.

Sanıyorum bu sebeple olacak, GORA filminin kahramanı Arif şöyle söylemiştir:

Uzaylı da olsa, insan insandır!”

En nihayetinde bir komedi filmidir ama doğru söze ne denir?

İnsanlık ulaşmadan önce savaşın, kavganın ve sömürünün olmadığı Mars’ta artık savaş ve birkaç ceset vardır.

Uzun lafın kısası, ne sebeple olursa olsun; insanın yok etme, işgal etme ve sömürme kültürü Mars’a taşınmıştır. Artık Mars da temiz ve masum değildir.

Ayvaz kasap hep bir hesap…

Zaten Bradbury bundan birkaç hikâye önce, Üçüncü Sefer isimli hikâyede, insanın nereye giderse gitsin kültürünü de beraberinde götürdüğüne dair mesajı okuyucusuna açıkça iletmiştir:

Buraya yaşamak için geldiler ve doğal olarak evlerini de dünya evlerine benzer şekilde inşa ettiler; çünkü kültürlerini de yanlarında getirdiler.”

İnsanın istila etme, sömürme ve yok etme davranışı onun hayal etme ve böylece yeni bir şey var etme özelliğinden mi kaynaklanır bilinmez ama tıpkı tıkınma geni teorisinde bahsedildiği üzere, stoklanmış tatlının ve yüksek kalorili besinlerin olmadığı zamanlarda avcı-toplayıcı atalarımızın nadiren bulabildikleri meyveleri tek seferde olabildiğince fazla tüketmeleri ve bizim bugün hâlâ yüksek kalorili ve tatlı besinlere karşı içgüdüsel olarak aynı davranışı sergilememiz gibi; belki binlerce yılda bile, kolayca değiştirilemez yahut yok edilemez. Nereye gidersek bu davranışımızı da oraya kendimizle birlikte götürürüz. Bu sebeple işin aslı bu gibi insanı insan yapan özellikler hakkında ne kadar yazıp-okusak, üstüne düşünsek, eleştirsek, hepsi boşunadır.

Öyle ki sadece aksini hayal etmekle bile yine bu davranışı uygulamış oluruz. Hele bir de şu beyin dediğimiz boşa düşerse, eyvahlar olsun, o vakit hemen türlü hayaller kurmaya başlarız; daha fenası, Utopia Planitia misali, hayal içinde bile hayaller kurarız…

İyisi, biz dönelim şu girizgâhtaki hikâyenin devamına…Nitekim bunun en güzel ispatı orada saklanmıştır.

Biri iniş alanına bir taş koyunca, taş kenara çekilene kadar araç olduğu yerde beklemişti. Pilot mevzubahis taşı oraya koyana sövmeye kalkıştıysa da sözlerini bir türlü tamamlayamamıştı.

Pilotun sövgüsünü yarıda kesişi benim araya girip “hop” dememden değildir; sakın öyle sanmayınız…

İniş esnasında havada asılı kalmak uğruna aracın uzun süre aynı konumda randımanlı çalışmasından olsa gerek; yerden kalkan Mars tozları pilotun burnuna kaçmışsa, vay hâline, pilot hapşırıp tıksırmaktan ötürü sövgüsüne devam edememiştir.

Toz sadece Dünya’da hapşırtır sanmayın; Mars’ta da olsa toz her yerde tozdur.

Hapşırığı ise alerjiden, ondan bundan bilmeyin lütfen; gerçektendir o!

Hani filozof Emil Cioran’ın “Gerçek bende nefes darlığı yapıyor.” sözü misali…

Hikâyenin çok merak edilen “Kim koydu lan bu taşı buraya?” sorusunun cevabı ise aslında en başından bellidir:

Ben koydum Ulan! Ben, evet, lakırdıcının teki koydu!

Kendim hayal ettim, Mars’ta bile sövüp saydım. Sonra da hani şu GORA filmindeki silah vardı ya, “Hiperoptik Vasküler Dondurucu”; işte onunla bütün Mars’ın anasını ağlattım.

Ne yapayım atalarımdan kalan bir alışkanlık işte… Ne de olsa her şeyi geride bırakabiliriz ama bu davranış öbeğini gittiğimiz her yere, hayallerimize bile götürürüz.

Eğer bunu geride bırakmak konusunda kesin bir kararınız varsa, iyisi mi, kafanıza sıkın.

Olur da bu fikri beğenmez, “Her insan bir umuttur.” derseniz size hak veririm. Çünkü hayalcilik gereği, her istila bir umuttur. O vakit siz Mars’ı istila edin efendim, Dünya bana kalsın.

Id est genus hominum!

İnsan cinsi böyledir!

Terentius

TEILEN
Önceki İçerikAnton Çehov’dan Hayata ve Edebiyata Dair
Sonraki İçerikYANGIN VE… BİLDİĞİMİZ DEVLETİN SONU
1996, İstanbul, Kadıköy doğumlu. Zaman zaman ormanlarda tın-tın gezinen, ne dinlediği belirsiz, orta hâlli bir okur-yazar. 2020’de Özyeğin Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Yazıları mezuniyetinden bu yana çeşitli mecralarda yayımlanmaktadır.