Özgürlük ve görece eşitlikle, ama aynı zamanda derin yalnızlık ve umutsuzlukla ișaretlenen bir “soğuk devrimler” çağında yaşıyoruz. Bu çağda özgürlük çimentoda bir kelebek izlenimi veriyor.

Soğuk Devrimler aşağıda bir kralın şarkı söylerken, yukarıda bir Tanrının öldüğü bir post-politik ve post-tarih zamansallığın içine yerleştirilmiș gibi duruyorlar.

Bu denemede sıklıkla kullanacağım “post-politika çağı”, hiyerarşilerin, kurumların ve kültürlerin işlevsiz kılındığı politik bir arafa göndermede bulunuyor.

2001’e gelindiğinde, Post-politika  șenliği çoktan bitmiş, kaçınılmaz bir paranoya duygusu devreye girmişti. Köktendinci terör hayalperest Batılıların kendileri için inşa ettikleri sığınağı rahatsız etmeye başlamıştı. Köktenciler devletin kokpitine binip Seine kıyılarında bir halifelik tasavvur etmeye başladıklarında, marjinal tehdit tam cepheden bir saldırıya dönüşmüștü. Yönetici aklın bu tehdide karşı refleksi bir gözetim devleti yaratmak oldu.

Sarı yeleklilerin ve çiftçilerin otoyolları işgal ettikleri bir konjonktürde, gerici bir gelenekçiliğe yaslanan alternatife sert bir itiraz niteliği taşıyan bir eylemsellik ortaya çıkmış oluyordu.

Siyaset sonrası çağ ekonomik bir zorunluluk olarak post-kolonyalist imparatorluğun veçhesini șekillendire dursun, romanlarını aynı hiyerarşiler, kurumlar ve kültür konseptleri üzerine inşa eden kurmaca yazarları için de haliyle bir sorun yarattı.

Çünkü, post-politik çağ, roman kurgusunda dikkat çeken, geniş ailelerin, iç içe geçmiş ticari işletmelerin ve yerleşik toplulukların hiyerarşisini bozguna uğratıyordu.

Kaotik post-politik çağın simgeleri olarak görülen eylemleri merkezine alarak yazılan Houellebecq’çi ve Ernaux’cu metinler bu hiyerarșiyi alt üst ederken, tonları, edebi çevrelerde tatlı sert yankılar uyandırdı.

Eserlerinin ana izlekleri, ham bir kapitalist refleks olarak neoliberal politikaların çekiciliğini koruduğu 2000’ler konjonktüründe, nihilist eğilimler ve bunlarla ilişkili post-politika ve post-tarih eleştirisiydi.

Annie Ernaux, örneğin Les Années (Yıllar) adlı romanında, bu çağın bir görüntüsünü, 1990’ların ortalarının dikiz aynasından vermeye çalışmıştı. Les Années kitabının İngilizce çevirisi 2017’de, Lehman Brothers’ın iflasının uluslararası finans sisteminde bir ‘kalp krizine’ neden olduğu  popülist on yılın kapanış arifesinde yayınlandı.

Ernaux “Kişisel varoluşun tekdüze rutininde, siyaset ikinci plana atılmış, tarihinse bir önemi kalmamıştı”, diye yazarken șöyle devam ediyordu:

“Siyasetin öldüğü söylentisi ortalıkta dolaşıyordu. Yeni bir dünya düzeninin gelişi ilan edildi. Tarihin sonu sözüm ona yakındı. Mücadele kelimesi, Marksizm’e bir geri dönüş olarak itibarsızlaştırılıp alay konusu edildi. Savunma hakkı denilince akla ilk gelen tüketici hakları oldu” […].

Bu yazarların dikkat çektikleri şey kolektif kurumların hızlı bireyselleşmesiyle birlikte önlenemeyen çöküşü ve bu çöküşle birlikte sürüklenen öznenin kimlik kriziydi.

2000’lere gelindiğinde merkantilist önlemler politika gündemine geri dönüp siyasi kültürü değiştirmeye bașladı. Post-politik öznenin büyük portrecisi, bir anda modelini kaybetmişti. Öyle ki, “Benlik Girişimcileri” bugünün “Zombi Katolikleri” oldular. Ortaya çıkan kafa karışıklığında, doğal eksen varoluşçu klişeye kaydı. İntihar, Ölüm, İnanç, Yakup’un melekle güreşmesi ve kırılan merdiven, Ebedi Aşk, Bunaltı ve benzeri olgular yeni bir felsefi ve edebi momentum yakaladı.

Edebiyatın anti kahramanları, neoliberal bir yeniden yapılanma kontekstinde, tanrısız ve kilisesiz Hıristiyanlar olarak tarihin dışında bir evrene fırlatılmış kırılgan figürler olarak tasvir ediliyordu.

Sağ ırk kimlikçilerinden anarko-primitivistlere ve oradan derin ekolojistlere kadar uzanan siyasi karakterlerin farkındalıkları, yuvadan çok uzağa yol alan karıncanın şeker kavanozunun içine çekilip tuzağa düşmesine benziyordu.

Șeker kavanozu, kendilerini kamusal alandan fiilen uzaklaştırılmış hissedenler için kamusal hayatın yeniden fethedilmesini dair bir yanılsamaya karşılık geliyordu.

Post politik çağın ihmal ettiği insanlara kamusal bir “Telicity” (son menzil) için bir çıkış yolu gösteren ütopyalar demode ilan edilip așağılandı. Sağcı sözde-gelenekçilik ve popülist ayaklanma, kitle siyaseti çağından kalma bir zaman yolcusu için tanınmaz ve sisli bir yola işaret eden doğrultulardı. Post-politik çağın sisli yolları fütürist Hiperpolitikaya çıkıyordu.

Arkadaşın biri beni ısrarla bir lokale götürüyor. Orada, insanların adeta, Detroit ve Manchester’ın izbe sanayi mahallelerinden yayılan ağır endüstri makinelerinin gürültülerine göre modellenen bir müzikle (muhtemelen Techno) dans ettiklerini görüyorum.

Şimdi gerçi bu makineler artık çalışmıyor, çünkü bu ikiz tekno şehirleri sanayisizleşti. Bu işletmelerin çoğu küçülmeye gitti veya Çin’e taşındılar.

Orada her yaștan bir çok insan sanki seküler bir ritüeldeymiş gibi tepiniyor, gençlerse, endüstriyi, siyaseti ve tarihi sanki dans ederek uzaklaştırmaya çalışıyordu.

İnsanlar dans ederek, sanki, geçen yüzyılın ideolojik hayaletlerini kovduklarını ve sessizce, öznel ve özel bir ütopyaya adım attıklarını düşünüyordu. Oysa o müzikten bir karșı titreşim oluşmadı ve gençlerin hassasiyetinden devrimci bir rezonans doğmadı. Gençler, aslında, yarım asırlık bir sınıf mücadelesinin sarstığı bir ağacın altına düşmüş meyvelerini topladıklarının ayırdında değildiler.

O gece kulübünde post-tarih tahayyülü, ezici bir nostalji eşliğinde uzaktan bir Caspar David Friedrich tablosu gibi duruyordu.

Kulüpteki ahval bana Wolfgang Tillmans’ın “Gece Hayatı Fotoğrafları” adlı çalışmasını da çağrıştırdı. Anımsıyorum da  Tillmans’ın kamerası, kulüptekine benzer kolektif bir amnezi deneyimine tanıklık yaparken, fotoğrafları Thatchercı bir Londra’yı ve Duvar’ın yıkıldığı bir Berlin’i belgeliyordu.

Black Lives Matter ve Mülteci Kampları fotoğrafları, 1989’un umut aşılayan rengarenk renkleriyle açık bir kontrast oluşturan insan yazgılarının, krom benzeri grimsi bir kaplama ile çerçevelenmiş resimlerini kadraja hapsediyordu.

Adeta bir uçağın penceresindenmişçesine gri bir göksel arka plandan çekildiği izlenimi veren bu resimler, post-politik çağdan gelen işaretleri mevcudiyetlerinde zapt eden mutsuz insan kaderlerini temsil ediyordu.

Post politik çağ insanların kişisel ütopyalarını parçalaya dursun, devrim sonrası çağı temsil eden bazı çocuklar, yeni duruma, sanal empati, gevșek birlik ve özgür aşk gibi, 1990’lardan kalma arayışlarla yanıt veriyor.

İnsan hakları, muhaliflik, ırkçılık karşıtlığı, yok SOS-bu, yok SOS-şu eylemsellik, devrim sonrası çağın çocukları için, bir seks partisi sonrası rehavetini andıran yumuşak, kolay “post coitum historicum” ideolojileri izlenimi veriyorlar.

Post-politik çağın öforisi, uluslararası arenada parodik şekiller kazanadursun, örneğin Demokrat Parti, 1996 Demokratik Ulusal Kongresi için tema şarkısı olarak “Macarena”yı seçiyordu. Öyle ki, bir grup Polonyalı şair, ülkelerinin ilk McDonald’s’ının açılışını coşkuyla kutlayıp bunun bir dönüm noktası olduğunu söylüyordu.

U2 kuşatma altındaki Saraybosna’da “Miss Sarajevo” şarkısını seslendirirken, Varoluşa ve Ölüme atfedilen önemin, cinnetli bir rock şovunun sadece sahne dekorları kadar olduğu kanıtlanıyordu.

Politik olarak aşırı yüklenmiș yirminci yüzyılla bu tezatlar, çarpıcıydı.

Yurtdışına geldiğimde ben de Türkiye sosyalliklerinin aşırı politize ettiği bir gençtim.

Ülkeden kaçan bir çok insan özgürlüğü, özneyi kuşatan liberal söylemler yumağının ortasında sadece öznel ve “sınıfsal” olmayan bir deneyim olarak görmeye bașladı.

Bir çogumuz, politik derisi soyulmuş özgeciliği, siyasal soslu eğlenceyi, neo liberal devletin hayırseverliğini ve aldatıcı öfori içinde kanayan kalbi yeniden keşfetme olanağı buldu.

Siyaset sonrası düzen, hâlâ ütopyaya inananların önüne, Avrupa’da olsanız bile, yeni meydan okumalar koymaya devam ediyordu.

Yeni düzenin periferisinden dolaşarak, paternalist kapitalizmin sözüm ona muzaffer özgürleşme öyküsünü, post-politikaya geçişe düğümlenmiș bir muğlaklık olarak belgelemek en büyük meydan okumalardan sadece birini olușturuyordu.

Bu meydan okumalarla başa çıkarken, Sol gelenekten miras aldığımız politik söz dağarcığının çerçevesini fersah fersah aşan bir post-politik çağ patolojizmi ile karşı karşıya olduğumuzu çok azımız fark etmiști.

Tılsımlı sözcük küreselleşmeye karşı çıkmanın mevsimlerin değişmesine karşı çıkmak gibi bir şey olduğunu iddia eden politikacılar, kaderci bir alternatifsizlik (Alternativlosigkeit) durumuna işaret ediyordu. Hatta bu terim, giderek Alman siyaset argosunun trend kavramı olmuştu.

  1. yüzyılın ideolojik tapınaklarından kurtuluş, örgütlü kapitalizmin çerçevesini çizdiği cinsiyet ve ırk kısıtlamalarını ortadan kaldırmaya çalışanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılanıyordu. Berlin duvarında açılan yarık, çokça özgürlük ve gönenç vadede dursun, Irak, Saraybosna, 11 Eylül, Libya, Suriye, Afganistan bir karabasana uyanıldığının alametleri olarak bu yanılsamayı bozguna uğrattılar.

1970’lerin sosyalist ütopyalarının yerini, çocuk istismarından tek adamların iktidar suiistimaline uzanan kişisel ve kamusal sapma ve sapkınlıklara ilişkin ‘akışkan’ korkular aldı.

Özelin zaferi, kamunun özenle marjinalleştirilmesini de gerektiriyordu.

Politik tartışma, “heyecan verici bir sıradanlık” akışına dönüştü. Seçim analizi, bir uçak kazasından sonra kara kutu araması gibi bir şeye kaydı; Halk artık o kazanın kurbanı, yorumcular ise, azalan seçmen katılımı nedeniyle sözde acı çeken varlıklar olarak ekranlarda boy gösterdiler.

Kimsenin bizi temsil etmediği bir seçimde, oy kullanma özgürlük ve demokrasi olarak pazarlana dursun, aslında oy kullanmanın, son dakika dürtüsü tarafından yönetilen özel, duygusal bir olay haline geldiği fark edilmedi.

1990’ların kozmolojisi “Her şeye izin var ama hiçbir şey mümkün değil” iletisini etrafa saçarken, toplum, yükselen bir gelgit dalgasının ortasında akıntıya kapılmış izlenimi veriyordu.

Rave müzik endüstriyel ekonomi için yas ritüeli haline gelirken, kulüpler ve açık hava festivalleri, yüksek sesle kendinden geçme ve kimyasal sarhoşluk cennetlerine dönüştüler.

Uyuşturucu partilerine, giderek artan oranda, coşkulu tüketim vaatleri eşlik etti. Paris’in banliyölerinin birinde bir duvarda, “Para, seks ve uyuşturucu arasından parayı seçin” diyen ve zamanın ruhunu tasvir eden bir yazılamayı dün gibi anımsıyorum.

Manipülatif kamuoyu yoklamaları, ana akım medyanın yükselen proleter direnişi küçümseyici yorumları, politikacıların işsizliği azaltma ve sosyal güvenlik açığını kapatmaya yönelik vaatleri, sosyal sigortalar kurumunun açık veren bütçesi, metro istasyonundaki yürüyen merdivenin her zaman bozuk olması gibi olaylar yığını, tozdan bir bulutsu oluşturup, bizi en çok neyin yıprattığını, neye öncelik verilmesi ve kime güvenilmesi gerektiğini bulanıklaştırıyordu.

İngiliz yazar Sam Kriss, dönemi, bir Bin Yıl perspektifinden anımsarken, o zamanlar gençlerinin kendilerini politik olarak tanımlamalarının pejoratif bir şey olduğunu söylüyordu:

“Arkadaşlarımın, ‘Ben feminizmi aștım’ veya ‘Politika küçük beyinler içindir’ gibi büyük savlar ileri sürmekten hoşlandıklarını anımsıyorum.”

Kriss, aslında Bin Yıl neslinin (Millennium Generation) kibirli, ahlakçı veya münafık-duyarlı olarak stereotipleştirilmemesi gerektiğini belirtip,

“Statüko, hepimizin ya ayyaş nihilistler, ya tek tip çocuklar veya konformist kardeşler olmamızı salık veriyor gibiydi” diye ekliyor.

Yirmi yıllık popülist kargaşadan sonra, bu tanıklıklar, tıpkı, tanınma, takdir ve yabancılaşmayı birbirine karıştıran bir Magritte tablosu gibi, hem tanıdık hem de yabancı olarak kayda geçti.

Bu kargaşadan sonra, bazı küçük ve çoğunlukla marjinal sanal katılımlar dışında, ne siyasi partiler üyelerini geri kazanabildi, ne kiliseler sıralarını doldurdu ne de sendikalar kendilerini örgütsel olarak diriltebildi. Çünkü toplumsal koordinatlar inkâr edilemez bir şekilde değişmişti. Siyasi rekabet ise, düşmanca konuşlanmış pazarların insafına bırakılan kariyerli politikacılar ve uzmanlardan oluşan, dar bir kartel tarafından yönlendiriliyordu.

Sivil toplum, sosyal medya trolleri, STK’lar, çevrimiçi güruh ve hayırseverler tarafından tekelleştirilen sözde siyasi bir eylemsellik aracılığıyla, derin ve uzun süreli bir krize saplanmıştı. Tüm bu alt üst oluş, post-politika çağının kepenklerini tam olarak henüz indirmediğini gösteriyor, tarihsel ânı, saati kayıp, meçhul bir post-tarih evresine aktarıyordu.

2000’lerin karakteristik özelliklerinden olan, özgüvensizlik, önemsizlik, kayıtsızlık, öfori ve apatiden oluşan anarko-nihilist kokteylin, tarih sonrası (post-history) ağır etkileri bugün de sürüyor.

Mark Fisher’in teşhis ettiği “depresif hazcılık” yeni çehreleriyle görkemli bir dönüş yapıyordu.

Şimdilerde, bir nefessizlik hissi, toplumu tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya boğarak kat etmeye devam ediyor.

Kısacası, bugün ateşli bir şekilde her şey ansızın yeniden politik hâle geldi.

Yine de neoliberalizmin yerini sosyal demokrasi almıyor; küreselleşme ne bir deglobalizasyona ne de refah devletinin klasik savaş sonrası biçimine evriliyor. Bu yeni dönemin nasıl anlaşılması gerektiğine dair onlarca soru kafamda yanıtsız kalıyor.

Çağdaş tarihin manifestosu, yüksek hızlı çalışan bir kamera gibi, kadrajına almaya çalıştığı durumun akışkanlığının ve belirsizliğinin tuzağına düşme, izlenimci ayrıntılarla büyük soyutlamalar arasında sıkışıp kalma riskiyle karşı karşıya bulunuyor.

Şimdinin kendisi bu kadar kaotikken, bir “şimdinin tarihi”ni yazmak kesinlikle zor görünüyor.

İșsizlik ve enflasyon ve hayat tarzına müdahale gibi belalı uğraklarda Tarih ve Siyaset hâlâ açıkça deneyimlenirken, ama hiç kimse tarih ve siyasetin ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyor.

Post-tarih çağında modası geçmiş diye damgalanan Marksist tarih teorisi, müthiş soyutlamalarıyla “Polikriz” çağından her zaman bir adım önde bulunuyor.

“Çünkü Marx’ın yanlış bilinç dediği şey toplumun ekonomi ve özgürlüğe uzanan katmanlarında birbirine temas edip, hem katmanları hem de “toplumsal uyanıș ” arasında bir diyalektik doğuruyor.”

Reims’e Dönüş (2009) adlı anı kitabında yazar Didier Eribon, 1990’lara kadar komünist bir ailede büyüdüğünü anlatıyor. Eribon, eşcinsel aşkı burjuva sapkınlığının bir ifadesi olarak gören, militanlarının hem özel hem de kamusal yaşamlarını sıkı bir şekilde kontrol eden bir partinin üyeleri olan ebeveynlerinin evreninde her zaman kendini yabancı ve yersizyurtsuz hissettiğini söylüyor.

Bu dışlanmışlık yine de Eribon’un Fransız Komünist Partisi’nin (PCF) annesi ve babası için inşa ettiği sosyal yuvaya olan takdirini azaltmıyordu.

Eribon, siyasetle ilişkilerinin düzenleyici ilkesi ve tartışmasız ufku olarak partinin, aile dünyasının bir çeşit göğü olduğunu söylüyordu.

Parti, vatandașların, felsefi çevrelerinden dışarı adım atmak zorunda kalmadan hayatlarını geçirip sosyal kolaylıklarını elde ettikleri, içinde, Okul, Sendika, Hastane, Ortak toplum lokalleri, Tasarruf bankası, Konut, Kültürel fonlar, Devlet sübvansiyonlu tatillerin olduğu yüksek bir gökdeleni andırıyordu.

Parti üyelik kartları, sosyal yardım ve maddi çıkar garantisinden daha fazlasıydı ve ilgi alanlarına, duygularına ve alışkanlıklarına derinden düşmanca davranan kapitalist bir toplumda insanlara bir benlik duygusu kazandırıyordu. Üyelik kartı, bu gökdelenin taşıyıcı sütunu olarak, tam bir sadakatin ve kapsayıcı bir aidiyetin işareti olarak ön plana çıkıyordu.

“Sol” kelimesi o vakit gerçekten önemli bir şey ifade ediyordu. Sıradan insanların işçi sınıfının temsilcilerine vekalet devri, çekincesiz gerçekleşiyordu. Çünkü, işçi sınıfının temsilcilerine güven, sarı sendikacılık fenomeni nedeniyle, henüz aşınmamıştı. Ve kapitalist distopya işçi sınıfının devrimci enerjisini absorbe eden bir kıvama henüz ulașmamıștı. Çünkü işçi sınıfı farkındalığı yüksek bir toplumsal kategoriydi.

Bireyler, onları hem şekillendiren hem de ifade eden Parti tarafından üretilen kolektif kanaat sayesinde toplumda saygın bir statü kazanıp bireysel ve kitlesel olușun ötesine geçiyordu.

Bu nedenle oy vermek, Eribon’un annesi ve babası için asla tamamen kişisel bir eylem olmadı. Aksine, öznenin siyasi vazgeçilmezliğinin ve kendini kolektif olarak onaylamasının yüksek bir ânıydı. O ânın içinde adeta bir devlet içinde devlet, aile ötesinde aile, toplum içinde bir karşı toplum ve tarihin içinde bir karşı tarih oluşuyordu.

Eribon’a göre, “ partiye kitlesel üyelik, birçok emekçinin Fransız toplumundan organik olarak absorbe ettiği ırkçılık gibi yıkıcı önyargıları kademeli olarak bastırma” özelliğine de sahipti.

İtalyan film yapımcısı ve şair Pier Paolo Pasolini de benzer şekilde, İtalyan Komünist Partisini (PCI) “eleştirel bilincin her zaman savunulduğu ve insan davranışının kadim saygınlığının hâlâ korunabildiği bir ada” olarak gördü.

Öznel deneyimlerim de, partinin, 2000’li yılların başına dek, gerçekten de İtalya’nın ve onun zayıf demokratik kurumlarının kurtarıcı bir lütfu işlevi gördüğünü teyit ediyor.

O zamanlar bulunduğum Bologna’da, “Kirli bir ülkeden temiz bir yurt, dürüst olmayan bir ülkeden dürüst bir vatan, aptal olan bir ülkeden akıllı bir memleket, cahil bir ülkeden eğitimli bir ülke, tüketimci ve bencil bir ülkeden hümanist bir yurt yaratmanın motoru olan partiye oy ver!” diyen duvar yazılamalarını anımsıyorum.

Yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca Sağ da, camiler ve mahalle kulüpleri etrafında, etkileyici bir tahkimat şeridi inşa etti.

Piyasa kırılmalarına eşlik eden 12 Eylül, kitle siyasetinin alacakaranlık saatine karşılık geliyordu. Darbe, insanların İslamcı mahalleye göçünü bilinçli olarak [șükür ile rıza üretimi açısından] hızlandıradursun, bu, faşist cuntanın yükselen Sol’a karşı geliştirdiği taktiksel bir manipülasyon olarak ön plana çıktı.

12 Eylül ile birlikte fabrikaların yanı sıra, politik hayatın hatta kișisel ütopyaların da özelleştirilmesi başlamıştı.

Kısacası, Demokrasi, seçimlerin yapılabileceği ancak liderlerin devrilemeyeceği, dikkatlice planlanmış bir “taklit demokrasi” biçimine evrilip, yeni milenyumda, gezegendeki her rejimin aşılmaz ufku haline getirildi.

“Yeni demokratik iyimserlik”, varlıklarını dünya çapında dolanıma sokan ve herhangi bir hükümeti dize getirme gücüne sahip şirket seçkinlerinin çokça dillendirdiği bir slogan olup çıkmıștı.

Kitle siyasetinin cılız bir ikamesi olarak sözde demokrasi, Eribon’un ebeveynlerinin tüm hayatlarını şekillendiren işçi partilerine çok az benzeyen, küçük bir paket içine sıkıştırılmış “minimalist” bir örneğini andırıyordu.

Kurumsal bağların azalmasıyla mühürlenen bu yeni durum, tüm demokrasileri kasıp kavuran bir sivil geri çekilme sürecinin en açık işareti olarak görüldü.

Buna rağmen kolektif özdeşleşme ihtiyacı neredeyse hiç azalmadı. Cinsel, diyetsel, ekonomik, dinsel, edebî, estetik, plastik ve etnik yeni toplumsal aidiyet biçimlerini önceleyen daha çok tüketimci yeni bir yaşam tarzı eski sivil toplum hiyerarşilerinin ve ‘gönülsüz’ örgütlenmelerin yerini aldı.

Bu tüketim belirteçleri, kişinin sahip olduğu şeyi, [yani Ne’yi Kim sorusuyla ikame eden] kim olduğuyla değiştiren ve sahiplik (mülkiyet) sorunlarını kimlik sorunu etrafında düğümleyen bir trendi tanımlıyordu.

Sosyolog Ulrich Beck, “Batı toplumlarını Rönesans veya Reformasyon ile aynı düzeyde olan ikinci bir bireyselleşme sürecinin ele geçirdiğini, toplumun eski statü kategorilerinden kurtulan yeni öznesinin, yaşam seçenekleri arasında esnek bir şekilde hareket ederek, ekonomiyi, bilinçli bir insan hilesi yerine, bir kader olarak görmeye başladığını” yazdı.

Berlin Duvarı sonrası kriz siyaseti giderek bir siyaset krizine dönüştüğünde, bu iki an karşılıklı bir yabancılaşma yaşadı. Siyaset yapma tarzı ve politika (Policy and Politics) arasında ayrım yapmak, bu bağlamda, önemli hâle geldi. Bu ayrımın genişlemesiyle birlikte, post-politikadan nihilo-hedonist kayıtsızlık çağına geçişin tohumları atıldı. Slavoj Žižek,  siyasi yaşamın hızla sınırsız ve belirsiz hale geldiğine vurgu yaparken, “üzerinde hiç düşünmeden, çıkar gruplarının, kurumsal kişiliklerin veya sınıfların olmadığı ve sözde saf siyasete kaçış anlamına gelen bir tersine çevirmeyi uyguladılar”, diyecekti.

Yirminci yüzyıl siyasi hareketleri, burjuva on dokuzuncu yüzyılda kurulan ve totaliter çağla birlikte geçer gibi görünen süper politize (faşizm ve militarizm) tezahürleriyle zamanın ruhunda yeniden boy göstermeye başladılar. Bu gelişmeler, Hegel’in ‘kötü’ sonsuzluk dediği şeye bir örnek teşkil ediyordu.

Sivil toplumun teyakkuzunun azalması, partilerin kitlesel köklerinden sökülmeleri, devletin, halk baskısından giderek daha fazla muaf olmasının bir sonucu olarak faşist ve köktendinci tezahürlerden bir Hydra’ya dönüşmesi gibi değişkenler siyasi hayatı gri bir soykütüğe geri itiyordu.

İnsanlar siyasete yönelik yüzeysel ve ‘röntgenci’ bir siyasi duruş sergilemeye başladılar.

“Ne Sağ ne Sol” söylemleri, siyaset karşıtı bir tavrı onaylıyor gibi algılandı. Kısacası popülizm, küresel demokrasilere eziyet eden kadim bir iblisin ifadesi olarak hem fail hem de semptom olarak ortaya çıktı. Ancak, partiler, popülist patlamaya rağmen, kan kaybetmeye devam ettiler.

Oysa Eribon’un ebeveynleri için bireysel alan ile kolektif alan arasında kesin bir ayrım yoktu; Parti özel ile kolektif arasında dolayımlayıcı işlevi görürken onların dünyasını, dünya da Komünist Partiyi inşa etmiști.

Irk, iklim, sosyoekonomik eşitsizlik, aidiyet, polis şiddeti, eğitim ve sağlık politikasına ilişkin sorunlar yeterince çözümlenmedi. Ancak, kapitalist çıkmazın tüm bu yıpratıcı fenomenlerine rağmen ‘Sınıf”a dönüş yeterince görünür hale gelmiyor.

Post-politikanın nihilo-hedonist düzeni, insanları yok eden ancak tüm altyapıyı olduğu gibi bırakan bir nötron bombası gibi, sosyal dokuların içinde patlıyor.

Sınıf bilincinin kapitalist düzenekler yoluyla atomize edilmesi post-politik çağın kabarık zarar yekûnlu defterinin en önemli sayfasını olușturuyor.

2008 mali çöküşünden sonraki yıllarda, Berlin Duvarı’nın yıkılışını izleyen siyasi buzul çağı, bir türlü erimek bilmiyor.

Bu buzul çağının kalbinde oluşan soğuk devrimler, sıcak devrimlerin giderek soğuyan hatıraları olarak daha fazla görünür oldular.

Berlin Duvarı’nın yıkılışından beri devam eden patolojizmin bir göstergesi olarak yeni post siyaset, demokrasi kriziyle el ele, vatandaşları ayazda bırakmayı sürdürüyor.

TEILEN
Önceki İçerikLEYLA’NIN KARDEŞLERİ
Sonraki İçerikAYDAKİ KADIN, AYDAKİ ADAM VE TANPINAR
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com