BUZ

İnsan türünün özüne sinmiş bir kara zehir, bir irin var.

Tüm bu korkunç hikâye cennetten kovulmamızla mı başladı yoksa atalarımızın alet yapmayı başardığı karanlık bir mağara çukurunda mı, bilinmez.

Binyıllardır bitmez bir dehşet, korku, kıyım, yıkım hikâyesi. Savaşlar, sürgünler, göçler, kurulup/yıkılan şehirler, yazılan ve yakılan kitaplar, halkalı zincirden panoptikon’a kapatılmalar, aşağılamalar ve eziyetler tarihi.

İnsanlık tarihini en uygun betimleyen müze mekânı düşünürsek karşımızda bir mezbaha imgesi belirir. Hem de sürekli ve değişmez bir retrospektif olarak.

*

Oysa basittir yaşam, tıpkı kırlarda koşan bir kuzu, gökte salınan bir kuş ya da ormanın kıyısındaki ceylan gibi.

Basit, arı ve saydamdır yaşam.

Nihilizmin tavan yaptığı bir çağ bu diyoruz da hayatın anlamsızlığı, ontolojik beyhudelik hali ya da iç sıkıntısı anlatmaya yetmiyor yaşanan tinsel ıssızlığı. Zaten bunların hepsi bir çeşit insan türünün topu taca atma, travmayı ıskalama çabası. Varoluşun anlamsızlığı ya da ebedi nihilizm ya da tanrının kaderi gibi tüm açıklamalarımız kendi elimizle/zihnimizle yarattığımız kâbusu ifade etmeye yetmiyor.

Dönün bakın medeniyetin beşiği eski Yunan uygarlığına, kent devletlerinin şaşalı medeniyetinin, dünyayı yorumlayan filozofların gölgeleri ardında köleliğin prangasını, savaşın kıyıcılığı, etin ve ruhun terbiye edilişini görürsünüz.

Dönün bakın Rönesans’ın parıltılı çağlarına, ardında esaretin, zulmün ve savaşın kırbacını görürsünüz. İnsan türünün parlak uygarlığının tarihi denen şeyin kendisi bir zorbalık ve toplu delilik hikâyesidir, ötesini aramayın.

*

“Kaybolmuştum, alacakaranlık çoktan çökmüştü” sözleriyle açılır AnnaKavan’ın Buz romanı.

Roman; kıyametin birden yaklaştığı, buzun tüm küredeki yaşamı yutarak ilerlediği bir kara ütopya anlatısıdır.

“Işık floresandı, soğuk, donuk ve gölgesiz bir buz ışığı. Ne güneş, ne gölgeler, ne hayat, sadece ölü bir soğuk”.

Her yeri kaplamış buz metaforu kuşkusuz çöl topografyası gibi insanın bedenine ve zihnine yönelmiş bir kıyıcılığı sembolize eder. İkisi de çorak/kuraktır, yaşamı emer, ikisini de etinde hissedersin, aynı zamanda kaybolan gerçeklik duygusuyla ve yarattığı karanlık halüsinasyonlarla zihninde.

“Düşünceler karışmıştı. Dış dünyanın gerçek dışılığı tuhaf bir şekilde kendi zihinsel durumumun bir uzantısı gibiydi.”

Hislerini ve duygularını kaybetmiş, hayatta kalma hevesiyle kendi kötülüğünü kuşanmış anlatıcının soğuk sesinden anlatılan bir hikâyedir Buz.

Buzun sürekli ilerleyişinin körüklediği savaş, korku, yıkım, delilik ikliminde erk’in lehçesinden konuşan anlatıcının takıntısı olan, “kişiliği onu sürekli bir korkulu itaat durumunda tutan sadist bir anne tarafından hasara uğratılan”  21 yaşında bir kadının da hikâyesidir aynı zamanda.

Felaket kapıya dayandığında insan türü onunla baş etmeyi deneyeceğine tam tersine onunla bir yıkım yarışına girer, dünyayı kim daha önce yok edecek hırsıyla. Kıtlık, göç, savaşlar, zorbalar ve cinayetler her yeri sarar.

 “Irk ölüyordu, toplu ölüm-arzusu, ölümcül kendini-imha dürtüsü, belki hayat sürebileceği halde. Burada hayat bitmişti”.

*

Oysa basittir yaşam, doğarken masumdur her canlı, meleklerin ışığıyla dünyaya gözlerini açar. İnsan yavruları da tıpkı kedi ya da lemur yavruları gibi yaşamı koca bir oyun olarak heves ve heyecanla yaşar.

Basit, arı ve saydam yaşam üstüne çöken kara gölge insanın kendisidir. Doymak bilmez ruhu, sonsuz kibri, güç sevdası, kontrol manyaklığı, her şeyi akılcılaştırma gayreti, işgalci şımarıklığı, farklılığı emen griliği ve zorbalık hevesi.

Oysa doğa bize akıl izan ihsan etmiş, tüm aç bedenlerimizin içine bir ruh yerleştirmiş- ilk işimiz ruhtaki o çocuğu boğmak olmuş.

Felaket başladığında herkes tek’tir, yapayalnızdır.

Bizleri farklı bütünlüklerde birleştiren yanılsamalar selidir uygarlık. Kimse kaç yılında, dünyanın hangi köşesinde, hangi toplumda ve kurallarda yaşayacağı kendi belirlemedi. Doğarız üstümüze sürekli kimlik geçirir insan uygarlığı, sen kadınsındır erkeksindir, Budist’sin Hristiyan’sın, beyaz siyah ya da sarı ırksın, Fenerbahçeli ya da Galatasaraylısın, sağcı ya da solcusun, zenginsin ya da fakirsin, taş devrindesin ya da uzay çağındasın..

Hepsi birer kurgudur.

Ancak kıyamet ile yüz yüze geldiğinde sıyrılır, soyunursun sana bahşedilen tüm kimliklerden. 

Buz gibi karanlık ile yapayalnız kalırsın.

*

Buz romanının anlatıcısı insan türünün kıyım uygarlığı karşısında lemurların neşeli ve sevecen var oluşlarını koyar. Buzun ele geçirdiği topraklardan tropik ormanlarda yaşayan ve İndri denen, nesli tükenmiş, şarkı söyleyen mutlu lemur sürülerini görmeyi hayal eder.

Anlatıcının lemurları görmeye beslediği özlem onun insan kalan yanının sesidir. Tüm bu binalar, araçlar, petrol, gaz, kömür, aletler ve silahlar olmadan yaşanabilecek bir hayata karşı gizli hasrettir.

Çöl serap gördürür, her yeri kaplayan buz ise sanrı. Ayılırsın ve gözlerini açtığında karşında koskoca bir yıkım.

*

“Evrensel yabancılık duygusu ve yaklaşan felaketin soğuğu, yukarıda asılı yıkıntıların tehdidi, eziyordu beni; bir de yapılmış olan her şeyin iğrençliği, toplu suçun ağırlığı. Doğaya karşı, evrene karşı, hayata karşı, korkunç bir suç işlenmişti. Hayatı reddederek, ezeli düzeni yıkmıştı insan, dünyayı yakmıştı; şimdi her şey parçalanıp yıkılmak üzereydi.”

Aralık 2015-İstanbul

(Anna KAVAN “Buz”, çeviri Selahattin Özpalabıyıklar, Everest Yayınevi, 2014)

Kapak Resmi: Caspar David Friedrich

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl